Kış aylarının meşumluğu, ansızın büyük bir ölüm haberinin sofralarımıza, oturma odalarımıza, gündelik alışkanlıklarımıza çarpması ve bizi sarsmasıdır. Buna maruz kalan; bu meşumluğu yaşayan ve içi sızlayan herkes bir anlamda halen etten daha fazlasını taşıdığına inanabilir. İster vicdani bir sızı isterse de farklı olmanın tepkisi olsun aslolan kişinin kendini rahatsız hissetmesidir. Bunlardan yakın zamanda şahit olduğumuz […]
Kış aylarının meşumluğu, ansızın büyük bir ölüm haberinin sofralarımıza, oturma odalarımıza, gündelik alışkanlıklarımıza çarpması ve bizi sarsmasıdır. Buna maruz kalan; bu meşumluğu yaşayan ve içi sızlayan herkes bir anlamda halen etten daha fazlasını taşıdığına inanabilir. İster vicdani bir sızı isterse de farklı olmanın tepkisi olsun aslolan kişinin kendini rahatsız hissetmesidir.
Bunlardan yakın zamanda şahit olduğumuz ve katillerinin eşgüdümlü olarak foto-grafik bir biçimde öldürüldüğü Charlie Hebdo saldırısıdır. Gözlerini kırpmadan önüne gelen insanları öldüren, Batının kirli politikalarının sonucu olan bu makine-insanlar, geride büyük acı ve dayanışma izleğini bırakarak aslında amaçlarına ulaşamadılar. Milyonlarca insan, yaklaşık bir gün boyunca “Je suis Charlie (Ben Şarli’yim)” sloganıyla dayanışma içerisinde yürürken “Yapılan katliama karşı ifade ve düşünce özgürlüğüne sahip çıktıkları” mesajını verdikleri düşünülmektedir.
Ayrıca merasime katılan bazı devlet başkanlarının anti-demokratik, faşist hatta katil mesabesinde görülmeleri, ifade özgürlüğü adına dayanışacak en son insanlar olduklarının sosyal medyadaki yankısı haklı ve yerinde bir tespittir.
Ancak bu tartışmalar bir tarafa fotoğrafta asıl görülmesi gereken başka ayrıntılar olduğu kanaatindeyim. Bunun için Roland Barthes fotoğrafın studium (çaba) ile punctum (delik, ısırık, benek, ok olan) olarak iki şekilde okunabileceğini önerir. Birincisi fotoğrafın anlamını açığa çıkarmaya dönük sade ve yalın bir anlamlandırma iken diğeriyse fotoğrafın bizi delip geçen, tüm dikkatlerimizi celbeden ve bizi başka bir tarafa sürükleyen okumasıdır.
Aslında ikinci okuma her zaman “o aslında öyle değil” külyutmazlığından ziyade “bu fotoğrafta kendini açmaya çalışan bir şey var ama bilemiyorum” duygusu uyandırır. Bu olaylarda bir şey var ama nedir? Öncelikle katılan devlet başkanlarının yürüttükleri kirli siyasetleri ve orada kendilerini temize çıkarma operasyonları bir tarafa; gerek orada gerekse de başka yerlerde yürüyen insanların nezdinde nasıl bir anlam taşıdığına bakılmalıdır. Böylece muktedirlerin gözüyle değil de halkın gözüyle değerlendirme yapılmış olur.
Charlie Hebdo cenaze merasiminin fotoğrafının yanına 8 yıl önce bir kış günü katledilen Hrant Dink’in (19/01/Hrant) fotoğrafını koyarak düşünebiliriz. Hrant’ınki, Charlie Hebdo katliamıyla benzerlik ve bu benzerliğin kurulabileceği kadar farklılıklara sahip mi? Evet doğrudan bir benzerlik var hatta (Wittgenstein’in dil oyunları için kullandığı deyimiyle) ailevi benzerlikleri bile vardır. Her iki cinayette de hedeflenenler, karanlık güçlere karşı “güvercin tedirginliği” taşırken kalemlerinden başka silahları olmamaları; içinde büyüdükleri habitusun şımarık çocukları olmaktan öte daha evrensel bir değer düzleminde mücadele etmeleri, statükoyu besleyen ne kadar inanç, değer ve eğilim varsa ona karşı durmaları ve sadece ezilenlere saygı göstermeleri ilk etapta sayılabilecekler arasındadır. Ancak asıl mesele sloganların ve merasimlerin sunuluş biçimleridir. Hrant’ın öldürülmesinden sonra herkesin elinde “Hepimiz Hrant’ız Hepimiz Ermeniyiz” şeklinde farklı dillerdeki slogan, aslında sorumluluğu erteleyip ara sıra bir arada olmayı gerektiren yükümlüğe bir çağrıdır sadece. Bunu geçen sekiz (8) yıldan biliyoruz. Çünkü cinayetin halen gerçek failleri yakalanmamışlardır.
Hepimiz Hrant’ız derken aslında inanmadığımız bir şeyi dile getirmiş oluyoruz. Çünkü bu sadece slogan düzeyinde kalmıştır. Hepimiz Hrant’ız demek aynı zamanda Hiçbirimiz Hrant’ız anlamına gelir. Yani hepimiz yükümlüysek aslında hiçbirimiz sorumlu değiliz. Çünkü bu durum bir günlük öteki olmak anlamına gelir. Hrant’ın ölümüne üzülen yüz kişiyse sevinenler bin yüz kişidir. Nereden mi biliyoruz bunu? Tabii ki insanımızın düşündüğünü açıkça ifade etmeme özelliğinden. Çünkü bu ülkede insanların her zaman gizli gündemleri ve potansiyel düşmanlıkları vardır. “ O öyle değil aslında, arkasında başkaları var, ülkeyi bölmeye çalışıyorlar bunun üzerinden, bardağın dolu tarafını da görmek lazım” biçiminde sorumluluğu erteleyen sözler okumamışından üniversitedeki profesöre, meclisteki parlamentere kadar herkesin diline pelesenktir. Bunun içinde uyuyan faşizm tosuncuğunun umudu da gizlidir. Bu insanlarda Hrant’ı öldüren katille kendini özdeş kılmak biçiminde patolojik tutkuları olduğu gibi; onunla fotoğraf çektirip giydiği bereyi topluca takma gibi hastalıkları da vardır. Özgür düşüncenin gelişmediği bu insanlarda, atasının (her kimse) ardından gitmenin kanıtlanmış en sağlam bilgi olduğu inancı hâkimdir. Onların nezdinde farklı olan aynı zamanda dinsiz, vatan düşmanı ve öldürülmesi vacip olan olarak kodlanır. Vatan, toprak ve bayrağın selameti gerekirse yüz binlercesinin canına da mal olmalıdır. Buna sahip olan bir toplumda farklılıkların yeşermesi çok mümkün görünmemektedir. Çünkü temel sorun yapısaldır. Bu yüzden bir grubun farklı olmasıyla krizlerin çözümlenemeyeceğini unutmamak gerekir. “Hepimiz Ermeni’yiz” demek “Ermeni dölü” sözünü unutturmayacaktır. Bu nedenle eylem biçimlerinin yapısal bir dönüşüme ihtiyacı vardır. Hrant, kendini Ermeni kimliğiyle tanımlamasa da yine bundan dolayı öldürülmesi “kimliğin bedeni hapishanesi”ne dönüştüğünü gösterir. Ancak gelişmişliğin göstergesi, insanların miras aldığı kimliğine çakılı kalmamasıdır.
Bu anlamda Charlie Hebdo katliamında insanların “Je suis Charlie” sloganıyla bir kitle olmaktan ziyade tekiller topluluğu ya da çokluk olarak orada durmaları; hem sorumluluğu hem de yükümlülüğü çağıran bir değere denk düşer. Bir anlamda eylemin dilini değiştiren bir müdahaledir. “Je suis Charlie” sloganı, özgür düşüncenin ve bunu korkusuzca ifade etmenin bir sembolü haline geldi. Nitekim bu sorumluluğun arkasında, özgür düşünceyi öncelikle dinlere daha sonra da fanatiklere karşı savunma ve onu koruma refleksi ve eylemi bulunmaktadır.
Cenaze merasiminin Voltaire Bulvarı’nda olması da ayrıca manidardır. Çünkü Voltaire, ifade özgürlüğünün en güzel sözünü dile getirmiş bir düşünürdür. Rousseau’nun Emile kitabını okuduktan sonra “dile getirdiklerine kesinlikle katılmıyorum ancak bunları dile getirmen için canımı feda etmeye hazırım “ diyerek ifade özgürlüğünün sınır durumunu işaret eder. Leibniz’in “mümkün dünyalar içinde en iyisi” dediği bu dünya fikriyle alay etmek üzere kaleme aldığı Candide ile de dini kurumların eleştirisini yapan Voltaire ayrıca Fransız Devrimi’ne katkılar sağlamıştır. Bir halk devrimi olarak Fransız Devrimi’nin merkezi olan Paris’teki mesaj da Batı halkının seküler değerlerine sahip çıkma refleksidir. Bunu da Voltaire refakatinde yaptılar. Nitekim seküler halk için büyük değeri olan ve tapınakları yıkan “düşünce ve ifade özgürlüğü” en güçlü ve sistematik biçimini Spinoza’nın 17. yüzyılda yazdığı Teolojik-Politik İnceleme’sinde yer alır. Buna göre ilk defa ifade özgürlüğünü düşüncenin problemi haline getiren Spinoza, her türlü inancın kötücül değerine karşı mutlak anlamda insanların birlikteliğini yükselten neşenin politikasını savunur. Bu da insanların kendilerini özgürce ifade ettikleri politik çokluklarla olanaklıdır.
Bunun dışında Charlie Hebdo katliamında ölen insanların devlet merasimiyle gömülmeleri akla Hektor’un törenle gömülmesini getirir. Truvalılardan beri aslında Anadolu geleneğinde var olan bu merasim, aynı zamanda kamusal bir değer taşır. Çünkü bu tür merasimler, acıların kamusal paylaşımının gerçekleştiği anlar olduğu gibi söz söylemenin ve eylemenin de zamanlarıdır. Yasın kamusal hâle gelmesi aynı zamanda dayanışmayı da güçlendiren bir niteliğe sahiptir. Nitekim merasime katılanların hep bir ağızdan ve dövizlerle “solidarité” yani “dayanışma” sözcüğünü taşımaları kötülüğe karşı çokluğun olanağını yaratmaya bir çağrı olarak okunmalıdır.
Nitekim buradan alınacak örnekle önümüzde Hrant’ın anmasında da dayanışmayı farklı sözcüklerle ve dille ifade edebiliriz. Örneğin bunun için “Je suis Hrant, Nous Sommes Charlie”, “Ben Hrant’ım Ben Eşcinselim”, “Ben Hrant’ım Ben Öteki’yim”, “Ben Hrant’ım Ben Halkım”, “Ben Hrant’ım Ben Ezilenim” ve de “Ben Hrant’ım Ben İşçiyim” sloganları atılabilir. Böylece çokluğun indirgenemez bireyler yoluyla örgütlenmesi sağlanırken bireyin kamusal yaşamda politik etkinliğe olan çoğaltıcı katkısı da göz ardı edilmemiş olur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.