Zizek’in “liberal demokrasiyi eleştirmekten kaçınanlar, dinci köktencilik konusunda susmalı” sözü de, 14 Ocak’ın yarattığı korku koşullarında Türkiye’de maddi bir gerçekliğe dönüştü 14 Ocak 2015 tarihi, yalnızca iktidar – medya ilişkisinin değil, gazetecilerin ifade, düşünce ve basın özgürlüğü karşısındaki tutumlarının da gözlerimizin önüne çırılçıplak serildiği bir gündür. Ve bu bakımdan unutulmayacaktır! Herşey Cumhuriyet gazetesinin, Charlie Hebdo’nun […]
Zizek’in “liberal demokrasiyi eleştirmekten kaçınanlar, dinci köktencilik konusunda susmalı” sözü de, 14 Ocak’ın yarattığı korku koşullarında Türkiye’de maddi bir gerçekliğe dönüştü
14 Ocak 2015 tarihi, yalnızca iktidar – medya ilişkisinin değil, gazetecilerin ifade, düşünce ve basın özgürlüğü karşısındaki tutumlarının da gözlerimizin önüne çırılçıplak serildiği bir gündür.
Ve bu bakımdan unutulmayacaktır!
Herşey Cumhuriyet gazetesinin, Charlie Hebdo’nun özel sayısını yayımlayacağının duyulmasıyla başladı. Ortalık bir anda “provokasyona karşı olalım” diyerek, kışkırtıldı. Aslında Cumhuriyet’in yapmak istediği, Charlie Hebdo’ya yönelik İslamcı terörü kınamak ve ifade özgürlüğüne yönelik baskı ve saldırılar karşısında, tüm dünyada oluşan tepkiye ortak olmaktı. Bunu da, Charlie Hebdo’nun son sayısının bir seçkisini yayımlayarak gerçekleştirmek istediler.
Sonrasında yaşananlar ise tam anlamıyla trajikomik olaylardı!
Daha bir hafta önce Tayyip Erdoğan “Türkiye’deki basın kadar özgür bir medya yoktur” ifadesini dile getirmişken, Davutoğlu da basın özgürlüğüne yönelik terör saldırılarını protesto etme amacıyla, Paris’te düzenlenen yürüyüşe ‘kol kola’ katılmışken, Cumhuriyet gazetesinin etrafı geceyarısı polis tarafından ablukaya alındı. Matbaadan çıkmaya hazırlanan kamyonlar, herhangi bir mahkeme kararı olmamasına rağmen durdurularak, gazeteler polislerce defalarca incelendi. Aslında polisin aradığı ve bulmak istediği şey Cumhuriyet’in Muhammed karikatürünü yayımlamış olup olmadığıydı.
Bu olay, iktidarın medyaya yönelik baskıcı ve hukuk tanımaz tutumunu bir kere daha apaçık gösterdi. İktidarın, Charlie Hebdo seçkisi içinde rahatsızlık(!) verici herhangi bir durum görmemesi üzerine gazetenin dağıtımına izin verildi. Fakat gün içinde, Diyarbakır 2. Sulh Ceze Mahkemesi, Charlie Hebdo dergisinin kapağında yer alan Muhammed karikatürünü yayımlayan siteler ile ilgili erişim engeli kararı aldı, yani ‘yasallaştırılmış’ bir sansür kararı.
Elbette böyle bir uygulama ile ilk defa karşılaşılmıyor. Daha önce alınmış bu gibi sansür kararlarını, özellikle 14 Ocak günü hatırlatması açısından Ufuk Çalışkan’ın “Bir ‘Yeni Türkiye’ geleneği olarak yayın yasağı: Nerde ‘karanlık’ orda karartma!” adlı yazısı, iktidarın medya üzerindeki baskısını ve genel tutumunu örnekleriyle birlikte göstermiştir.
Gelelim tüm bu baskı ve sansür karşısında medyanın gösterdiği tutuma…
Bu konuda ilk haber, Mehveş Evin’in 14 Ocak tarihli yazısı ile ilgiliydi. Evin’in “Sorun ne Charlie ile başlıyor, ne de bitiyor” başlıklı yazısını Milliyet gazetesi kağıt baskıda yayımlanmadı ve öğlen saatlerinde de internet sayfasından kaldırdı.
Yine 14 Ocak tarihinde Ezgi Başaran, Radikal’deki yazısına bir not düşmüştü. Gazete olarak bir ikilemde kaldıklarını, Charlie Hebdo ile ilgili haberi yaptıklarını fakat kapağını basamadıklarını yazmıştı. Bu notta ilginç olansa şu itiraftı:
“Batı basını kapaktaki sarıklı adam karikatürünü Hz. Muhammed olarak yorumlamıştı. ‘Bizce değil’ ya da ‘Nereden belli onun Hz. Muhammed olduğu’ ya da en doğrusu, ‘Hz. Muhammed olsa ne olur’ diyemedik.”
Aynı gün Yurt gazetesinden Ayşenur Arslan’dan da bir başka itiraf geldi. “Charlie’yiz de… Acaba gazeteci miyiz!” başlıklı yazısında Arslan, neden ‘O kapağı’ köşesine koymaya cesaret edemediğini açıklıyor ve şöyle devam ediyor:
“Türkiye’deki, şu ana kadar görebildiğim kadarı ile, hiçbir basın-yayın kuruluşunun da yüreği yetmiyor… Aynen, şahsen benim yetmediği gibi…
Bunu itiraf edebilme cesareti gösterebiliyorum sadece.
Bu ayıbın bana değil, bu ülkeyi o seviyeye getiremeyen yönetimlere, topluma, hepimize kolektif olarak ait olduğuna inanıyorum.
Çünkü ucunda; bir serserinin, bir geri zekalının, bir kuş beyinlinin, bir hoşgörüsüz bağnazın, bir yobazın, bir fanatiğin, üstelik gücünü kurulu düzenden alan bir teröristin kurşununa ya da palasına, bıçağına, bombasına kurban olmak var…
Evet… Ölmek, öldürmek istemiyorum.”
Ayşenur Arslan’a bu dürüst ifadeleri için teşekkür etmek gerekiyor. Kendisinin bu samimi itirafı, aslında medyadaki pek çok yazar-çizerin halet-i ruhiyesini yansıtması bakımından oldukça önemli. Zira bu itiraf aynı zamanda gazetecilik işi ile uğraşanların ciddi bir çaresizlik ve korku içinde olduklarını gösteriyor ve elbette iktidar baskısının ne ölçülere varabileceğini de.
Türkiye’de faşizmin egemen olduğu elbette bilinen bir gerçek. Üstelik bu faşizm yalnızca bugünün bir meselesi değil, uzun bir geçmişe de sahip bir meseledir. Birçok gazetecinin katledilmesi, işkenceden geçirilmesi, hapse atılması ya da sürgün edilmesi bunun ispatıdır.
Peki, düşünce, ifade ve basın özgürlüğünden ve gazetecilikten vazgeçmeyip mücadele eden ve bunun sonucunda katledilenler, Türkiye’nin bu faşizm gerçekliğini bilmiyorlar mıydı?
Elbette ki biliyorlardı!
Ve bunu bilerek, her türlü tehdit ve tehlikeyi göze alarak yine de ısrarla mücadele ettiler. Düşüncelerini açıkça söylemekten, iktidarların gerçek yüzlerini sergilemekten ve devletin katliamcı yüzünü deşifre etmekten bir an olsun vazgeçmediler. Örneğin Musa Anter, Metin Göktepe, Uğur Mumcu ve Hrant Dink…
Demek ki buradaki asıl sorun, direnmek veya teslim olmak arasında hangi tercihte bulunulduğu ile ilgilidir. Bu nedenle, bu ülkede “aman başıma bir şey gelmesin” diyerek gazetecilik yapmaya çalışmak, en başta gazetecilik değerlerini hiçe saymaktır. Zira halkın ‘gerçek’ haber alma hakkını savunmak ve bunun mücadelesini yürütmek, iktidarın kirli yüzünü ifşa etmek ve dayatmalarına karşı durmak, en önemlisi de iktidarın sürdürmek istediği hegemonyaya karşı halkın yanında yer almak, basının en temel sorumlukları arasındadır.
Oysa, 14 Ocak tarihli Charlie Hebdo’nun yarattığı gündem bir kere daha medyanın sefaletini gösterdi. Gerek Ezgi Başaran’ın, gerekse de Ayşenur Arslan’ın açıklamaları, ki bu açıklamalar yalnızca onların şahsi fikirlerini yansıtmaktan ibaret değildir, medyanın temel sorumluluğunu neden yerine getiremediğini de tahmine yer bırakmaz bir şekilde açıklar.
İşte, bir karikatürün gazetelerde ve gazetecilerin köşelerinde yayımlanamaması veya bu karikatüre sahip çıkılamaması, medyadaki iktidar korkusunu da gösterdi. Ve bu korkuya teslim oluşu da.
Burada şöyle bir tespitte bulunmak herhalde yanlış olmaz; medyanın sefaleti, özünde liberalizmin sefaletinden beslenir. Zizek’in “liberal demokrasiyi eleştirmekten kaçınanlar, dinci köktencilik konusunda susmalı” sözü de, 14 Ocak’ın yarattığı korku koşullarında Türkiye’de maddi bir gerçekliğe dönüştü. Zira liberal ‘soyut’ özgürlük savunusu, dini kaynaktan ve tabulardan güç alan sansür ve baskı karşısında hareketsiz kaldılar.
Ancak yine 14 Ocak tarihinde, Ceyda Karan ve Hikmet Çetinkaya şahsında basın emekçilerinin her türlü yıldırma ve saldırı karşısında tavizsiz ve ilkeli tutumuna da şahit olundu. Karan ve Çetinkaya kendi köşelerinde Charlie Hebdo kapağına yer vererek, istenildikten sonra iktidara ve mezhepçi faşizme karşı mücadelenin de mümkün olduğunu gösterdiler.
@Umit_Aggul