Tayyip Erdoğan ve çevresi çok tedirgin ve gergin görünüyorlar. Sandıktan aldıkları desteğe rağmen o koltukta korku içinde oturuyorlar. Şeffaf ve demokratik bir toplum yerine giderekten daha baskıcı ve faşizan yöntemlere öncelik veriyorlar. Bu davranışlarını komik denecek şekilde sembollerle de destekliyorlar. Kılıç-kalkanlı gösterilerle Asya, Balkanlar, Kuzey Afrika, Arap Yarım Adası ve Ortadoğu’da birçok halkın acısını ve […]
Tayyip Erdoğan ve çevresi çok tedirgin ve gergin görünüyorlar. Sandıktan aldıkları desteğe rağmen o koltukta korku içinde oturuyorlar. Şeffaf ve demokratik bir toplum yerine giderekten daha baskıcı ve faşizan yöntemlere öncelik veriyorlar. Bu davranışlarını komik denecek şekilde sembollerle de destekliyorlar. Kılıç-kalkanlı gösterilerle Asya, Balkanlar, Kuzey Afrika, Arap Yarım Adası ve Ortadoğu’da birçok halkın acısını ve soykırım hatıralarını canlandırırcasına ırkçı hezeyanlar içinde mutlak ve kalıcı iktidarın transını yaşıyorlar.
Bu ihtişam ve şatafatlı Osmanlı komedisine rağmen endişe ve korkularını bir türlü gideremiyorlar. İktidarı ve dünya malını kaybetme korkusunu alt edemiyorlar. Onunla birlikte yaşamaya ve var olmaya çalışıyorlar.
En son Erdoğan’ın AKP’li kadın milletvekilleriyle Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda yaptığı görüşmenin bazı satır başları basına sızdı.
Burada iki şey dikkat çekiyor:
Bir: Tayyip Erdoğan çok hızlı bir şekilde kamu güvenlik yasasının onaylanmasını istiyor. İki: Mal beyanı gibi önerilerin ‘tehlikeli’’ olduğuna dikkat çekiyor.
İlk bakışta birbiri ile alakalı olmayan bu iki önerinin, daha doğrusu talimat arasında sıkı bir bağ var. Bu bağ aslında önümüzdeki dönemde Erdoğan’ın izleyeceği ve artık çoktan izlemeye başladığı yolunda haritasını bize veriyor.
Bir gün iktidarı kaybedeceği ve hesap vermek zorunda kalacağı korkusu onu daha baskıcı ve ceberut bir rejim kurmak için zincirlerinden boşalmasına neden oluyor.
Her koşulda iktidarda kalmak çılgınlığı
Artık net olan ve tartışılmayan gerçek şu: Erdoğan her şart ve koşulda iktidarda kalmak istiyor.
Bu nedenle mal beyanı gibi demokratik ülkelerde politikacıların sıradan yaptıkları bir işi çok tehlikeli buluyor. Çaldıkları, banka hesaplarına, kasa ve ceplerine sığmadığı için ayakkabı kutularına doldurdukları servetleri o kadar ki, mal beyanında bulunmayı çok tehlikeli ve ülke ekonomisini istikrasızlığa sürükleyecek faktör olarak gösteriyor. Böylelikle iktidara yapışıp kalmanın bir nedeninin gayri meşru yollarla elde ettikleri akıl almaz servet olduğu anlaşılıyor.
Erdoğan’ın seçim yoluyla geldiği, ama gayri meşru yollarla iktidarını sağlamlaştırmak için her türlü yola başvurmasının ikinci ve en önemli bir nedeni daha var. Kürtlere ve diğer haklara karşı işledikleri suçlar artık sıradan olmaktan çıktı. Üzeri örtülemez, kapatılmaz ve manipüle edilemez gerçekler haline geldi. Kazan Vadisi, Kortek, Roboski, Şexçuman, Lice, Paris, Gezi ve en son Cizre’deki çocuk katliamları bunlardan sadece bir kaçıdır.
Ancak sorun sadece Kürtlerle ve Türkiye’nin mevcut ‘siyasal sınırları’ ile ilgili olsaydı belki bir ‘iç mesele’ denir ve geçilebilinirdi. Türkiye’nin NATO üyeliği ve jeo-politik stratejik önemi dolayısıyla, tıpkı 90’lı yılların başında olduğu gibi işlenen büyük insanlık suçlarını dünya görmez ve duymazlıktan gelebilirdi.
Şimdi durum çok farklı.
Her şeyden önce Erdoğan-Davutoğlu ikilisi yeni bir Osmanlı hülyası için boylarından büyük işlere kalktılar. Suriye’deki iç savaşa direk müdahil oldular. Yüz binlerce insanın ölmesine yol açan bir savaşı hem kışkırtılar, hem de kendi elemanları, istihbarat örgütleri ve devletin maddi gücüyle bu savaşın bir tarafı haline geldiler. Bu nedenle kısa bir gelecekte uluslararası bir mahkemede yargılanmaları bile söz konusu.
Gayrimeşru iktidarların sonu felakettir
Suriye ve Irak’ta, bölgesel ve küresel çapta istedikleri hedeflere varmak için El-Nusra, El-Kaide ve DAİŞ gibi hiçbir zaman için cepte taşınamayacak akreplerle iş tutmaya başladılar. Onların gelişip güçlenmesi ve palazlanmaları için her türlü olanağı ve imkânı sundular. Hatta bizzat DAİŞ çetelerinin kendi yayımladıkları propaganda videolarında da görüleceği gibi özel elamanlarını bazı yerlerde, örneğin Kobanê savaşında cepheye sürdüler. Savaşı koordine etmeye çalıştılar. ‘Kobanê düştü düşecek’ veya ‘Kobanê’de zaten sivil kalmadı diyerek’ soykırımcılara ve istilacılara açıktan moral ve siyasi destek sundular.
Sadece Kürtlerin barışçıl yollarla elde ettikleri kazanımlarını darbelemek için değil, kürsel güçlerin, başta da müttefikleri ABD’nin işine gelmeyen tek taraflı adımlar attılar. Arap dünyasında ‘lider’ olmak ve Osmanlı hülyasını canlandırmak için Yahudi düşmanlığını iç politika malzemesi olmaktan çıkarıp, temel politik eğilim haline dönüştürdüler.
Bugün dünya Erdoğan’ı seçimle iş başına gelen, ancak ebedi iktidarını oluşturmak için her türlü gayri meşru yolu mubah sayan kişi olarak görüyor. Bu nedenle Erdoğan adı en çok DAİŞ, El-Kaide gibi karanlık ve kanlı örgütlerle anılıyor.
Erdoğan, Ortadoğu’da ve dünyanın başka yerlerinde sıkça örneklerine rastladığımız cinsten tipik diktatörler gibi davranıyor. Demokratikleşme yerine diktatörlüğü tercih ediyor. Bütün hesaplarını her zaman ve ölene kadar o koltukta oturacak şekilde yapıyor.
Ancak yaptığı hesabın sahada pekte karşılığı yok. Örneğin zorunlu olarak bir taraf haline geldiği Çözüm Sürecini Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi için kullanmak istedi, ancak başaramadı. Süreç ana hatlarıyla Öcalan’ı, PKK’yi ve bir bütün olarak Kürt tarafını daha güçlü ve meşru hale getirdi.
İkincisi Rojava Kürdistanı’na karşı izlediği politika çöktü ve vekâlet savaşını kaybetti. Sadece kaybetmedi, Kobanê savaşı ile birlikte Kürt ve Kürdistan sorununun görülmemiş düzeyde uluslar arası bir sorun haline gelmesine neden oldu.
Erdoğan’ın Kürtlere karşı cepheye sürdüğü DAİŞ çeteleri şuan Kobanê’de ve Şengal’de pekmez tepsisine üşenmiş sinekler gibi ölüme saplanıp kaldılar. Bu nedenle Erdoğan’ın sadece Kuzey politikası değil, DAİŞ çetelerini destekleyerek Başur ve Rojava politikaları da çöktü. Kobanê direnişi ile birlikte o çok övündükleri ‘değerli yalnızlık’ politikası değerli çöküşe dönüştü.
‘Kobanê düşüt, düşecek’ diyerek Kürtleri tahrik eden ve çetelere verdiği desteği gizlemeyen Erdoğan ve rejimini en çokta 6-7-8 Ekim Büyük Kürt isyanı sarstı. Bu sarsıntı rejim için, DAİŞ çetelerini destekleyen Erdoğan için gerçekten ürkütücüydü. Erdoğan rejimi aslında büyük Kürt isyanı karşısında ahlaki ve moral olarak çöktü. Fiili olarak Kürdistan’ı kaybetti.
Şehir savaşları için yasa çıkarıyor
İşte Erdoğan bu çöküşü önlemek için daha baskıcı ve faşizan yöntemlere yöneliyor. Kendisini ‘daha zor’ bir sürece hazırlıyor. Erdoğan iktidarını korumak için şehir savaşlarını göze alabilecek bir çılgınlık hali yaşıyor. Bu nedenle Cizre’de Kürt çocukları acımasızca katlediliyor. Kürtlere, demokrasi ve şeffaf toplum isteyen herkese karşı olası şehir savaşlarının provasını burada yapıyor. Kamu güvenlik yasasına bunun için ihtiyaç duyuyor.
Aslında bu yasa ile şehirde, kasabada veya herhangi bir yerde çok sıradan bir hak arayışı için gösteri yapan herkes ‘düşman kuvvetleri’ sayılacak. Keyfi infazlar, toplu katliamlar gündeme gelebilecek. Erdoğan’ın ‘polis kalkanıyla bu iş olmaz’ demesinin anlamı da budur.
Yıkılan ve çöken sömürgeci rejimin Kürdistan’daki restorasyonu sağlamak için bir kez daha şiddet ve terörü öne alan bir politika izliyor. Bu herkese karşı savaş ilanının yakın gelecekte sadece Kürdistan’da değil, Türkiye’de de karşılık bulacağı kesin gözüküyor.
Çünkü Erdoğan artık vazgeçemeyeceği bir koltuğu ve iktidarı var. O nedenle kendi geleceği açısından dönüşü olmayan bir yola girdiğini düşünüyor. Aslında Kürt çocuklarını infaz ettirerek gemileri yakıyor. Demokrasi ve çözüm yerine savaşı ve çatışmayı öne alan bir politika izliyor. Kamu güvenliği adı altında çıkarttığı ve çıkartmak istediği yasalarla var olan kurumsal faşizmi güçlendirmekle kalmıyor, yeni bir iç savaşın kapısını aralıyor. Buna hazırlanıyor.
Rejim yeni bir 6-7-8 isyanına karşı, Kürtlerin kendi kendilerini yönetme talebine karşı şimdiden kendince önlem alıyor. Hatta Cizre’de olduğu gibi bazı yedek güçlerini de devreye koyarak savaşı erken başlatıyor. Cizre’de başlatılan bu kirli savaşın önümüzdeki günlerde Kürdistan’ın diğer şehir ve kasabalarında olmayacağını kim söyleyebilir ki?
Fakat Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin sur git bu duruma müdahale etmemesi söz konusu olabilir mi? Patır patır Kürt çocukları infaz edilirken, Kürtlerin eli armut mu toplayacak? Bunun nasıl bir öfke birikimine ve kitlesel başkaldırıya yol açtığını düşünmüyorlar mı? O zaman tabloyu gözünüzün önüne bir getirin. Ve Erdoğan rejiminin Cizre’de simülasyonunu yaptığı şehir savaşlarının varacağı boyutu bir düşünün.
Rejimin sonunu merak edenler Ortadoğu’ya baksın
Bunun çok tehlikeli olduğunu bir kez daha hatırlatmakta sayısız yara var. Ancak birçok çevreden gelen bu uyarıya rejimin sahipleri şimdilik duyu organlarını kapatmışlar. Onları kuşatan gerçeğin dünyasını görmekten çok uzaklar. Tıpkı son birkaç yılda büyük bir gürültü ile ve kendi toplumlarına büyük felaket bırakarak yıkılıp giden rejimler gibi.
Dikkat edin. 2002 yılında, hatta 2007 yılında değişim ve dönüşüm rüzgarını arkasına alarak başbakan olan Erdoğan yok artık. O şimdi halkoyu ile seçilen, ama iktidarını ilelebet kılmak için her türlü gayri meşru yolu deneyen tipik bir diktatör profili çiziyor. Asla bir rastlantı değil. Erdoğan giderekten daha çok iktidarı buyunca kilolarca altın depolayan Tunus’un devrik başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’ye, her şart ve koşulda iktidarını halka tercih eden Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek’e ve demokratikleşme yerine ikide bir ‘güvenlik yasası’ çıkartarak şehir savaşları başlatan Suriye’nin ‘tek adamı’ Beşar Esad’a benziyor.
Tamda bu nedenden dolayı, Türkiye’nin bir Tunus, Libya, Yemen, Mısır, Irak ve Suriye gibi olma riski taşıdığını söylemek ve Erdoğan’ın sonunun da o ‘kudretli liderler’ gibi olacağını öngörmek için falcı olmak gerekmiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.