1980 darbesi sonrasında en dikkati çeken olgu sınıf bakış açısından uzaklaşılmasıdır. Türkiye aydını ve reformist solu, dışarıdan esen postmodernist, sivil toplumcu rüzgâra teslim olduğundan beri, sınıflar ve sınıf mücadeleleri sanki mazide kalmış havası estirmektedir. Doğuşundan itibaren sınıf kavramından nefret ede gelmiş Türk egemen sınıflarının bundan çok memnun kaldığına kuşku yoktur. Marksizm-sonrası Post-Marksizmin baş temsilcisi, 1985’te […]
1980 darbesi sonrasında en dikkati çeken olgu sınıf bakış açısından uzaklaşılmasıdır. Türkiye aydını ve reformist solu, dışarıdan esen postmodernist, sivil toplumcu rüzgâra teslim olduğundan beri, sınıflar ve sınıf mücadeleleri sanki mazide kalmış havası estirmektedir. Doğuşundan itibaren sınıf kavramından nefret ede gelmiş Türk egemen sınıflarının bundan çok memnun kaldığına kuşku yoktur.
Marksizm-sonrası
Post-Marksizmin baş temsilcisi, 1985’te yayımladıkları Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı kitapla çıkış yapan karıkoca Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau’dur. “Marksizm’in krizi”ne cevap iddiası taşıyan bu kitap, II. Enternasyonal oportünizminin, Avrokomünizmin, Batı solunun, post yapısalcılığın arsız bir uzantısıdır.
Aşılması gereken bir engel gözüyle baktığı sınıf meselesi üzerinden Marksizm-Leninizm’e yüklenen Laclau, sınıf tahliliyle birlikte proletaryayı, proletaryanın devrimde önderliğini, devrimi bir yana atmıştır. Ona göre “çelişki”nin yerini “farklılık”, “sınıf”ın yerini “kültür” ve “kimlik” almıştır. Artık sahnede işçi sınıfı ve müttefikleri değil, “yeni toplumsal hareketler” vardır. Sınıf-sınıf mücadelesi-devrim stratejisi-proletarya diktatörlüğü- sosyalizm hattı iptal edilmeli ve sınıfsız-öznesiz, söylemsel, birbirlerine üstünkörü teğellenmiş kimlik siyasetlerine geçilmelidir.
Post-Marksizm, Marksizm’in revizyonu bile değildir, açıktan inkârıdır. Sosyalizm ve komünizme karşı, “düzeltilmiş” kapitalizm ve makyajlanmış burjuva demokrasisidir.
Marksizm-öncesi
Marksizm kendisi olmaktan çıkmayı göze almadan sınıf bakış açısından ve sınıf mücadelesinden vazgeçemez. Sosyoekonomik sistemlerin, sömürü mekanizmalarının, toplumsal mücadelelerin, siyasetin, ideolojinin, sanatın anlaşılması için gereklidir. Sınıflı toplumlardaki kutuplaşmalara temel oluşturan maddi toplumsal ilişkileri, bunların üzerinde yükselen sınıflar arası mücadeleleri ve eski sistemi yıkıp yenisini kuracak oluşum ve mekanizmaları anlamanın yolu buradan geçiyor. Sınıf çelişkilerinin olabildiğince şiddetlendiği, sınıf mücadelesinin doruğuna vardığı noktada gerçekleşen devrimin gelişini sezmek için bile buna ihtiyaç vardır.
Marx’ın dehası sınıf olgusunu ilk keşfeden olmasında değil, bunu kökeni ve kapsamı itibarıyla tutarlı bir bütünlük içinde açıklamasında ve öğretisinin merkezine yerleştirmesindedir.
Toplumda sınıfları ve aralarındaki mücadeleleri ilk keşfeden de zaten Marx (ve Engels) değildir. Bu, bilinmekle birlikte bütünsel olarak çözümlenmemiş, sınıflar ve sınıf mücadeleleri ile tarihin ardışık evreleri arasındaki ilişki yerli yerine oturtulmamıştı. Örneğin A. Smith ve D. Ricardo kapitalist toplumda üç sınıftan söz etmişlerdi. Fakat bunu hem bölüşüm ilişkileriyle açıklamışlar, hem de uzlaşmaz karşıtlıkları “farklılık” düzeyine indirgemişlerdi.
Sınıflar arası mücadelenin tarihte oynadığı rolü, Restorasyon dönemi Fransız tarihçileri Thierry, Mignet ve Guziot klasik iktisatçılardan daha iyi anlamışlardı. Thierry, tarih diye kralların, büyük devlet adamlarının başından geçenlerin anlatılmasına karşı çıkıyor, kahraman aranacaksa kitlelere, ulusa bakılmasını öğütlüyordu. Mignet, politik gruplaşmaları, aristokratlarla orta sınıflar arasındaki çatışmayı belirleyen yegâne şeyin sınıf çıkarları olduğunu söylemişti. Guziot ise, Fransa’nın tarihini sınıfların savaşı (13. yüzyıldan itibaren asillerle tiers etat arasında süren mücadele) olarak yorumluyordu. (Bkz. G. V. Plehanov, Marksizm’in Temel Sorunları, Sosyal Yayınlar, 1994-İstanbul, s. 197-215)
Ancak hiçbiri sınıf mücadelesini asillerle orta sınıflar arasındaki mücadelenin ötesine götürmemiştir. Üstelik burjuvazinin iktisadi-siyasi zaferinden sonra proletarya ile burjuvazi arasında kızışan sınıf kavgasına karşı çıkacaklar, artık sınıfların kendi aralarında kaynaşarak sosyal barışı kurmaları gerektiğini savunacaklardır. Burjuva bakış açıları, sınıf karşıtlıklarının tarihsel-toplumsal köklerini, nedenlerini ve geleceğini görmelerine engel olmaktaydı.
Tarih boyunca
Marx ve Engels, toplumsal sınıflar ve sınıf mücadeleleri konusunda kendilerinden öncekilerin eksiklerine ve tutarsızlıklarına son verdiler. Çünkü, ilkel toplumların çözülmesiyle ortaya çıkan sınıfları, bunların toplumdan topluma değişmelerini, o güne kadarki tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu, kapitalist toplumda bunun ne yönde ilerleyeceğini, daha doğrusu proletaryanın eski sistemi yıkıp nasıl proletarya diktatörlüğünü kuracağını gösteren yalnız onlar olmuştur. Sosyalist toplumdan komünist evreye geçilirken sınıf farklılıklarının nasıl ortadan kaldırılabileceğini gösteren de onlardır.
Sınıflara bölünme, ilkel toplumun çözülme aşamasında, toplumun üretici güçlerinin gelişmesi ve emek üretkenliğindeki artış sonucu ortaya çıkan fazla ürünün insanın insanı sömürebilmesine imkân sağlamasıyla gerçekleşti. Toplumun köleler ve köle sahipleri olarak iki ana kampa ayrıldığı ilk biçim köleci üretim tarzıdır. Üretici güçlerin gelişmesi yeni üretim ilişkilerini gerekli kılınca feodal üretim tarzına geçilmiş, köle ayaklanmaları da bunu hızlandırmıştır. Feodal düzene geçişle birlikte toplumun sınıf yapısı, sömürünün biçimi ve devletin tipi de değişmiştir. Feodal beylerin serfleri sömürüsüne dayanan feodal toplum, meta üretiminin, ticaretin ve kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesiyle ve köylü ayaklanmalarıyla çözülmüş, burjuvazinin önderliğindeki devrimlerle kapitalizme geçilmiştir. Kapitalist toplum, temel sınıfları burjuvazi ile proletarya olan sömürüye dayalı son sınıflı toplumdur.
Üretim tarzlarında sınıfların yerini üretim araçlarıyla olan ilişkileri belirler. Sınıflara bölünmenin, sömürünün ve sınıflar arası karşıtlıkların başladığı yer burasıdır. Temel üretim araçlarına sahip olan sınıf, mülksüz ve emeğinin ürününün bir kısmını egemen sınıfa kaptıran emekçi sınıfı sömürmekle kalmaz, onu boyunduruğu altında tutma gücünü de elinde tutar. Sınıflar arasındaki farklar, emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rollerde, toplumsal zenginlikten alınan paylarda ve bunun elde ediş biçimlerinde de kendini gösterir.
Sınıf ilişki ve çelişkileri yalnız toplumun temelini oluşturan ekonomiyle ilgili bir olgu değildir. En yoğun dile geldikleri alan politikadır. Ekonomik yapıdan toplumsal ilişkilere, devletten ideoloji, kültür ve sanata kadar her şeyde damgası vardır. Sınıf mücadelesi toplumun maddi yaşamı kadar, manevi yaşamına da kök salmıştır. “Karşıtlık” sınıfların yaşam koşullarında, aile ilişkilerinde, değişik fikir, töre ve ahlaksal ilkelere sahip olmalarında da görülür. Toplumsal fenomenlerin özünü kavramak için böyle bir kılavuz gereklidir.
Sınıf analizi yöntemi, Marksizmde toplumları ve tarihi anlamanın yegâne yoludur. Belirli bir toplum ya da ülkedeki sınıf ve tabakalar, bunların çıkarları, bu çıkarların çatışmasından kaynaklanan toplumsal mücadeleler incelenmeden ne o toplum, ne de o toplumun tarihi gelişimi anlaşılabilir. Materyalist tarih anlayışının burjuva toplum bilimleri karşısındaki üstünlüğü buradan gelir.
“Ölüm” ilamı: Malum ilam
Marksist analizin karşısına “toplumsal grup”, “tabakalaşma”, “sosyal statü” gibi kavramları çıkaran burjuva sosyolojisi, meslek, eğitim düzeyi, refah ve zenginlik gibi ikincil kıstasları esas alır. Laclau ise sınıfları toplumsal analizden kovup, yerlerine kültürel ve etnik kimlikleri, dolayısıyla cemaatleri, çevrecileri, azınlıkları, feministleri (vs.) geçirir. Bu, Batı sosyolojisine iltica etmekten, Marx öncesi sosyalistlerin ve eski Fransız tarihçilerinin sınırlı ve bulanık bakış açılarını yansıtan sınıflar üstü “ulus”, “halk”, “topluluk”, “yurttaş” (vs.) genellemelerine geri dönmekten başka bir şey değildir.
Ölçünün kültür farklılıkları ve kimlikler olduğu yerde, işçi kadar burjuvaya da yer vardır. Sınıflardan bağımsız çoğul kimliklerin eklemlenmeleriyle oluşacak bir radikal demokrasi (veya yeni cumhuriyet) stratejisinde, özneler arasında ayrım ve uyumsuzluk gözetilemeyeceğinden ne hegemonik güç, ne nihai hedef bellidir. İşçi sınıfı bile cinsel, etnik, dinsel kimliklere bölünerek burjuvazinin ayakları dibine yem diye atılmaktadır.
Proletaryayı ve “sınıf mücadelesi”ni inkâr eden Laclau da ideolojinin, sanatın, tarihin, sosyalizmin, emperyalizmin (vb.) sonunu ilan edenler kervanına katılmıştır. Nesnel gerçeğin, insanın, aklın, öznenin, “büyük anlatılar”ın, devrimlerin, sosyalizmin (vs.) ölümünü ilan eden postmodern mantığın bir parçasıdır.
Post Marksizm, “işçi sınıfının ölümü”nü ilan ederken, endüstriyel kapitalizmin artık geride kaldığı, üretim ilişkilerinin yerini tüketim ve değerler etrafında biçimlenen yeni yaşam tarzının aldığı ve maddi olmayan emeğin hegemonya kazandığı sanayi sonrası (“tüketim toplumu”, “bilgi toplumu”) topluma geçildiği iddiasına dayanır. Güya emperyalist ötesi (imparatorluk) sistemde eski endüstriyel sınıflar kaybolmaya başlamış, post-sınıf denebilecek “çokluk”, “ezilenler”, “kimlikler” öne geçmiştir. Laclau ve Mouffe’ya göre bunlar artık maddi toplumsal ilişkilere dayanmayan ideolojik-kültürel, politik oluşumlardır.
Gerçeği kıçından keşfetmek
Post Marksizm, egemen sınıfa karşı mücadelede proletaryanın çıkarlarının kesiştiği sosyal güçlerle ittifakının ve onlara önderliğinin yerine ne koymaktadır? Etnik ve dinsel kimlikleri, çevrecileri, göçmenleri, feministleri, LGBT’leri (vs.) ve bunların birbirleriyle eklemlenmelerini. Üstelik, “yeni çoğulluk alanları”, “gökkuşağı renginde ezilenler” diye de ifade edilen bu alternatif stratejinin hedefi politik-toplumsal devrim değil, mevcut devletin demokratikleştirilmesinden ibaret radikal demokrasidir.
Türkiye solunda her kim bireyi, yurttaşlığı, azınlıkları, kadınları, laikleri, cumhuriyetçileri, Kürtleri, Alevileri (vs.) sınıfların ve sınıf mücadelelerinin üstüne çıkarırsa, o post Marksizmin manyetik alanı içinde demektir. Bu, “ezilenler”, “çalışanlar”, “yoksullar”, “yönetilenler” gibi sınıfsızlaştırıcı kavramları öne çıkararak “demokrasi”den, “eşitlik”ten, “özgürlük”ten dem vuranlar için de geçerlidir.
Lenin der ki:
“Marks ve Engels, sınıfların farkını unutan ve basitçe üreticilerden, halktan ya da emekçilerden söz eden kişilerle acımasızca mücadele ettiler. Marks ve Engels’in eserlerini bir ölçüde tanıyanlar, bütün bu eserlerde, basitçe üreticilerden, halktan, emekçilerden söz edenlerle sürekli alay edildiğini unutamaz. Genelde emekçi ya da genelde çalışan yoktur, bilakis ya tüm psikolojisi ve tüm yaşam alışkanlıkları kapitalistçe olan –ve başka türlü de olamayacak olan- üretim araçlarına sahip küçük mülk sahipleri, ya da tümüyle farklı bir psikolojiye sahip olan ücretli işçi vardır, kapitalistlerle antagonizma içinde, zıtlık içinde, onlarla mücadele içinde bulunan büyük sanayinin ücretli işçisi vardır.” (Lenin, RKP(B), X. Parti Kongresi’)
Post Marksist ideologlar Negri ve Hardt’a göre sınıf bakış açısı, “çokluk”u (işsizler, göçmenler, yerliler, kadınlar, ezilen ırklar, LGBTİ bireyler vb. ) ‘bütünleştiren’, ‘tekilliklerin özgünlüklerini göz ardı eder. “Çokluk” dediği ne sınıftır, ne halktır, ne ulustur; açık uçlu, ne idüğü belirsiz bir şeydir. Kapitalist bir toplumda, burjuvazi ve proletarya gibi temel sınıfları, bürokrasiyi, kent ve kırın üst-orta-alt sınıf ve tabakalarını nasıl teşhis edilip mücadeleye seferber edilecekleri küreselci profesörlerimizin ilgi alanı dışındadır.
Marksizm’de “ezilenler”, “halk”, “emekçiler”, “çalışanlar” gibi kavramların da yeri vardır. Yanlış olan bunlar değil, bunları yanlış kullananlardır. Ulus, halk, ezilenler gibi kavramlar tarihsel-toplumsal koşullardan bağımsız ele alınamazlar. Daha doğrusu bu kavramlar her tarihsel aşamada ve somut durumda farklı içerikler kazanırlar. Sosyalistler kendilerini proletaryanın çıkarlarıyla sınırlamazlar, aksine ezilen ve sömürülenlerin tümüne sahip çıkar ve onların haklı taleplerini de savunurlar. Nitekim Marx’tan beri de ezilen halk ve uluslar, ezilen inanç ve mezhepler, ezilen cins, gençlik, köylüler gibi tek bir sınıfa dayanmayan toplumsal kesimler üzerindeki baskılara karşı çıkıyor, emperyalist ve haksız savaşları lanetliyor, ezilenlerin haklı taleplerine programlarında yer veriyor ve bu konuda sayısız kitaplar yazıyorlar. Bu bakımdan, post Marksistlerin “toplumsal hareketler”i yeni bir buluş yapmışcasına Kayserilinin eşeği gibi boyayarak pazarlamaları kimseyi aldatamıyor. Marksist-Leninistler ister temel ister ikincil, ister güvenilir ister güvenilmez olsun müttefiklerini ihmal etmezler. Proletaryanın demokratik görevleri içinde hepsine yer vardır. Ezilenlere sahip çıkarlar, ama ezilenlerin en çok ezilenlerine daha çok sahip çıkarlar. Lenin, Ne Yapmalı’da işçi sınıfının nasıl politik bilinç kazanabileceğini şöyle açıklamıştır:
“Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, her türlü zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz.” (Lenin, Ne Yapmalı, Sol Yayınları, 1990-Ankara, s. 79)
Post Marksizm ise “çoğul kimlikler”i proletarya üstü, homojen bir bütün olarak algılamakla kalmaz, ezilenler içi sınıf mücadelesini istemez. Onun için deklase, bireyci, örgütsüz, kendiliğindenci ve reformisttir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.