Siyasal İslam’ın “pasif devrimi”nin son aşamasına geldiğimizi kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu pasif devrim tamamlandığında iyice belirginleşecek olan devlet biçiminin ise 1930’ların Alman faşizmine çok yakın bir “şey” olacağı ise bence kesin Genel seçimler hızla yaklaşıyor. Sol hareket yine yoğun biçimde tavrını belirleme tartışmalarına başladı. Bir de HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı var. Komşumuz Yunanistan’da yapılan […]
Siyasal İslam’ın “pasif devrimi”nin son aşamasına geldiğimizi kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu pasif devrim tamamlandığında iyice belirginleşecek olan devlet biçiminin ise 1930’ların Alman faşizmine çok yakın bir “şey” olacağı ise bence kesin
Genel seçimler hızla yaklaşıyor. Sol hareket yine yoğun biçimde tavrını belirleme tartışmalarına başladı. Bir de HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı var. Komşumuz Yunanistan’da yapılan ve sol (sosyal demokrat) bir partinin zaferiyle biten seçimlerin anlamı üzerinde, geriye doğru bakarak bile anlaşamıyoruz. İşimiz geçekten zor.
Bu zorluğun önemli bir kısmı bence belli bir düşünme yönteminden kaynaklanıyor. Bu izlenimimi desteklemek için somut örnekler vermekten, karşılaştırmalı bir yöntem analizine girişmektense ben kendi düşünme yöntemimi, belki de biraz sıkıcı olma pahasına sergileyerek ilerlemeye çalışacağım.
Seçim olayına nasıl yaklaşmak gerekir?
Bence (kendimi bir siyasi akım / örgüt / partinin karar organının yerine koyarak) düşünmeye, her şeyden önce “Durum nedir?”, “Seçimler hangi koşullarda yaşanıyor?” sorularıyla başlamak gerekiyor. Bu soruların ardından, “Bu seçimlerin bu durum içinde, verili ekonomik siyasi yapılar ve süreçler üzerinde belirgin bir etki yapma olasılığı / potansiyeli var mı?” sorusunu sorabilir, eğer “Evet var” cevabını alırsak “Biz bu etkinin hangi yöne, ne ölçüde gerçekleşmesini istiyoruz” sorusuyla devam edebiliriz. “Yok” diyorsak, katılan güçlerin bir analizini yapar sonra işimize bakabiliriz.
Bu sorulardan sonra, şimdi, düşünmeye devam ederken, hem bu seçimlerde, doğrudan ya da dolaylı olarak karşı karşıya gelen gerçek güçlere, hem de kendi güçlerimize bakmamız gerekiyor. Burada kritik soru iki yönlüdür.
Birincisi: (a) Bu seçimlerde, karşı karşıya gelecek güçlerin saflaşması içinde bizim yerimiz neresidir? (b) Bu güçlerin çatışma dinamiği içinde seçim sonuçlarının yapması olası etkiyi bizim istediğimiz yönde şekillendirecek gücümüz var mı? Eğer varsa, sorun, durumu doğru değerlendirdiğimiz varsayımına bağlı olarak ortadan kalkıyor. Durumu yanlış değerlendirdiysek, zaten ne karar alırsak alalım artık “kadere” (rastlantılara) tutsak olmuşuz demektir.
Eğer “Bu seçimlerin yapması olası etkiyi istediğimiz yönde şekillendirecek gücümüz yok” diyorsak, o zaman sorunun ikinci yönüne bakabiliriz: “Dışımızda birileriyle (gruplar /akımlar hatta bireyler) işbirliği yaparak bir güç çarpanı yaratır ve sonuçları etkileyecek düzeye yükselebilir miyiz?” Bu soruya cevap verirken, bu güçlerin siyasi-kültürel eğilimleri değil, “Seçimlerin sonuçları üzerinde etki yapabilecek gerçek güçleri var mı?” sorusu üzerinde yoğunlaşmamız gerekir.
Seçimlerin yaratması olası gerçek etkiler, bunları şekillendirebilecek olası gerçek güçler üzerinde değil de, karşımızdaki siyasi öznelerin siyasi çizgileriyle bizim siyasi çizgimiz arasındaki bir yakınlık veya bir uzaklık sorunu üzerinde yoğunlaşırsak, düşünceyi eylemin önüne koymuş oluruz. Böylece kendimizi, ahlaki teorik kaygılarından dolayı, gerçekliğin var olan şekillenmesini beğenmediği için paralize olup kalan “güzel ruh”un, bazen trajik bazen de komik konumuna mahkûm ederiz.
“Durum” nedir?
Durumun Türkiye’yi de içine alan “genel” bağlamından, yalnızca ana hatlarını kısaca vurgulayarak başlayalım. Kapitalizmin yapısal krizi devam ediyor. Bu krizi yöneten, sorunları öteleyen ekonomik-kültürel model, 2007/8’de tükendiğinden bu yana bir “uzun durgunluk + deflasyon” diğer bir deyişle bir depresyon egemen.
Bu depresyonun etkileri ekonomik bölgeler, ülkeler arasında eşit dağılmadığı için uluslararası güçler dengesi değişmeye, ABD hegemonyası gerilemeye, büyük güçlerin düzen getirme, sorun çözme kapasitesi zayıflamaya devam ediyor. Bu “jeo-ekonomik”, klasik ismiyle piyasalar ve kaynaklar üzerinde emperyalist rekabeti hızlandırırken, bölgesel savaşlar, savaşlara açılma olasılığı yüksek istikrarsızlıklar sıklaşıyor.
Bu madalyonun öbür yüzünde, liberal demokrasinin meşruiyetini hızla kaybetmekte olması var. Düzenin merkez partilerinin zayıflaması hızlanırken, düzenin siyasi yelpazesinin sağ ve sol ucundaki akımları canlanıyor; kitlelerin siyasi refleks gösterme, sokak etkinliklerine katılma eğilimleri ve potansiyelleri güçleniyor; Neoliberalizmin eleştirisi kapitalizmin geleceğinin eleştirilerini de gündeme getirmeye başlıyor. Hemen yanı başımızdaki Syriza, biraz ilerde Podemos; karşılarında Altın Şafak, İspanya’da Frankocu akımların, Pegida’nın hareketlenmesi gibi örneklerin artma olasılığı giderek güçleniyor.
Bu resmin içine Türkiye’yi koyarsak, dış kaynağa bağlı ekonomik büyüme, büyük bir borç yüküyle artık tıkanmaya başladı. AKP Hükümeti’nin ekonomi politikaları, keyfi uygulamaları, başladığında çok sert biçimde yaşanacak bir ekonomik krizin mayalanmasını hızlandırıyor. AKP Hükümeti’nin ülkeyi derin bir kültürel siyasi değişime zorlayan iç politikası, hem egemen sınıflar arasındaki dengeleri sarstı, hem de egemen sınıflarla halk sınıfları arasında kurulu cumhuriyetçi “toplumsal mutabakatı” yıktı yerine yeni bir dinci toplumsal mutabakat inşa ediyor. AKP Hükümeti’nin dış politikası, ülkeyi yalnızlaştırdı, geleneksel müttefikleriyle ilişkilerini bozdu, tüm komşularıyla sorunlu bir konuma getirdi. IŞİD ile yapılan ideolojik, kültürel, askeri ekonomik işbirliği, ülkeyi bu grubun çalışma ve eylem alanı haline getirme olasılığına açtı. Kısacası bir ekonomik ve siyasi kriz olasılığından söz etmek mümkün. Ancak bu krizlerin mutlaka halk sınıflarından yana gelişeceğini varsaymak olanaklı değil.
Tüm dünyada yankılanan Kobanê Savunması, Kürt savaşçılarının, ulusal hareketinin (büyük güçlerden aldığı, büyük güçlerin emperyalist projelerine endeksli yardımla da olsa) radikal İslam’a karşı bir direniş çizgisi oluşturabilme bağlamında ABD ve Batı gözünde önemini, meşruiyetini arttırdı. Bu HDP’nin toplumsal imajı ve özgüveni üzerinde olumlu bir etki yaptı. Ancak aynı anda HDP liderliğinin kendi gücünü yanlış hesaplama riskini de gündeme getirdi.
Ülkedeki etkin siyasi ve kültürel güce, 2002’den bu yana devleti aşama aşama ele geçirmekte, dönüştürmekte olan siyasal İslam’a gelirsek karşımızda şöyle bir durum var. Birincisi hızla totaliter bir yasal-kurumsal yapı oluşuyor, daha da önemlisi bunu destekleyecek bir militan-dinci-otoriter siyasi kültür egemen kültür olmaya doğru hızla ilerliyor.
Siyasal İslam’ın lider kadrosu ülkenin bütünsel kontrolünü, bir daha parlamenter demokrasinin kısıtlayıcı bileşenlerinden, gelecekte seçim sonuçlarından etkilenmeyecek biçimde ele geçirmeye hazırlanıyor. Fiili olarak başlamış başkanlık sistemi, yasaları keyfi biçimde ihlal eden bir yönetim tarzı, yeni güvenlik yasası, grev ertelemedeki rahatlık bu resmin tamamlanması için genel seçimlerden alınacak sonucu bekliyor. Kısacası, siyasal İslam’ın “pasif devrimi”nin son aşamasına geldiğimizi kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu pasif devrim tamamlandığında iyice belirginleşecek olan devlet biçiminin ise 1930’ların Alman faşizmine, kültürel özgünlükleri dışında, çok yakın bir “şey” olacağı ise bence kesin.
Sol hareketin, (AKP ve siyasal İslam’ın işbirlikçileri hariç) bu resmin gündeme getirdiği tehlikenin ayırdında olduğu kolaylıkla söylenebilir. Ancak aynı sol hareketin, bu durumun önüne koyduğu acil görevlere, faşizme karşı mücadelenin tarihsel deneyimlerinin biriktirdiği derslere uygun biçimde davrandığı aynı kolaylıkla söylenemez.
Malumu ilan etmek olacak belki ama, Siyasal İslam projesini tamamlarsa, bunu izleyecek baskı ortamından solun kendini koruma olanakları bugün için yoktur. Örgütsel olarak yoktur, istihbarat kapasitesi olarak yoktur, kültürel duyarlılıklar olarak yoktur, fiziki saldırılara karşı korunacak, gerektiğinde, o çok güvendiği sokağı koruyacak, sürdürülebilir kılacak fiziki gücü yoktur! Eğer bu tespitlerde bir doğruluk payı varsa, Türkiye’de sosyalist hareketin bir uçuruma doğru gözü kapalı yürümekte olduğu söylenebilir. Bu yürüyüşü durdurmak, gözleri açarak hızla hazırlanmak için bu genel seçimler öncesi birkaç ay belki de köprüden önceki son çıkıştır.
Öncelik, kapasite, güç, seçenekler
Kısacası bu seçimlerden çıkacak sonuçlar açısından, AKP’nin tek başına hükümet kuracak, tek başına anayasayı değiştirecek ve başkanlık sistemine istediği gibi gidecek bir biçimde çıkmasının, “pasif devrim”in tamamlanmasının, totaliter bir devlet inşası sürecinin gerçekleşmesinin önlenmesi sosyalist hareket ve Türkiye halkı için yaşamsal bir önceliğe sahiptir.
Eğer Kürt siyasi hareketi bu sonucun kendisini etkilemeyeceğini, pazarlıklara devam edebileceğini düşünüyorsa büyük bir yanılgı içindedir. Bu genel seçimlerden AKP istediği sonucu alabilirse Kürt hareketini hem dini kanaldan hem de sınıfsal kanaldan ilerleyecek iki cepheli bir Kürt iç savaşı bekliyor!
Sosyalist hareketin hiçbir grubunun, örgütünün veya partisinin, gelmekte olan genel seçimlerin ortaya koyması olası sonuçları tek başına etkileme kapasitesi, gücü yoktur; Önündeki seçenekler ise HDP’nin seçimlere parti olarak girmeye karar vermiş olmasıyla da iyice daralmıştır. HDP’nin seçimlere girme biçimi kendi bileceği bir iştir. Ancak, bu biçimi belirlerken şunları yeterince göz önüne aldığından emin değilim. Birincisi, AKP için seçimlerde istediği sonuç alamamanın maliyeti kabul edilemez düzeyde büyüktür; HDP’nin meclise girmeyi başarması AKP’nin istediği sonucu almasını engeller. İkincisi, bugün geçerli oy sayma ve kaydetme mekanizmalarının manipülasyona çok açık olduğu geçmişte defalarca vurgulanmıştır; Seçim anketleri yapan kuruluşların AKP paralelinde hareket etme eğilimi, sonuçları bu paralele göre ütüleme alışkanlığı bilinmeyen bir şey değildir. Bu nedenle HDP için yaptıkları projeksiyonlara asla güvenilemez.
Tüm bunlara karşın, eğer HDP seçimlere parti olarak girerse, sosyalist hareketin tek hedefi HDP’nin barajın altında kalmaması için çalışmak olmalıdır. Kürt hareketinin, kendi ulusal çıkarlarını ve projesini, Türkiye’de özgürlükler sorununun önüne koymuş, iki ulusun halk sınıflarını birden temsil etmeyi amaçlayan bir siyasi hareket olmayı başaramamış, belki de hedeflememiş olmasının bir sonucudur bu ve bu seçimlerde, bence bahsi diğer kategorisine girer.
Bir kez HDP bu kararı verdikten sonra, durumun tüm olumsuz özelliklerine karşın sonuç alması olanaklı tek seçenek de, onu canla başla desteklemektir. HDP’nin barajın altında kalmasının maliyeti AKP ve Siyasal İslam’ın mutlak hakimiyetinin kurulmasının tamamlanması olacaktır.
Bunları yazdıktan sonra insanda devam etmek arzusu kalmıyor ama, yine de bu yazının projesi bağlamında düşünmeye iki hat üzerinden devam etmek gerekiyor. Birinci hat, HDP’nin seçimlere parti olarak girmesi halinde onu en etkin biçimde destekleme çabalarıyla, seçim sonrası ortama, patlak vermesi olası ekonomik siyasi krizin getireceği sarsıntılara hazırlanma çabalarını birleştirmekle ilişkilidir. İkinci hat da HDP’nin son anda tutum değiştirerek, seçimlere bağımsız adaylarla girme olasılığıyla ilişkilidir.
Dikkatle bakınca, bu iki olasılığı oluşturan kümelerin örtüştüğü bir alanın olduğu görülebilir: Her iki olasılıkta da sosyalist hareketin farklı kümelerinin hedeflerini ortaklaştırması, güçlerini birleştirmesi, mücadele ve savunma kapasitelerini arttırması gerekiyor: Hem HDP’yi en etkin biçimde destekleyebilmek hem de, HDP seçimlere bağımsız adaylarla girmeye karar verdiği taktirde, seçimlerde tutumunu, etki yapacak, bir güç çarpanı yaratabilecek biçimde oluşturabilmek için.
Bu örtüşme alanı bu genel seçimlerde sosyalist siyasetin yapılacağı alanın da merkezini oluşturuyor. Bu merkezi alanda en etkin tutumu oluşturabilmek için, sosyalist hareketin tüm bileşenlerinin, “Bizim (örgüt, grup, parti vb.) dışımızda birileriyle (gruplar /akımlar hatta bireyler) işbirliği yaparak bir güç çarpanı yaratır ve sonuçları etkileyecek düzeye yükselebilir miyiz?” sorusuna acilen cevap vermesi gerekiyor. Bu soruya cevap verirken de, bu “birilerinin” siyasi-kültürel eğilimlerini, aralarındaki tarihsel-ideolojik farklılıkları hatta husumetleri ikinci plana atarak düşünmeyi başarmak gerekiyor. Bu soruya cevap vererek gerekenleri yapabilmek ile yapamamak arasındaki fark, önümüzdeki dönemde, özellikle seçimlerden sonra var olabilmek ya da giderek yok olmak arasındaki farka karşılık geliyor. Zaman köprüden önceki son çıkışa doğru hızla koşuyor…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.