Devir ucuz kahramanlıklar devri. Cemaate yapılan medya operasyonundan sonra sanki hapse giren her gazeteci Ahmet Şık seviyesinde dürüst ve objektif, sanki her işini kaybeden Elif İnce kalitesinde iş çıkarıyormuş gibi bir ağlaşma. Oysa gerçeklik, ülkede ekonominin ne kadar iyi gittiğini halka anlatmakla görevliyken ekonomik krizden dolayı işten çıkarılan Akşam yazarı civarında. Ucu kendine dokununca basın […]
Devir ucuz kahramanlıklar devri. Cemaate yapılan medya operasyonundan sonra sanki hapse giren her gazeteci Ahmet Şık seviyesinde dürüst ve objektif, sanki her işini kaybeden Elif İnce kalitesinde iş çıkarıyormuş gibi bir ağlaşma. Oysa gerçeklik, ülkede ekonominin ne kadar iyi gittiğini halka anlatmakla görevliyken ekonomik krizden dolayı işten çıkarılan Akşam yazarı civarında.
Ucu kendine dokununca basın özgürlüğünün yılmaz savunucusu kesiliveren cemaat medyasında geçtiğimiz günlerde Milliyet’ten gönderilen Derya Sazak’la yapılan röportaj yayınlandı. Bugün Gazetesi’nden Hüseyin Keleş’in konuştuğu Sazak, İmralı tutanaklarının yayınlanmasından sonra Yalçın Akdoğan’ın arayıp yaptığının hesabını vereceğini söyleyerek tehdit ettiğini iddia ediyor. Akdoğan’ın attığı iki tweet var cevap olarak: “Basın ahlakına sahip olmayanlar basın özgürlüğünden dem vuramazlar” ve “Yalakalık ve yalancılık arasında savrulandan gazeteci olmaz.”
Memleket bipolar olduğundan, ortaya böylesi bir tartışma gelince herkes kendi polarından olanı “tutuyor”, tutulan kişi de kahraman olabiliyor, hiç yok yere. Zaten taraf olduğunuz için öbür tarafın sözünün hiç kıymeti yok, zaten taraf olduğunuz için sizin istediklerinizi söyleyenin de kim olduğunun hiç kıymeti yok. Akdoğan-Sazak kavgası da bunlardan biri, AKP tarafındaysanız Akdoğan ne diyorsa o; işten atılan gazetecilere haksızlık yapıldığını düşünüyorsanız Sazak, başbakan yardımcısını karşısına almaktan çekinmeyen kahraman bir gazeteci. Peki, ne kadar öyle? Akdoğan’ın aşırı kaba olarak da olsa söylediklerinin hiç mi gerçekliği yok?
Bu soruların cevabını vermek için önce Milliyet Genel Yayın Yönetmenliği görevinden alınan ama bu durumu pek de problem etmeyip temelli gönderilene kadar köşe yazarı olarak devam eden Sazak’ın, kendisini aklamak, daha doğrusu kolayca kahraman olmak amacıyla yazdığı ama farkında olmadan itiraf rekoru kırdığı kitabı “Batsın Böyle Gazetecilik” kitabına bakmak gerekiyor.
Böyle Böyle Batırdınız Gazeteciliği
“Başka bir medya mümkün” demek için çıkıyor yola Sazak, Milliyet’te aynı göreve ikinci kez gelirken, en azından önsözde böyle anlatıyor. “’Editöryal bağımsızlığı’ hiçe sayan medya sermayesinin iktidar müdahalelerine karşı direnişin tarihi”ne davet ediliyorsunuz, güya. Sazak önsözde en son yapması gereken şeyi yapıyor, iletişim fakültelerinde yetişmekte olan adaylara ülkemizde sorumlu, ahlaklı, sorgulayıcı gazeteciliğin, tüm engellemelere, baskı ve tehditlere karşı mümkün olabileceğini anlatmak istediğini söylüyor. Ancak kitabın içeriğinden çıkan sonuç, mümkün olamadığı yönünde.
Aslında gazetelerin patronları olmasa özgür gazetecilik ne de güzel yapılır ama olmuyor işte. Washington’da açılan büroyu dert eden bir patronla ve onun ‘tıklayınız’sever kızıyla dertlerini anlatıyor Sazak, patronajla yaşadığı personel ve içerik savaşlarını anlatırken. Kendisine internetin kendisinin sorumluluğunda olmadığını söyleyen Meltem Demirören’e ne cevap verdiğini bilmiyoruz, ancak bu tavrı soğuk bulduğunu öğrenecek kadar yazmış en kahraman genel yayın yönetmeni Sazak. Kitap Sazak’ın ‘direnememe’lerini anlatışıyla akmaya devam ediyor, varan 1: Nagehan Alçı’nın hayatımıza olduğu gibi Milliyet’e de monte edilişi, varan 2: Yasemin Çongar’ın edebiyat yazısının kendisi için hazırlanan sayfaya ‘basılamaması’. Sebepse, Hasan Cemal krizinin patladığı güne denk gelmesi. Yani Sazak idealindeki gazeteden feragat etmiyor, sadece birtakım tatsız tesadüflerin kurbanı oluyor.
Nagehan Alçı olayı için kocaman bir parantez açmak gerekiyor. Kendisinin gazeteye girişi, Sazak’a rağmen oluyor, hatta Alçı’yı Milliyet’e atayan gücün kim olduğu ilk başta anlaşılamıyor bile. Önce Erdoğan sanılırken, araştırmacı gazetecilik sonucu Hüseyin Çelik adı çıkıyor ortaya. İkinci husus, Alçı’nın Pazar yazısı. Ne zaman “babacığım” diyen çocuk görsem aklıma tapesi gelen Bilal Erdoğan’ın siyasete ısındırıldığını müjdeliyor Alçı. Bu yazı iki açıdan önemli. Birincisi, Sazak bu yazıyı koymak istemiyor, başı zaten yeterince ‘bela’da olduğu için, Erdoğan’ın “Batsın sizin gazeteciliğiniz!” demesini kıyasıya eleştirirken, yeni bir laf yeme endişesiyle, başbakanı daha da fazla kızdırmama hesabıyla. Daha da kötüsü, Sazak Alçı’ya uyguladığı sansürü marifet olarak sunuyor: Gazeteyi korumak için bir yazı konulmasa da olur, ne var canım? İkincisi, Alçı bu yazının konulmasında ısrarcı, çünkü Başbakanın yazıyı seveceğinden emin, konunun da aile içinde konuşulduğunu söylüyor. Bu eğer gerçekten böyleyse, gazetelerdeki köşelerin en ucuz yollu halkla ilişkiler faaliyeti olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitabın bu bölümünün başlığı “Nagehan, Bilal Erdoğan’ı parlatıyor”, tüm suç Alçı’nın üzerinde, Sazak’tan bir öz eleştiri beklemeyin, sakın ha.
Bir ikinci mevzu, vaktinde çok su kaldırmışlığı olan pilav, Hasan Cemal’in Milliyet’ten ayrılması. Sazak, tek tek bütün yazarlarla konuşarak Başbakan’ı doğrudan hedef alacak ima ve eleştirilerden kaçındıklarını söylüyor, otosansürü itiraf ediyor ama işlerin durulacağına daha da karmakarışıklaştığından yakınıyor. Bu yakınma, bugün Sazak’ın Akdoğan’ı suçlamasına giden yolda önemli bir nokta. Burayı ayrıca tartışmak gerekiyor.
Herkes kendi rolünü oynasın
AKP’nin Abdülkadir Selvi saçan medya haricindeki medyayla, ana akım medyayla olan sevgi-nefret ilişkisi malum. Fehmi Koru’nun da bu hafta Habertürk’te anlattığı nefret bir yana, AKP de her iktidar gibi, her şeyi kendi tekeline alma isteğine sahip. Yani Akdoğan’ın veya hükümetten başka birinin, bu dördüncü kuvveti etkilemeye veya yönetmeye çalışması etik olmasa da ‘normal’. Burada bir güç mücadelesi söz konusu, birinci kuvvetin (yasama) çoğunluğuna sahip olup ikinci kuvvet olanla (yürütme) temsili dördüncü kuvvet (özgür basın) olan arasında. Böylesi bir güç mücadelesinde, gücü temsil eden tarafların ne yapması beklenir? Bastırması, rakibine karşı diklenmesi ve onu etkilemek için elinden geleni yapması değil mi?
Akdoğan, eğer Sazak’ın iddiaları doğruysa, tam olarak da bunu yapıyor, seçilmişliğin ve iktidar partisinde yer almanın rahatlığıyla hoyratça tehdit ediyor Sazak’ı, yaptığı haberin bedelini ödemekle. Sazak’ın, bir gazetenin genel yayın yönetmeni olarak bu mücadelede yapması gereken nedir? Haberinin arkasında durup gerekirse her tehditten sonra başka bir olayı açığa çıkarması değil mi? Ama hayır, koltuklar her zaman ahlaki değerlerden kıymetlidir; hele ki seneler evvel kaybettiğiniz koltuğa tekrar oturduysanız, bu göze alınabilir bir risk değildir, sessizce söylenilenleri yapar ve ortalığın durulmasını beklersiniz. Sonuçsa Sazak örneğindeki gibi olur, işler gittikçe karmakarışıklaşır, bir süre sonra o koltuğu yine kaybedersiniz, hem de savaşmadan. Bu hikâyede en büyük kaybedense bu gazetelerden bir hayır bekleyen okuyucu kitlesi oluverir, Amerikalının Julian Assange’ı olurken biz Türkler burada Fuat Avni’ye tamah ederiz.
Bir yıldan beri konuşulan yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla ilgili henüz konuşmadığımız hususlardan biri de, böylesi bir skandalı hiçbir gazetenin yakalayıp da yayınlayamamış olması. Yayınlama korkusu bir yana, haber peşinde koşmak özelliğinin körelmesinden olması daha muhtemel bunun. Eğer bakanların koltuklarına güvenip sizi tehdide varan sözlerle uyarması söz konusuysa, siz de eğer işini iyi yapan bir gazeteciyseniz daha çok daha iyi haber yapıp hükümetin şeffaflaşmasına katkıda bulunarak kendinizi savunabilirsiniz ki ileriki sayfalarda bunu nasıl beceremediklerini de güzelce anlatıyor Sazak. Hatta bu kitapta yazılanlar, koltuğu kaybetmeden önce yaşandıkları sırada yazılsaydı, o bile yeterdi. Öyle olmayınca iş gazetelerin patronun halkla ilişkiler işini yapan bir yere dönüşmesi kaçınılmaz oluyor.
En büyük patron, bizim patron
Miliyet’in bir önceki yayın yönetmeni Tayfun Devecioğlu’nun ayrılmasındaki önemli etkenlerden birinin, Demirören ailesinin katıldığı etkinliklerin gazetede yeterince gösterilmeyişi olduğunu söylüyor Sazak, bir de Erdoğan Demirören’in kötü çıktığı bir fotoğrafın olay olmasını anlatıyor. Burada yatırımcı ailenin nelere taktığını eleştiren Sazak’ın, bu olaydan gerekli dersi çıkardığını ileriki sayfalarda görüyoruz.
“Mayıs’ta Başbakan Erdoğan’ı izlemek üzere ABD’ye gitmeye hazırlanıyordum. Gazetenin Antalya ekinde Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun Meclis’te bir soru önergesine verdiği yanıtı manşet yapmışlar. Sıradan bir haberdi. Bakan, orman alanlarının korunması konusunda yapılanları anlatıyordu. Tam o sırada kıyamet koptu. Oktay’ı atmamızı istiyorlardı. Ne olduğunu anlamaya çalıştık. Soru önergesini CHP milletvekili Gürkut Acar vermiş. Daha önce Demirörenlerin işlettiği İstanbul’daki Kemer Country’nin üzerine gidiyormuş. Oktay’ın bundan haberi yok. Benim de yoktu. Nereden haberimiz olacaktı? Meclise her gün onlarca, yüzlerce soru önergesi veriliyor. Bunlardan birinin Demirörenlere dokunabileceğini nasıl bilebilirdik?” Sazak burada neredeyse ucu Demirören’e dokunan bir haberi yakalayıp sansürmeyemediği için bin pişman.
İşin komik yanı, bir gazetecinin “Nereden haberimiz olacaktı?” gibi bir cümleyi rahatlıkla yazabilmesi. Öyle ya, bir gazetede haber ne arar? Reza Zarrab’ın kurduğu rüşvet ağının aylar önce Meclis gündemine soru önergesi yoluyla geldiğinden gözaltılar başladıktan sonra haberdar olduğunu söylüyor acar gazeteci, Meclis’e her gün onlarca, yüzlerce soru önergesi verilirken oturup onları tek tek okuyacak değillerdi ya. Zaten haber zaten ajanstan geliyor, yazı işlerinin görevi hangisi bize dokunur diye düşünüp ayıklamak.
Bir başka mesele, Mehmet Baransu’nun Taraf’ta yayımladığı ve Erdoğan Demirören’in cinayetle suçlandığını ve öldürülen kişinin mallarına Demirören’ce el konulduğunu anlatan yazı dizisi. Taraf’ta yayınlanan bu haberlerle ilgili Sazak, Demirören’in kendisinden bile daha angaje konuya: Taraf’ın Erdoğan Demirören’i “cinayetle suçlayan” haberi üzerine ailenin çok daha güçlü tepki vermesi ve dava açması gerekiyordu. Neden? Bir anda patronunuz oluveren bir ailenin geçmişine bir anda nasıl böylesine bir aşkla kefil olabiliyorsunuz? Demirören dava konusunda hayli tereddüt etti. Bu tereddüdü nasıl açıklayabilirsiniz, neden tereddüt ettiklerini hiç mi merak etmediniz? Benim ısrarım olmasa, gazeteye dava açılacağına ilişkin bir açıklama bile konmayacaktı! Başlarda editöryal bağımsızlıktan bahsederken bir anda hukuki danışmanlığa geldiniz? Yoksa bunları, bütün bu hizmetlerinize karşı görevinizden alınmanızın nasıl bir haksızlık olduğunu göstermek için mi anlatıyorsunuz?
Sermayeden bağımsız mı dediniz?
Kitapta dedikodu mahiyeti olmasa da enteresan olan bir anlatım var, başlı başına bir bölüm değil maalesef, çünkü orada da öz eleştiri yok, parçaları birleştirip siz bütüne gidiyorsunuz. Bu anlatım da Demirören-Karacan ortaklığı karşısında gazetecilerin nasıl tavır aldığıyla ilgili.
Sazak, gazeteye yaptığı editöryal yatırımın Demirören tarafından engellenmesini ve gazetecilerin gazetede güç kaybetmesini anlatırken, anlatım tarzında da gizli bir itirafa denk geliyoruz: (…) Demirören ise, tersini amaçlıyordu. Gazeteyi borçlandırarak tıpkı Milliyet’i satın alma sürecinde Karacanları tasfiye etmesi gibi gazetecileri kendisine ve holdinge bağımlı kılıyordu. Sazak 215. sayfadaki bu anlatımda, Karacanların gazeteden ayrılışını tasfiye olarak yorumluyor. Dönüp geliyoruz 134. sayfaya gerisin geri, buradaki hikâye biraz daha farklı: Gazete yönetimi kayyuma devredilmiş, o zamanın genel yayın yönetmeni Tayfun Devecioğlu bu yüzden zorluk yaşamakta ve çalışanların maaşları, Karacanlarda para olmadığı için, Demirören tarafından bankaya yatırılıyor, çalışanlarda gazetenin batması gibi bir korku hâsıl oluyor. Sazak, Devecioğlu’na gidip bir çıkış yapma önerisinde bulunuyor. Biraz bekliyorlar ve Böylece, Karacanlara cephe açıyorduk. Ertesi gün gazete, yazı işlerinin ve yazarların Demirören lehindeki manşetiyle çıktı. Hasan Cemal de Demirören’den yana tavır almıştı. Erdoğan Demirören, telefonla arayarak teşekkür etti. Gazeteyi hep birlikte kurtaracağımızı ve düze çıkacağımızı söyledi. Moral bir dalgalanma oldu.
Gazetenin ortaklarından birinin ayrılması, en başta Sazak’ın da içinde bulunduğu bir ekibin gazeteyi batmaktan kurtarmak iken, Demirörenlerle ters düştükten sonra kurtarma bir yana, ortağın tasfiyesi olarak anlatılıyor yazarca. Sazak’ta bir özeleştiri yok, daha çok “Ben vaktinde Demirören’leri tuttum, beni görevden almaları vefasızlık” gibi bir duygusal tepki var, inlerine girileceği söylenince hüzünlenen Cemaat gibi.
Burada en büyük tatsızlık, sermayeden bağımsız olamama sorunundan çok, hangi sermayeye bağımlı olacaklarını seçmek zorunda gibi hissetmeleri kendilerini yöneticilerin ve trajik yanı da, yapılan tercihin tek kriterinin para olması. Para Demirören’de diye Demirören’i seçtikten sonra, Demirören’e yapabileceğiniz tek haklı eleştiri maaşınızın zamanında yatmaması olabilir ancak.
Patron bizi korusun
Tüm bu hikâyede en çok suç, Demirören’e kalıyor. Sazak, iktidarın baskısına karşı direnmeyi daha çok gazetenin sahiplerine havale etmiş gibi, Demirören’in Erdoğan’a ağladığı tapeden bahsedip durumdan yakınıyor. Bu telefon görüşmesindeki durum da her ne kadar çirkin de olsa, ne zenginliğin devlete dayandığı bu gibi memleketlerde devletlûyla konuşan bir işadamının bu moda girmesi şaşırtıcı, ne de gazetelerin kendi kendilerini döndüremediği, ya bir holdinge ya da reklamverenlere bağlı olduğu bir ekonomik düzende bir iş adamının daha çok getiri elde edeceği alanlarda söz sahibi olabilmek için gazete sahibi olmayı bir güç olarak görmesi ve bu getirisiz, hatta zararlı alana yatırım yapması. Demirören de Milliyet hikâyesinde, bir iş adamının yapması gerekeni yapıyor aslında: Diğer iş adamlarından sıyrılmak için bir gazete alıyor ve kendisini yaratan tanrısına kurban etmek istiyor.
Gazeteyi alan, gazeteyi uzaktan kumanda etmek isteyen aktörler rollerini oldukça iyi oynuyor, peki ya gazeteyi üreten? Bu soruya Bugün’deki röportajında şöyle bir cevap veriyor Sazak: “Milliyet gibi tarihi geçmişi olan bir gazeteden söz ediyoruz. Siz Milliyet’i satın alıyorsanız, gazetecilik yapmak için alıyorsunuzdur. Diğer işlerinizi kolaylaştırmak adına geliyorsanız, o bizi bağlayan bir durum değil.” Öncelikle Demirören’in gazetecilik yapmak niyetiyle gazete aldığı gibi bir Pollyannacılıkla başlıyor Sazak, oysa bu sektörün içinde olan biri olarak bunun böyle olmadığı bilecek en iyi kişilerden biri kendisi. Eğer bu niyetle alınmadıysa ki zaten öyle, Sazak’ı bağlamıyor ama cevap burada kesiliyor. Ama Sazak’ın Milliyet okurunu belki de hiç ilgilendirmeyecek bir Demirören haberini gazetede gördüğünü anlattığına göre bağlıyor kendisini de, bağladığının farkında ama buna karşı aldığı pozisyon cevap verirkenki kahramanlığı gibi değil, boyun eğiyor. Tek amacı kar olan bir işletmecinin, basın özgürlüğü gibi bir idealin peşinden koşması gerektiği, gazeteyi gazetecilik yapmak için alması gerektiği gibi hayalleri var kendisinin. Oysa karın peşinden koşmak ne kadar iş adamının fıtratıysa, basın özgürlüğünün, editöryal bağımsızlığın peşinden koşmak da o kadar gazetecinin fıtratı.
Koşanlar var. Bunun yönetici kademesine sıçramadığını da yine Sazak’ın anlatımlarından görüyoruz. Erdoğan’ın Demirören’e Milliyet için Akif Beki’yi işaret etmesi, Beki’nin gazeteye gelmesi ama gazetecilerin gösterdiği tepki sebebiyle bu işin olmadığını anlatan kendisi. 28 Şubat’ta askerlerin 11 kişinin atılmasını istediği ama gazetecilerin direndiğini ve kimsenin atılmadığını nakleden de yine Sazak. Peki, aynı Sazak, Hasan Cemal’in gönderilmesinde, Çongar’ın gazeteye başlatılmamasında, Nagehan Alçı’nın gazeteye alınmasında neden direnmedi? Genel yayın yönetmeliğinden feragat etmemek için olmasın?
Hasan Cemal iki hafta ‘izin yaptıktan’ sonra yolladığı yazısını yayınlamak için diretiyor. Yazının bazı bölümlerinin çıkarılması talebine karşı, olduğu gibi yayınlanmazsa yazıyı internete vereceğini söylüyor. Sazak bu tavrı Cemal’in zaten T24’le önceden her şeyi ayarlayıp, kendisine hasım olan Doğan Akın’ın verdiği ‘gazla’ yaptığını düşünüyor, yazı ve Hasan Cemal T24’e geçiyor, 15 yıllık köşe kapanıyor. İşin garibi, Hasan Cemal gazetenin manşetini, gazetecinin bağımsızlığını ve ironiktir Sazak’ın tercihini savunurken Sazak tarafından gözden çıkarılıyor. Hasan Cemal gibi bir isim, hem de o yaşında blog tutup tweet atmayı göze alırken, Sazak’ı bu kadar eğilip bükülmeye zorlayan nedir, koltuk yükü mü? ‘Hasmı olan’ Doğan Akın T24’ü, yine aynı mutfaktan geçen Nurcan Akad Zete’yi kurup sıfırdan başlarken, Serdar Akinan Vagus’u kurduktan sonra onla bile başına iş alıp çiftliğe çekilmişken Sazak’ı bütün bu çileyi çekmeye ve sürekli alttan almaya yönelten, koltuktan başka bir motivasyonu var mıdır? Öz eleştiriye tabi tutmadan yazdıklarını, artık koruyacağı bir koltuğu olmamasının huzuruyla mı yazdı Sazak, yahut başka bir deyişle, bugün hala Milliyet’te görevine devam ediyor olsaydı, bu kitap yazılabilir miydi?
Derya Bey’in hem ayrıldıktan sonra söyledikleri, hem kitabı, hem de girdiği şu son polemik, sayısız hatasını başkalarının üzerine yıkmaya, kendini aklamaya, hatta işin kötüsü Gezi ruhu Gezi ruhu diye diye kendini kahraman kılmaya yönelik ve bunu fena halde belli ediyor. Bir sürü genç gazetecinin işsiz kaldığı, yeni iletişim mezunlarının bir türlü işe başlayamadığı, stajyerlerle üretim yapan bir medya ortamında, en son üzülecek şey kendisinin Milliyet’ten ayrılmak zorunda kalması ve genel yayın yönetmeliğinden kovulması da basın özgürlüğünden veya hükümetin baskısından çok, kendisinin cesaretsizliği ve beceriksizliğiyle ilgili.
Bugün ana akım medya hallaç pamuğu gibi atıldıysa, bunda basın özgürlüğü nedir bilmeyen ve görev sahasının dışına çıkıp iktidarını her alana yaymak isteyen hükümet kadar, buna karşı duramayan, elindekileri koruma gayretiyle ödünler veren ve asıl işi olan gazeteciliği yapmayan üst düzey medya yöneticilerinin de suçu var. Bugün bir gazete geçmişindeki gibi yayın yapamıyorsa, bunda ona baskı uygulayan siyasetçi, o gazeteyi başka alanlarda pazarlık payı olsun diye alan iş adamı kadar, yerini tutmak için çabalayan gazetecinin de suçu var. Sazak Demirören ve Akdoğan’ın kurbanı değil, ortağı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.