Başlık Ryan Gosling’le Sandra Bullock’un oynadığı aynı adlı filmden. Ama bizim bu topraklar üzerine hiç de yabancı olmadığımız bir deyiş haline gelmiş bir tamlama belki de… Takvimler 19 Ocak 2007’yi gösterdiğinde ben Harbiye’deki evimde akşamdan kalmalığıma kılıf uydurmak için mide kanaması geçirdiğimi ve işe gelemeyeceğimi, acar muhabirlik yaptığım Akşam gazetesine bildirmiştim. Benimle beraber akşamdan kalan […]
Başlık Ryan Gosling’le Sandra Bullock’un oynadığı aynı adlı filmden. Ama bizim bu topraklar üzerine hiç de yabancı olmadığımız bir deyiş haline gelmiş bir tamlama belki de…
Takvimler 19 Ocak 2007’yi gösterdiğinde ben Harbiye’deki evimde akşamdan kalmalığıma kılıf uydurmak için mide kanaması geçirdiğimi ve işe gelemeyeceğimi, acar muhabirlik yaptığım Akşam gazetesine bildirmiştim. Benimle beraber akşamdan kalan dört arkadaşla dünden kalan Hakan şarabını Marmaris Büfe’den söylediğimiz tavuk dönerle fondipleyerek haberleri takip ediyorduk.
Kasvetin de masaya ortak olduğu dakikalarda CNN Türk altyazıdan son dakika haberi geçiyordu: “Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink Agos gazetesinin önünde kimliği belirsiz kişi veya kişilerce öldürüldü.”
Masadaki herkes tavuk dönerlerini bir kenara bırakıp sigarasına yöneldi. Sessizliğimizi sadece çakmak ve dumanı dışarıya üflerkenki ‘hüf’ bozuyordu. Kilitlenip kalmıştık.
20 yaşına yeni basmıştım 10 gün önce. Kemalist tedrisatla yoğrulmuş zihnim Hrant Dink’i ilk olarak 32. Gün’de tanımıştı. Hiç sevmemiştim o zamanki konuşmasını ama içimden de “delikanlı adam”mış demiştim. Zira masada konuşulanlara tamamen mantıkla cevap veriyor, terbiyesini karşısındakiler gibi bozmadan, sesini yükseltmeden konuşuyor lafı gediğine koyuveriyordu.
Son şarabı da fondipleyip evden çıktım ve kendimi Agos’un önünde buldum. Etraftaki kalabalıkta kendimi Komiser Nevzat gibi hissediyordum. Gençtim, gazeteciydim, olay yerindeydim. Ama her şeyden önce bu devletin bölünmez bütünlüğü konusunda çok hassastım. Çünkü öyle eğitilmiştik. Okulda öyle öğretilmişti. Biz de körü körüne bağlı olduğumuz bu gelenekle öyle bir yoğrulmuştuk ki dışarıdan atılan her taş bizim ciğerimize denk geliyordu sanki.
Bir anda bunların hepsi siliniverdi aklımdan. Yerde ayakkabısı delik yatan adamı gördüğümde şimdi burada yazamayacağım bir küfrü yüksek sesle sallamıştım. Herkes dönüp baktığında da ağzımdan ‘Faşizme karşı omuz omuza’ cümlesi çıkıvermişti sessizce. Sessizdi çünkü bu slogan vatanı bölmeye çalışan komünistlere aitti. Biz ise solcuyduk. Kafalar bu kadar karışıktı.
Hava kararmaya başlayıncaya kadar bekledim orada. Tek başımaydım ama çok kalabalıktım. Zihnimde uçuşanlar birbirine teğet geçiyor sonra da beynimin bir yerine bırakıveriyordu sanki kendilerini.
Agos’un önü iyice kalabalıklaşmaya başlamıştı. Herkes öfkeliydi. Hüzünle öfkenin o umarsız dansı atmosferin üzerinde kendini iyice hissetirmeye başlamıştı.
O sırada komünist bir arkadaşım aradı. Nerede olduğumu sordu. “Agos’un önündeyim” dedim. “Ne işin var lan senin orada?” “Hrant Dink öldürüldü haberin yok mu?” diye sordum. “Onun için soruyorum ya ne işin var senin orada diye. Ağlıyor musun sen?”
Şok olmuştum. Farkında değildim ağladığımın. Gözyaşlarım benden habersiz süzülüyor belki de ‘önce insan’ dedirtmek için bana bir sinyal çakıyordu. Sonrasında koyvermiştim makaraları.
Eve dönmeye karar verdim. Ablamla ve o zaman Radikal gazetesinde çalışan birkaç eski arkadaşla görüştüm. Saat 19.00’da Taksim’den Agos’a kadar yürüyüş olacağını söylemişlerdi. Evdeki arkadaşlara durumu ilettim. Biz de katılacaktık. Komünist olan arkadaşımın küfürleri evde havada uçuşuyor biz de onu sakinleştirmeye çalışıyorduk ama aynaya bakmak aklımıza gelmiyordu. O bağırış çağırışın ardından birinin omzumu sertçe tutup “Sarı! Artık içme istersen” demesiyle kendime geldiğimde önümde 1.5 litrelik üç boş şişe Hakan şarabı duruyordu.
Taksim’e yürüyemeyeceğimizi Halaskargazi’de bekleyip korteje buradan katılmayı teklif ettim. Evdeki ‘solcular’ ve ‘komünistler’ bu teklifi kabul ettiler. Saat yaklaşıyordu. Korteje biz de dahil olduk. O ana kadar sadece maçlarda gördüğüm bir kalabalık Agos’a doğru yürüyüşe geçmişti. Ağızlarda farklı sloganlar, öfke, hüzün… Bir tek Hrant Dink yoktu o an sadece aramızda. Onun dışında herkes vardı.
Sonra ne mi oldu? Hepimiz biliyoruz ne olduğunu. O karanlık el devreye girip aradan çıkarıvermişti ayrıksı otu gibi. Dönemin emniyetçileri vali, valileri bakan oldu. O bakanlar paraları götürdü vs… Dink’e kıyan o zalim zibidiyle şanlı Türk bayrağı önünde fotoğraf çektirip ‘sızdırılmış’ gibi önümüze koydular ve mesajı verdiler. Biz de almıştık o mesajı. Devlet baba sopasını indirivermişti yine.
“Adım adım cinayet”in iğrençlikleri bir bir ortaya dökülüyordu. Karmakarışık ilişkiler ortaya saçılıvermişti yine. Dink’in güvercin tedirginliğine girmesine sebep olan derin bağlantılar ve devlet tarafından verilen dostane tavsiyeler o çınar gibi adamı sinsice arkasından vuruvermişti. Delikanlılık namına bir gram değer taşımayan köpekler yine arkadan ısırmıştı.
Korkmuşlardı Hrant Dink’ten. O’nun delik ayakkabısından, bu ülkenin topraklarını alıp götürmek değil bu topraklara gömülmek istenen o adamdan korkmuşlardı işte. Düzenin bozulmasını istemiyorlardı. Kendilerine halel gelsin istemiyorlardı. Failler yakalanamadı. Ama biz katili çok iyi tanıyoruz. Çünkü o katil sonradan Roboski’de devreye girdi. Berkin’i, Ali İsmail’i katletti. Sonra çıktı ‘Affedersiniz Ermeni’ olmaktan utanç duydu. Hani böyle olaylarda basında sıkça rastladığımız bir söylem vardır ya; aktörler değişti oyun aynı diye.
Size bir sır vereyim mi? Aktörler de oyun da aynı. Hiçbir şey değişmedi.
soyerbrk@gmail.com