Aşağıdaki yazıda grev eleştirisinden yola çıkarak kurulabilecek sermaye dışı bir düzlemde yapılabilecekler, özellikle beyaz yakalıların sermaye ile ilişkisi göz önünde bulundurularak ele alınmıştır. Mücadele ile kurulacak yeni ilişki biçimlerinin yansımaları sadece bir bireysel ya da grupsal rahatlama mekânları ya da olanakları kurmanın çok ötesinde, mevcut güç ilişkilerini değiştirecek, egemen söylem ve pratiklerin altını boşaltacak “üretici” […]
Aşağıdaki yazıda grev eleştirisinden yola çıkarak kurulabilecek sermaye dışı bir düzlemde yapılabilecekler, özellikle beyaz yakalıların sermaye ile ilişkisi göz önünde bulundurularak ele alınmıştır. Mücadele ile kurulacak yeni ilişki biçimlerinin yansımaları sadece bir bireysel ya da grupsal rahatlama mekânları ya da olanakları kurmanın çok ötesinde, mevcut güç ilişkilerini değiştirecek, egemen söylem ve pratiklerin altını boşaltacak “üretici” ilişkileri yaratmanın ve sürekli kılmanın yollarını arayacaktır. Son kısımda ise bu pratiklerin genelde nihai amaç olarak görülen “egemenliğin seçimle değiştirilmesi” görüşünü önemsizleştirecek tek yöntemin temsil dışı pratiklerin hayatta var kılınması ve yeni yaşamların bu pratiklerin karşısında ama kendi için üretici olması olduğu gösterilecektir.
Grev ve Genel Grev Hakkında
Grev, her ne kadar hak talebi konusunda işçinin işverene karşı gizli tuttuğu bir hak gibi görülse de temelde aralarındaki diyalektik ilişkiyi ele aldığımızda kaçınılmaz olarak şu sonuca varacağız: Kapitalizmin sürekli üretmesini sağlayan iki grup arasındaki ilişkidir: İşçi ve işveren (Marksist terimler olarak proletarya ve burjuva).
Pekiyi Hegel’in Hukuk Felsefesi’nden bakacak olursak ne görürüz? Ücretli emek, bir anlaşmadır. İşçi ile işveren arasında gönüllü bir anlaşmadır. Bu nedenle Marx’ın da Kapital’de açıkça dile getirdiği gibi kapitalizm, bir diğer anlamda artı değer sömürüsü, özgürlüğü gerektirir. İşçi özgür olsun ki emeğini özgürce satsın. Aksi takdirde hükümranlığın ve feodalizmin içinde buluruz kendimizi (ki bu da kapitalizm değil, çok daha gelişmemiş bir sömürü biçimidir). Bakkala gidip iki ekmek almak gibi işveren de işçiden emeğini satın alır.
Görüldüğü gibi proletaryayı var eden (kavramsal olarak) koşul, emeğini satmaktan başka çaresi olmamasıdır. Bu bir özgürlük müdür halen? Evet. Burjuva ise üretilen artı değere konar. Çünkü haklı olarak üretim araçlarına sahiptir. Dolayısıyla burjuvanın varoluşu diyalektik içinde proletaryayı gerektirirken proletarya da her zaman var olmak için burjuva sermayesine ihtiyaç duyacaktır. Bu diyalektik ilişki varoluşlar arasında bir çelişki olsa da sentezi doğuracak bir konumda değildir çünkü çelişkini altında yatan gizli bir sözleşme-uzlaşı düzlemi olarak “ücretli emek” yer almaktadır.
Öyleyse “Grev” nedir? Grev, kapitalist üretimin işçi inisiyatifiyle haklar karşılanana kadar durdurulmasıdır. Bir hak talebi ültimatomudur. Devrimci bakış ile bakarsak bu eylem diyalektik ilişkiyi senteze götürür ya da kutuplardan birini ortadan kaldırır mı (kutuplardan birinin ortadan kalkması diğer kutbun varoluş koşulunu da ortadan kaldırır)? Cevabımız “hayır” olacaktır. Grev, kapitalist üretim biçimini olumlamaktan ileri gitmez. Anlaşmayı bozmak, ücretli emeği reddetmek değil, ücretli emeği kabul koşullarını revize etmek için savaşmaktır. Grevin hiçbir devrimci tarafı yoktur. Kapitalist ilişki için vazgeçilmezliğini perçinler sadece proletaryanın. Kapitalist üretimin devamı için emeğine ihtiyacı olduğunu ücret ödeyene hatırlatarak kapitalist ilişki koşullarını yeniden talep ve tahsis eder. Bu bağlamda hiçbir biçimde diyalektik ilişkinin içinden çıkamaz, aksine ilişkini vazgeçilmez unsuru olarak devam edebilmek için üretken olmayan bir güç kullanır.
Politik eylem olarak grev ne arzu üretir ne de toplumsal bir emek ürünü. Politik eylem olarak grev ancak Kazova olur ki o da üretimin tarzını değiştirmiştir. Farklı ilişkiler yaratmıştır. Kazova bir üretim ilişkisi yaratmıştır ancak bahsettiğimiz kutuplardan biri yoktur burada: İşveren. Grev ise bu kadar yetkin ve pratik olarak bu kadar dolu değildir. Grev, edilgenlik için beklemek iken Kazova etken bir müdahaledir. Ufak ölçekli bir müdahale olarak her ne kadar “üretim araçlarının ele geçirilmesi” olarak görülse de daha geniş ve daha doğru anlamda bir “üretim aracı el değiştirmesi”nden çok daha fazlası, bir ilişki üretimidir. Hem bir üretim hem de hayat, duygu üretimi ilişkilerinin daha önce pratikte görülmediği tarzda bir üretimidir. Yeni bir yaşamdır.
Grev ise sürekli kötüleşen mevcut koşulların az biraz iyileştirilmesini talep eden ve normalleştiren, dolayısıyla kapitalist üretimi de normalleştiren, iktidarı kabul eden bir eylemdir. Bir direniş alanı yaratmaz, yeni bir hayat kurmaz. Aksine zaten kabul edilmiş ve insanların sözde “refah” ve “özgürlük” içinde yaşadığı hayatın kesintiye uğratılması, devamı içinse kendi gerekliliğinin olumlanmasıdır.
Pekiyi direniş alanları Kazova örneğinde olduğu gibi nasıl yaratılır? Temel sorun, her ne kadar mikroskobik bir bölge kurtulmuş olsa da vebalı bedenin ortada olduğu ve mikrobunu saçmaya devam ettiğidir. Mikroba nasıl yakalanılır (biyo-politika) ve mikroba karşı nasıl direnilir (farklı ilişkiler)? İşte bedeni mikroptan kurtarmanın tek yolu bu sorulara cevap aramak, her şeyi tekrar yerli yerine koymaktan, doğru stratejileri belirlemekten geçer.
(Yukarıdaki kısmı kaleme aldığımda Metal İşçileri grevi gündemde yoktu ve Bakanlar Kurulu kararıyla ertelenmemişti)
Bu süre zarfında hükümet tarafından ertelenen ikinci büyük grev olarak metal işçileri grevi konusuna da değinmekte fayda var. Bilindiği gibi Birleşik Metal-İş grevi 30 Ocak 2015’te hükümet tarafından ertelendi. Cam işçilerinin (Kristal-İş) grevi de Haziran aynıda “genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte” olduğundan ertelenmiş ve sönümlenmişti. Örgütlenen işçilerin temsilcisi durumundaki Birleşik Metal-İş Sendikası ertelemenin ardından sitesinden bir açıklama yaptı. Retorik olarak alıştığımız sermaye karşıtı söylemlerin yer aldığı metinde öyle bir paragraf var ki tüm metnin ne düzlemde ve hangi kaygılarla, hangi düşüncelerle yazıldığını gün gibi ortaya koyuyor:
“[…] Kendilerine dayatılan ücret zamlarını ve çalışma koşullarını kabul etmeyen on binlerce metal işçisinin grev yolu ile hak arayışı ertelenmemiş ortadan kaldırılmıştır. Bakanlar Kurulunun kararı, Danıştay tarafından iptal edilmedikçe yeniden grev başlayamaz. Bu nedenle erteleme değil hak gaspı söz konusudur.”
Bakanlar kurulunun bu tip kararları çok da çaba sarf etmeden, büyük ihtimalle belge altında imzası olanların yan yana bile bulunmadan alındığı aşikâr. Diğer taraftan greve çıkmak ve fabrikaları örgütlemek için onca çaba harcayan, her türlü tehlikeyi ve bedeli göz önüne alan işçilerin çabası da önümüzde duruyor. Böylesine büyük bir greve hazırlanmak çok büyük emek gerektirir. Hükümetin ya da temsil ettiği sermayenin ise bu emeği yok sayması alışkanlıkları olduğundan oldukça kolay oluyor. Bu dakikadan sonra, 60 gün ertelenen grevin ne aynı coşkuyla ne de aynı şiarla yapılamayacağını geçmişteki örneklerden de gördük.
Gelelim asıl soruna: Grev oyununun kurallarının işçileri her fırsatta ezen burjuva devletinin ya da egemen güçlerin birleşme noktasında bulunan devlet tarafından belirlendiği ve hakemin de aynı devlet olduğu işçilerin temsilcisi durumundaki sendika tarafından kabul edilmiş bulunuyor. Öncelikle sendika tarafından yapılan açıklama, sendikanın, dolayısıyla işçilerin, direniş sürecinde hiç söz sahibi olmadığı, nihai karar alma inisiyatifinin kendilerinde olmadığı ilan edilmiş. Erteleme süresinin sonunda hükümetin talep ettiği gibi bir grev yapılmayacak ama hükümetin istediği gibi erteleme yapılacak. Burası kesin. Grev yapma zamanı ise sendika tarafından bir de Danıştay’ın kararı iptal etmesine bağlanmış. Yani hukuki olarak bir hak zemini aranıyor ama hukukun egemen hukuku olduğu bilinse de bu söylenmiyor. Adeta yarım ağızla hükümetin sözü dinlenmiş ama işçiye de mücadelenin devam edeceği söyleniyor. Bu yanılgının en büyük yardımcısı da işte o “sermayeye karşı biz haklıyız” retoriği. Evet, biz haklıyız. Öyleyse bir hakeme de arabulucuya da gerek yok. Olacaksa da bu iktidarın belirlediği kurallarla olmayacak. Çünkü egemenin iktidarı kendini zaten bizlerin kaybetmesi ve ezilmesi üzerinden var eden bir ilişkidir. Grevin tüm etkisi sönümlendikten sonra mücadelenin seyri mücadeleyi verenin değil, mücadeleye karşı mücadele verenin belirlediği koşullarda ilerliyor.
Grev, kendi başına bir etki yaratıyor, bir birliktelik, bir mücadele kuruyor ancak bu ne süreklidir ne de devrimci bir müdahaledir. Bunun sebebi ise koşulların bir uzlaşı zemininde düzenleniyor olmasıdır. Grev bir uzlaşı zemini ve çelişkiyi sürdüren bir harekettir. Büyük bir grevin etkisi sadece güç ilişkilerinde dengeyi bir miktar işçiden yana kaydırmak olsa da devrimci bir girişim değildir. Sendika tutumundan görüldüğü üzere onca işçinin emeğinin devlet kararına bırakılması işçileri acilen harekete geçirecek zorunlulukları ortaya çıkartır. Bu zorunluluk sendika temsilinin ortadan kaldırılması ya da boşa çıkartılmasıdır. Metal işçilerinin neredeyse tamamı hükümet kararını ve grev yasağını tanımazken sendikanın tanıması işçilerin tüm direnişini kıran bir tutumdur. Sendikanın zaten işçilerin oluşturduğu bir kurum, dolayısıyla onların isteklerine öncü olması gerekirken işçilerin önünde onlardan bağımsız işlemektedir. Sendikal sorunu ve sendikanın yer aldığı oyunun kurallarının da devletçe belirlendiği, hakemliğinin de devletçe yapıldığını ve sendikanın da bunu kabul ettiğini gösterdikten sonra temsil sorununa geçebiliriz.
Temsil öyle bir sorundur ki sendikaya üye binlerce işçinin iradesi, o işçileri temsil eden bir kurumca hiçe sayılabilir. Ve öyle bir sorundur ki 3-5 kişinin kaleme aldığı ajitasyon metni binlerce işçinin sesinden çok daha gür çıkıp onları bastırabilir. Gerçek eylem, sendika kararını hiçe sayıp fabrikalarını işgal eden işçilerin eylemidir. Emeğini, ekmeğini ve hakkını başkalarının eline bırakmayan, emeğini başkasının ölçmesine ihtiyaç duymayan işçilerin eylemi…
Beyaz Yakalılar ve Biyo-politika
Biyo-politika, toplumsal güç ilişkilerini anlamamızda bize oldukça faydalı olan ve Foucault tarafından literatüre sokulmuş bir kavramdır. Temelde ise anlamı şudur: daha önceleri iktidar, insanlar üzerindeki iktidarını doğrudan onların bedenleri üzerinde uygular, onları teker teker bireyler olarak ele alırken artık daha kitlesel bir biçimde, bireylerden farklı olarak nüfusa odaklanır. Artık kullanılan ve üzerinde iktidar kurulan kitleler, nüfus üzerinden kontrol edilir. Politikanın artık bedenler üzerinden değil, yığınlar üzerinden yürütülmesi demektir. Daha çok çalışsın diye kırbaçlanan köle ile daha çok üretsin diye daha çok Alman gencine ihtiyaç duyan Hitler arasındaki farktır biyo-politika. Daha önceleri elinde yaşam ve ölüm olan iktidar, eline artık hayatı almıştır ve istediğine yaşama hakkı değil de daha uzun hayat olanağı verirken istemediğini öldürmek yerine sadece ölüme terk eder.
Psikoloji, sosyoloji, istatistik ve benzeri disiplinler de toplumdaki bireylere odaklanmak yerine toplumsal olgu denen daha büyük hareketlere odaklanıyor ve toplumu tek tek bireyleri üzerinden değil ama daha büyük kontrol mekanizmaları üzerinden şekillendiriyor. Pekiyi bu dokunmadan etkilemeyi, bir parametre değişikliğiyle kocaman insan topluluklarını sıraya sokmayı, terbiye etmeyi kim yapıyor? Elinde sihirli değnek olan koca bir iktidar sahibi yok. Emri altındaki binlerce kişiye “Bunları böyle yönetin, şunları da şöyle yönetin,” diyen bir organizatör de yok. Pekiyi kim var?
Daha önceleri sadece emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan insanlar vardı. Sonra sermaye ve uzmanın egosu geldi ve kol emeği ile kafa emeğini birbirinden ayırdı. Biri düşünmeden(!) üretirken diğeri düşünerek çok daha fazla ürettiriyordu. Birine mavi yakalı dediler, diğerine de beyaz yakalı. Beyaz yakaya kravat daha çok yakışıyor, takım elbise sırıtmıyor, plazalar onları hoş karşılıyordu. Bunlar bilgiyle oynayan ve verimi de bilgiyle arttıran insanlardı. Taylorizmin kutsadığı zihinler. Ufak bir matematiksel denklemle, ufak bir kestirme, olasılık ve istatistikle çıkarım yaparak, muhasebe işlemi sonucunda ufak bir kesinti fikriyle sistemi etkileyen, o etkilenimden sonra da değişen sistemin daha fazla ürettirmesini sağlayan insanlardı. Artık sanayi alanında çalışanların yüzde bazında büyük oranda yerini almış hizmet ve finans sektöründen kişilerdi. Bunlar, kendileri de bir “tip” parametre içinde yer alan ve kendilerinin de etken ama çok çok ufak bir etken olduğu verileri değerlendiren, toplayan, işleyen ve sonuçlar çıkartarak verimi arttıran, verimin düştüğü yere yine disiplin içindeki yöntemlerle müdahale eden insanlardı. Bunlar bankaların daha çok kazanması için en uygun kredi faizini belirleyen, taşımacılık maliyetini düşürmek için en uygun algoritmayı yaratan, en ucuz taşımacılık şirketiyle anlaşan, insanların bir ürünü en çok hangi yemekle tükettiklerini bulabilmek için araştırmalar yapıp raporlar hazırlayan ve o ürün ile o yemeği aynı sofrada gösteren reklamlar çeken, en çok para kazandıran mekânları bulabilmek için izleme yöntemleri keşfeden, daha ucuza çimento imal edebilmek için yeni formülasyonlar ve bileşikler geliştiren, her şeyi bir akla uygun olarak sistemleştiren ücretli işçilerdi. Neyi tam olarak neden yaptığını bilmeyen ve bir konuda uzmanlaşmış, sistemin önemli bir kısmını tasarlayan ancak göremeyen askerlerdi.
Tüm amaçları veri toplamak, düzenlemek, analiz etmek, sonra da en uygun biçimde uygulamaktı. Bu bilgilere erişim hiçbir zaman bir alttakinin yetkisi dâhilinde değildi. Piramidin yukarısındakiler sadece bunu bilebilir, kullanılacağı yerleri belirleyebilirdi. İşte o noktada insanların daha verimli çalışabilmesi için en uygun sağlık sigortasını, o meslekte karşılaşılan hastalıkların yoğunluğuna bağlı olarak planlanırdı. Yönetim için teknik bilgi bu grubun en büyük özelliğiydi. Nüfusu şekillendirecek determinizmi ortaya çıkartan kişilerdi. Aynı zamanda bunun yürütücüleri de.
Hakikat, olan değil, üretilen bir şeydir. Platon’un dediği gibi idealar dünyasında sadece filozofun erişebileceği rafta değil, Thrasymachus’un dediği gibi güçlünün işine gelendi. Güçlü değiştikçe hakikat de değişti. Değerlerin anlamı her iktidar tarafından yeniden belirlendi ve sürekli bir iktidar ve hakikat oyunu yaşandı. Beyaz yakalı işçiler, şimdi egemen olan hakikatin üreticisi ve bekçisi konumundalar. Bilgiyi üretip anlamlandıran, amacını belirleyenler onlar. Dolayısıyla hakikat de onların emeğiyle üretiliyor isteseler de istemeseler de.
Dolayısıyla bu üretim biçimi ve ilişkileri altında “Danıştay kararı” gibi bir hukuk kararının egemenlerin hukuk biçimleri ve idaresi altında alınacağını, bu hukuksal biçimin egemen olan bilgi alanıyla ve pratikleriyle, yönetim teknolojileriyle üretildiğini, sendika tutumunun ise mevcut egemen hukukun sol tabirle “burjuva hukuku”nun ezilenler için çalışmasına bel bağlamak olduğunu akıldan çıkartmamak gerekir.
Veri madenciliği ve Bilişimcilerin Rolü
Herkesin ekmek parası kazanmak için kod yazdığı günlerdeyiz. En çok para edense en çok para kazandıracak bilgiyi üretenin ürettiği. Bu noktada “çat” diye veri madenciliğine tosluyoruz. Binlerce ton kömürün arasından elmas parçası çıkartmak gibi terabaytlarca veri içerisinden anlamlı bir sonuç çıkarmak bugünlerde çok para getiriyor. Veri madenciliği de tonlarca veri içerisinden anlam çıkartmanın disiplini oldu.
Elbette bu tonlarca verinin nereden geldiği etik bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Her cep telefonunun içinde yer alan “analytics” her hareketini üreticisine raporlarken, “daha iyi deneyim için” her yerden konum birilerinin sunucularına gönderiliyor. Kullanıcılar “hizmet geliştirme programları”na katılıyor, uygulama yüklerken her şeye erişime izin veriyor. Tuvalete giderken bile cep telefon numarası ve kullanıcının mesleğini, doğum tarihini öğrenmek isteyen binlerce şirket var. İzlenilen her kanal, televizyonunda girilen her uygulama, internette dolaşılan her sayfa “log”lanıyor ve bu özel hayatın ihlali olarak anlamlandırılmasın diye buna “anonymous data” deniyor. Google akıllı ev teknolojileri üreten bir şirketi satın alıyor ve kullanıcının evde suyu kaç derecede ısıttığı, hangi saatlerde lambanın açık olduğu vs. gibi bilgileri öğreniyor. Akademik olarak da DeepMind ile milyarlarca parça parça veriden çok daha anlamlı bilgiler üretmek için milyar dolar harcıyor. Her uygulama “resimlerinizi sunucumuzda saklayın” diyor. Robot olmadığımızı göstermek için güvenlik resmi girerken bile insanların ev kapı numaralarını deşifre ediyoruz.
İlk bakışta bu bilgiler sonuçta insanların karşısına dosya dosya gelmiyor ancak o ülkenin o bölgesinde yaşayan kişilerin sabah kaçta kalktığından, hangi renkleri tercih ettiklerine kadar her türlü bilgi çıkarılabiliyor. Elbette bu bilgi saklandığı gibi satılıyor. Yani siz farkında olmadan sizinle ilgili bilgiler başkalarına satılarak bu bilgiler doğrultusunda üretilenler size tekrar satılıp kâr ediliyor. İşte kapitalizmin teknoloji ve akademiyle iş birliği!
Üniversiteler artık ürettiklerini piyasaya satıyor. Elbette bu insanların yararına mı tartışılır (ve sonuçta yararına olmadığına kanaatine varılır). Ama tartışılmaz olan bu akademik üretimin sermayeye satıldığı.
Fikrin ticarileşmesi ve ticari kazanım için fikir üretimi artık sadece sermaye sahibi tarafından değil, basit bir beyaz yakalı işçi tarafından yapılıyor. Hem de akıllı telefonu ve dizüstü bilgisayarı sayesinde tuvalette, yemek yerken, hatta rüyasında bile sermaye için fikir üretiyor, işini hayatının her anına koyuyor. Elbette benzeri bir üretimin akademisyenlerce yapıldığını da göz ardı etmemek gerekiyor. Sermaye-akademi işbirliği içerisinde bilgi, paraya dönüştürülüyor ve para olarak karşılığını bulamayacak bilginin değersizliğinin “gerçekliği” yaratılıyor.
Bilginin hakikati ürettiğini ve akıl almayacak yöntemlerle toplanan büyük verilerin nasıl paraya dönüştürüldüğüne baktık. Genelde birileri para kazanırken ses çıkmaz. Kendi üzerinden para kazanılıyor olsa da insanın. Hesabınızdan her gün 1 kuruş alınsa ne olur ki? Herkesin hesabından 1 kuruş alınsa zengin olunur da sonuçta senaryo bu. Sanal dünyada da kim kime dokunur ki?
Doğası gereği sürekli gelişen teknoloji ve teknolojik bilginin kullanımı sorunu durumu daha da vahim hale getiriyor. Teknolojik gelişmeler, biyo-politikanın uygulanmasını çok daha efektif bir biçimde destekliyor. Biyo-politikanın siyasete uyarlanması doğrudan kişi hakları üzerinde bir baskı yaratacaktır. Sermaye aygıtı olarak devletin bu bilgilere sahip olması, her anınızın kontrol altında bulunması ve yaşadığınız mekânların kontrol altında tutulması da bu gelişen disiplinin amaçlarından sadece biri. Nüfusun kontrolü, kentin düzenlenmesi, AVM’lerin planı, yolların nereye çıkacağı, kentsel dönüşüm planları, 3. Köprü projesi gibi değişiklikler hep biyo-politikanın araçlarını oluşturan bu disiplinler ışığında yapılmaktadır.
Toplumun Mimarı Olarak Ücretli Mahpuslar ve Çabucak Geçecek Kırk Yıl
Görüldüğü gibi temelde akademinin artık meslek edindirme kurslarına dönmüş olmasının da etkisiyle akademik bilginin teknik bilgiyle etkileşiminin işçilerce sermaye için kullanılıyor olması etkin, hızlı ve verimli üretim ve sömürünün, doğru ve tutarlı veri elde etmenin ve bunları işlemenin ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu bilgilerin değerlendirilerek yine şirketin çıkarları doğrultusunda kullanılması gerektiği her ne kadar muhalif olsa da her işçinin birinci ve içselleştirdiği görevidir. Bu görevi özellikle bilişim çalışanları son birkaç on yılda ivme kazandırarak yerine getiriyor olsa da temelde bu tüm beyaz yakalıların görevidir.
Sermaye-devlet işbirliği içinde bu tip verilerin paylaşımı, sermayenin düzenlediği hayattan çıkmaya karşı devlet kırbacı olarak kullanılacak: http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/28035602.asp. Devlet ve sermayenin varlıkları ve etkinlikleri hiçbir şekilde ayrı görülemez. Devlet, sermayenin bir uzvudur. Sermaye toplumu düzenlemek için her zaman biyo-politikayı çalıştırırken (zaten veri kullanımının şirketler için ne kadar önemli olduğunu gördük) biyo-politik iktidarından kaçma noktasında daha disiplinci olarak devleti çalıştıracaktır. Bunun dışında şeklen devlet ve sermaye ayrı gözükür ve ikisi de olağan durumda toplumu düzenlemek için biyo-politik süreçlere ihtiyaç duyar.
İşte bu süreçleri yöneten ve düzenleyen mikroskobik etmenler olarak her beyaz yakalı işçi toplumun gizli mimarıdır. Çok fazla sayıdadırlar ama hepsi aynı yöne giderler. Bilimin birikerek ilerlemesi gibi, farkı kişilerin icatlarının koca havuzda birikmesi gibi geminin yelkenine aynı yönde üfürürler.
Toplumsal statüleri geçen yıllara oranla sayılarının da artmasından dolayı her ne kadar kaybediliyor olsa da beyaz yakalılar kendilerini işçi olarak görmemekte direnirler. Sistem içinde daha iyiyi hak ettiklerine dair inanç radikal değil, düzenlemecidir. Hatta kabul edilemez koşulları normalleştirdiklerinden ötürü mahpusluklarını bireysel çalkantıları içinde sindirmeye çalışırlar. Çünkü toplumsallık yerine bireylik bu grupta çok daha baskındır. Çalışma alanlarının yapılandırılması, iş konusunda uzmanlaşma, rekabet, ayrıksılık, kısa periyotlarla çalışma sıklığı, kolay iş değiştirebilme ve kimi zaman güvencesizlik, terfi olanakları gibi durumlar bireyselliği ön plana çıkartan meşru sebepler olarak algılanabilir.
Toplumun gizli mimarı olan bu kişiler muhtemelen toplumun gizli mimarları olduklarını kendileri de bilmiyorlardır. Hayattaki amaçları genelde üst düzey yönetici olmak ya da emekli olup tatil yapmak olan beyaz yakalılar emeklilik yaşı olan 65’e kadar gecesiz, gündüzsüz, zorunlu fazla mesai ve mobbing, baskı ve endişe altında o masa başında o ekranda tam tamına 40 yıl oturacakları gerçeğiyle yüzleştiklerinde ve genelde hayatı yaşamak adına aldıkları ücretin tadını çıkaramadıklarını anladıklarında girdikleri bunalımı psikologlarla bastırmaya çalışsalar da sorunun aslında psikanalitik değil de şizoanalitik olduğunu öğrenemeden hayatlarına ya memnuniyetsiz ama kabullenmiş ya da yalancı bir mutluluk içerisinde devam ediyorlar. Bu tıpkı Guattari’nin “Kapitalizm ve Arzu Üzerine” 1973’te yaptığı röportajda söylediklerine benzer: Metroya bindiğinde dayanamayan, televizyon izlediğinde savaş görüntülerine tahammül edemeyen kadını anne-babasından bahsetmeye zorlayan psikiyatr. Ama sorun orada değil.
Performans, Rekabet ve Patronların Tasfiyesi
Fabrikada, iş yerlerinde ve okulda başarıyı ölçme, emeği ölçme yöntemlerinin günümüzde özellikle de plazalarda öne çıkan biçimi “performans değerlendirmesi” kıstasları olmuştur. Plazalara bu kadar önem vermemizin sebebi, ekonominin, ne kadar maddi bir emek olmasa da büyük oranda artık değerin ve neredeyse tüm artık değer üretim teknoloji ve metotlarının üretildiği yerler olmasıdır.
Zaten kapitalist üretim süreci içerisinde emeğin ölçütü toplumsal emek zaman idi. Buna benzer biçimde plazalarda da aynı yöntemle hesap yapılır. Performansın ölçütü şirket için ne kadar çalıştığındır. Normal şartlar altında 8 saatlik iş günü, performans kıstasları doğrultusunda ortaya çıkan “özveri” ile artar. Şirket için ücret alarak ya da almadan yapılan fazla mesai çalışanlar ve patronlar gözünde “özveri”dir.
“Özveri”nin ne anlama geldiğini anlamak için biraz ekonomi-politik kavramlarına göz atmakta fayda var. Ücret, yapılan iş karşılığında alınan para iken emeğe karşılık gelir. Emek bir meta olarak alınır ve karşılığında ücret verilir. Kapitalizmi doğuran şey ise artık emek sömürüsüdür. Artık emek, karşılığı ödenmeyen fazla çalışmadır. Birçok kişi çalıştığı için işverene bir “minnet” duyma eğiliminde iken fazla mesaiyi meşrulaştırır. Bir işçi, bir işgününün mesela 2 saati içinde ürettiği değerle şirketin kendisi için harcamış olduğu kaynaklar ile ödemiş olduğu ücreti karşılayabiliyor. Yani 1 ücretli işçi 2-3 saat çalışması karşılığında işverene, harcadığı hammadde ile beraber işçinin günlük ücretini kazandırıyor. Ancak işveren her ne kadar işçi çalıştırıp meta ürettirerek 2-3 saatte gelir ile giderini dengelemiş olsa da yapılan ücretli emek antlaşması üzerinden işçi ile 8 saatlik işgünü üzerinden anlaşıldığı için, işçi, kalan 5-6 saatte işverenin hesabına çalışır. Yani X lira maaş alan ve meta üretimi için 2x liralık hammadde kullanan işçi, patrona 3 saatte 3X lira para kazandırırken (patron bu sırada 3X lira para harcar), kalan 5 saatte işçi patrona 5X lira para kazandırır (patron bu sürede para harcamaz). İşte oluşan bu 5 saatlik artık değerin patron tarafından sömürülmesi, ancak işçiye bunun karşılığının 3 saat olarak verilmesi artık değerin sömürüsünü gösterir. Plazalarda ücret alınarak ya da alınmadan (ücretsiz fazla mesai çok daha yaygındır) yapılan bu fazla çalışma işçinin hayatından alıp patronun kasasına koymasıdır. Elbette burada normal çalışma süresi de aynı eleştiriye tabidir. İşte burada “özveri” olarak adlandırılan şey, işçinin hayatından feragatidir.
Performans kıstasını fazla mesaiye bağlamak, patron için ne kadar can vermişsen o kadar iyi olduğunu göstermek işçiler arasında bir rekabet yaratır. İş bölümü ve uzmanlaşma da rekabeti artırıcı unsurlardır. Performans testlerinde başarılı olmak adına fazlaca çalışan işçi dolayısıyla bildiği işleri hızlıca yapmak isteyecek, diğer taraftan zaten üretim bandındaki hızı artırmak adına işbölümünü payanda alan kapitalizm, işbölümüne dayalı çalışmalarda teknik bilgi sorununu ortaya çıkartacaktır. Uzmanlık içerisinde oluşturulan teknik bilgi, işbölümü sayesinde farklı birimlerde ve farklı kişilerde yoğunlaşır. Farklı uzmanlık alanları birlikte çalışma olanağını azalttığı gibi yüksek performansın gerektirdiği rekabet, bilginin paylaşımını da önler. “Fazla” ya da “ortalamanın üstünde” gibi değerlendirmeler ancak kıyaslama ile mümkün olur. Kıyas için ise en az iki aynı tip değere ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla başarılı olmak için ya başkalarından ya da ortalamadan yukarıda olmak gerekir. Böylesi bir durumda teknik bilginin paylaşılması ortalamayı artıracağı gibi paylaşanın göreceli performansını düşürür. Bu durumda işyerinde bireysellik ve rekabet ortaya çıkarken rekabet içerisinde fazla çalışma ve fazla mesai yapılır. Bu sadece kişinin kendi performans kaygısıyla olabileceği gibi “mobbing” adı verilen yönteme de maruz kalması sonucu olabilir. Hatta bu değerlendirmeler sonucunda çoğu zaman fazlaca fazla mesai yapmış birisinin performansı diğerlerine oranla düşük bile çıkabilir. Bu demektir ki şirketin beklentisi iş akdinde bahsi geçen iş tanımına bağlı olarak üzerine düşenin yapılması değil, üzerine düşeni ve çok daha fazlasını zamansızca ve mekânsızca, şirket için yapmak, hayatını şirkete adamaktır.
Kontrolün bedenler ve hayatlar üzerindeki etkisi ise çok bariz bir biçimde “mobbing”de görülebilir. Disiplinci bir iktidar olmaksızın, aynı durumdaki çok sayıda bireyin birbirlerinin davranışlarını ve yönelimlerini kontrol ederek fazla çalışmaya, kendi deyimleriyle “özveri”de bulunmaya yöneltmesidir. Mobbing koşullarında işçi ya diğer işçilerle çatışacak ve kutuplaşma olacak ya da isteği ve arzusu dışında kaybetmeye zorlanacaktır. Fazla mesai kaybetmektir, çünkü antlaşmanın kabul edilen ve uzlaşılan şartlarının dışında sözleşmedeki karşı tarafa (işverene) emek cinsinden ödeme yapmaktır. Ücretin karşılığından fazlasını her iki durumda da zorla vermektir. Ancak mobbing durumunda hınç sermayenin üzerlerinde özneleştiği diğer işçilere yönelik olacak ve asıl düşman flulaşacaktır. Benzer bir hınç bu defa mobbing uygulayan işçide anlaşmadan fazlasını uygulamak istemeyen işçiye karşı “oyunbozanlık” ya da “biz özveride bulunurken sen neden çalışmıyorsun?” serzenişiyle oluşacaktır. Bu da emek-sermaye diyalektiğini ve çelişkisini artık sınıflar ya da statüler üzerinden değil ama aynı sınıf ya da statü içerisinde oluşturulan farklı öznellikler üzerinden kuracaktır ve yeniden üretecektir.
Biyo-politik stratejilerin kullanılması iktidarın yeni bilgi alanları yaratmasını sağladığı gibi iktidarın suretinden öznelliklerin de yaratılmasını sağlamaktadır. Bu ilişkiler ve çelişkiler büyük analizlerdeki gibi kopuk ve kutuplaşmış değil, artık aynı beden içinde bile olabilmektedir.
Emeğine yabancılaşan insanın kendini üretebilmesi için kapitalizm dışında bir hayat kurması gerekmektedir. Yaptığı şeyin kendini tanımasını sağlaması, böylece öznelliğini etkinliğinde kurması gerekmektedir. Her ne kadar hafta sonları kurslara gidip hobilerinin olması, kendine zaman ayırmak insana bunu bir miktar sağlasa da aslında değişmeyen üretim ve iktidar ilişkileri bunun (bu kaçışın) sadece suni bir “teneffüs” olarak sağlar. Sermaye, yaratımı yabancılaşmaya dayanan bir ilişkidir, düzlemdir. Dolayısıyla yabancılaşmaya karşı yabancılaşmama ya da kendilik pratikleri hayatın sadece sermaye dışı alanında ortaya çıkıyor görünse de hayatın sermaye dışı alanları toplumsallık içinde kurulamamıştır. Günün en verimli saatlerinde yabancılaşmayı üreten bir düzlem için emek harcayıp molalarda günah çıkartmak yeni bir toplumsal ilişki biçimi kurmak değildir. Sermaye içerisinden sermayeye karşı alternatif bir hayat üretimi değil, bireyselliği kutsayıp yabancılaşmaya rahatlamış olarak yeniden başlamaktır.
Bireyselleşmeye ve uzmanlaşmaya karşı sistemin tasarımını ve sistem tasarımını sağlayan teknik bilgiyi paylaşmak, yardımlaşma ve işbirliği, örgütlenildiği takdirde “performans” stratejisinin altını boşaltacak ve sistemin çalışmasını iyi derecede bilen çok sayıda işçi olmasını sağlayacaktır. Sistemin ve üretimin düzenlenişini bilen ancak teknik bilgiden yoksun patronlar/üstler, teknik bilgide uzmanlaşmış ancak işbölümü dolayısıyla düzenlemeden ve sistem yönetiminden muaf tutulmuş ve bulunduğu konum itibariyle de üst düzey sistem tasarım bilgisinin paylaşılmadığı işçileri sadece sistemin teknik parçası olarak görme eğilimindedir. Üretim süreci ve tasarımı, işbölümündeki işçilerde parça parça bulunsa da işçiler tüm sürece vakıf değillerdir. Patronların tasfiyesinin tek koşulu ise bu bilginin paylaşım yoluyla ilanı, işbölümünün gerektirdiği bireysellik ve rekabetten silkinerek dayanışma ile teknik bilginin üzerine iş yönetim süreçlerinin konulacağı otonom örgütlenmeleri aramızdan patron çıkartmadan yürütmektir.
Bu tip bir ilişki, sermayenin dayattığı ve artık değer üretimini performans üzerinden bireyselleştirerek artırmayı planladığı sürecin altını boşaltarak üretimde yeni ilişki biçimleri kurmaktır. Kazova örneğinde olduğu gibi patronsuz bir üretim mümkündür. Bu kolay değildir ancak strateji üretmek, oyun oynamak, kurnazlıklarla üst yönetimleri ve yönetimsel mekanizmaları çalışmaz duruma getirmek mümkündür. Pekiyi köklü bir değişim bu arayışın neresinde?
Kriz ve Seçimler
Gramsci’ye göre 1848 Devrimleri’nin Avrupa’da başarısız olmasının, kalıcı sonuçlar üretememesinin sebebi, Avrupa’daki devletlerde üst yapı kurumlarının yerleşmiş ve hegemonyayı kurmuş olmasıydı. Bu nedenle devrim sonucunda üretim araçlarının mülkiyeti el değiştirmiş olsa da hegemonyanın tahsis ettiği egemen ideoloji varlığını sürdürmüş ve değişen iktisadi koşulları bir süre sonra tersine çevirmişti. Daha önceleri değişmez bir yasa olarak kabul edilen “yapının üst yapıyı belirliyor olması” Gramsci’nin özellikle de faşist iktidarın gölgesindeki yaşamından ve toplumsal davranışları inceleyerek çıkardıklarıyla tepetaklak edilmişti. Üst yapı kurumları ve ilişkileri, yapıyı değiştirmeye muktedirdi. Tek taraflı bir ilişki yoktu.
Daha sonraları Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları”, Foucault’nun ise “dispositif” kavramsallaştırmalarıyla daha belirgin bir hâl alacak olan biri devleti diğeri iktidar ve egemeni analiz eden çalışmalarla problem daha da somutlaştı. Sadece üretim araçlarının el değiştirmesi ya da “devrim”, devrimin sürekliliği için yeterli değildi. Aynı biçimde yeni bir hayatın prototipi, kendilik pratiklerini üretecek mekanizmaları yaratmadığı sürece ufak bir aradan başka bir şey olmayacaktı.
İktidarın söylemi ve kurduğu bilgi alanının kesişiminde oluşan öznellikler iktidarın sureti dediğimiz kurgulardır. Dolayısıyla politikayı bir güç ilişkisi olarak okursak (ki tanımı bunu gerektirir), yapılması gerekenler, egemen söylem ve bilginin ürettiği öznelliklere karşı mücadele etmek, bunun karşısında farklı öznellikler oluşturmaktır. Bu öznellikler ve oluşabilecekleri düzlemin tahsisi ve sürekli pratik neticesinde ancak ve ancak herhangi bir radikal dönüşüm ayakları yere basacak biçimde sağlam kalacak ve toplumsal zeminini bulacaktır.
Yeni öznellikler ancak farklı ilişkilerle üretilebilir. Üretim ilişkilerinden insan ilişkilerine kadar güç ilişkilerinin içerisinde bu öznellikler ancak iş yerlerinde, fabrikalarda, sokakta ve evde farklı hayat tarzlarıyla oluşturulabilir. En basitinden işyerlerinde rekabeti ve fazla mesaiyi, fabrikalarda siren sesini, sendikal temsili, sokakta erkek egemen dili, evde baba figürünü, patriyarkal ilişkileri reddetmek, kadın-erkek işbölümüne alternatif yaşam tarzları, hayatlar üretmek gerekmektedir. Aksi takdirde devamlılığı teorik ve pratik olarak temellendirilmemiş hiçbir eylem ve mücadele kalıcı olmayacaktır. Bir anlık duygulanma olarak açığa çıkacak ancak devrimci bir müdahalenin devamlılığı sağlanamayacaktır.
Kapitalizmin ve devletin işte bu en büyük özelliği, yarattığı öznelliklerle hayatı yeniden üretmesidir. Her ne kadar direnişler olsa da kapitalizme karşı mücadele alternatif ve devrimci yaşam olmadan umut verici olmayacaktır.
Yunanistan’da Syriza zaferine giden yolda en büyük avantaj ülkedeki ekonomik darboğazdı ve bir kez daha ekonomik krizler ve seçmen potansiyeli tartışmaları gündeme geldi. Siyasette elbette ekonomik programlar önemli ancak şu da var ki küresel sermayenin iliklerine kadar işlediği bir dünyada salt iktisadi ilişkileri düzenlemek -hegemonyada gördüğümüz gibi- hiçbir zaman yeterli olmayacaktır. Seçimler ne demokrasiyi gerçek anlamda içerir ne de radikal politika açısından önemlidir. Ancak toplumsal dinamikler açısından önemini hiçbir şekilde de yadsıyamayız. Bir senaryo olarak seçimler büyük bir değişikliğin vesilesi de olabilir. Ancak bu değişikliklerin kalıcı olması ve gerçekten özgürleşme pratiklerini üretebileceğimiz olanakları yaratabilmesi için egemen söylem ve bilginin alternatif pratiklerle sürekli bir biçimde altının boşaltılması gerekmektedir. Bir ekonomik kriz toplumsal dinamikleri ciddi şekilde etkileyebilir, değiştirebilir. Hiç umulmayan bir sonuç çıkabilir. Temsili demokrasi elbette sorunludur ve alternatifleri vardır. Ancak her duruma karşı siyasette nihai amaç olarak seçimler koyulamaz. Yeni toplumsal ilişkilerin oluşturulması ve desteklenmesi aynı zamanda seçimlere bel bağlamayan ama seçim dönemlerinde gözlerini dört açan herkes için de temsil düzleminden çıkışı sağlayacak tek toplumsal süreçtir ve bir sonu yoktur. Üzerimize düşeni yapıp kenara çekilmek değil, üzerimize düşeni sürekli pratikle beslemek önemlidir. Rekabeti ortadan kaldırıp bireyselleşmeye karşı yardımlaşmanın ve paylaşmanın yanında olmalı, üretim alanında inisiyatifi ele almalıyız. Sokakta ve mecliste temsil hakkı verip susmak yerine hiçbir etki altında kalmadan konuşabilmenin tarafını tutmalı, evde, işyerinde ya da okulda işbölümünü reddederek her türlü bilginin peşinde koşmalı, birliklerimizi ve örgütümüzü yeni bir hayat için kurmalıyız.
Yeni bir dünyanın şafağı çok yakında olabilir, şafak için fırsatlar oluşabilir. Bunun için hazırlıklı olmalıyız. Atalette gelmeyecek şafak ise ancak toplumsal ilişki biçimlerini değiştirerek ve üreterek gerçek olabilir.
* Yazıyı gözden geçirmem sırasında beyaz yakalıları adeta günah keçisi ilan ediyor göründüğümü fark ettim. Şunu tekrar belirtmek faydalı olacaktır; beyaz yakalılar iktidar dispositiflerini ve yönetim teknolojilerini üretmede ciddi bir güçtür ve ayrıcalıklı bir konumu vardır.
31 Ocak 2015
* Görkem GİRAY
Bilgisayar Mühendisi (Beyaz Yakalı İşçi)
İTÜ Siyaset Çalışmaları Yüksek Lisans Öğrencisi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.