İktidar blokunu çatlatan Haziran İsyanı’ndan bu yana iflah olmaz bir kriz içinde olan AKP iktidarı, Cemaat’le devlete tam hâkim olma kavgası içinde. Ancak henüz galip ya da mağlup ilan edecek aşamada değiliz. Halkın gündemini egemenler arası kapışmaya terk edecek de değiliz Tayyip Erdoğan, “İsteseler de istemeseler de Osmanlıca öğrenilecek ve öğretilecek” diye buyurdu. Ne bilim […]
İktidar blokunu çatlatan Haziran İsyanı’ndan bu yana iflah olmaz bir kriz içinde olan AKP iktidarı, Cemaat’le devlete tam hâkim olma kavgası içinde. Ancak henüz galip ya da mağlup ilan edecek aşamada değiliz. Halkın gündemini egemenler arası kapışmaya terk edecek de değiliz
Tayyip Erdoğan, “İsteseler de istemeseler de Osmanlıca öğrenilecek ve öğretilecek” diye buyurdu.
Ne bilim dili ne kültür dili ne de halk dili olan, Osmanlı sarayı dışında bir yerde konuşul(a)mayan Osmanlıcayı bu hırsla gündeme sokmaya çalışan Erdoğan’ın asıl derdi ne ola ki?
Osmanlıca, yalnızca sarayın ve saray çevresindeki elitlerin konuşabildiği, halkın konuşamadığı bir düzenin dili. İktidarın sultanın elinde toplanmasını ve halkın da sultana bağlı bir tebaadan ibaret olmasını güvenceye alan bir ideolojik aygıt.
Erdoğan’ın özlem duyduğu saltanatın, imparatorluğun, hilafetin, şeriatın dili olan Osmanlıcaya duyulan gerici özlem basitçe geçmişe dönük bir özlem değil. Erdoğan, iktidarı tek elinde topladığı otokratik yönetim anlayışıyla, neoliberalizmin güçlü yürütme ihtiyacına yanıt vermeye çalışıyor. Koç’undan Kolin’ine bütün sermaye klikleri ülkeyi sınırsız bir yağma sahasına çevirip kârına kâr katabiliyorsa, bin küsur odalı sarayına taşınıp yasama, yürütme, yargı ne varsa tek başına kontrolü altında tutan Erdoğan’ın kural tanımazlığı sayesinde.
Sermayeye sınırsız yağma ve sömürü olanakları açan Erdoğan, halkı da kendisine mutlak bağlı bir tebaa olarak görmek istiyor. Bu nedenle, ekonomik kararlar söz konusu olduğunda piyasanın kurallarından başka kural tanımayan Erdoğan, halkın karşısına İslamcı kimliğiyle çıkıyor.
Erdoğan zorla Osmanlıca öğretmekten söz ettiği konuşmasında, “aklın ve bilimin tek çıkış yolu gibi gösterilmesini manidar bulduğunu” söylüyor. Hem temsil ettiği düzenin hem de kişisel ikbalinin gerekleri açısından gayet anlamlı. Mesela akıl ve bilim devreye girdiğinde AKP’li yıllarda rekor ölümlerin yaşandığı işçi katliamlarına kim “kader” diyebilir? Akıl ve bilimin, yani sorgulamanın devreye girdiği yerde bu kadar hırsızlık, yolsuzluk, yağma, cinayet, adaletsizlikle dolu siciliyle Erdoğan ve AKP için tek bir çıkış yolu bile gösterilebilir mi? Aklını kullanan bu düzene isyan etmez mi?
İsyanın ne demek olduğunu Haziran 2013’te Fırat’ın batısında, Ekim 2014’te de Fırat’ın doğusunda gören Erdoğan, aklın ve bilimin karşısına dinin kurallarını çıkararak kendi düzenini güvenceye almaya çalışıyor: “Sorgulama ey halk itaat et! Tanrıya kulluk eder gibi onun yeryüzündeki gölgesi Erdoğan’a kulluk et!”. Halifelik hayalleri kurduğu yönünde eleştirilere ya da yandaşlarının dile getirdiği yakıştırmalara karşı çıkmayan Erdoğan’ın, Kaç-Ak Sarayı’nda ilk konuk olarak Papa’yı ağırlamış olması da bu bakımdan manidar.
Son 200 yılın yani yalnızca Cumhuriyet’i değil Osmanlı’nın son dönemini de kapsayan modernleşme sürecinin rövanşını almaktan bahseden Erdoğan’ın şeriatçılık gibi bir davası olduğunu biliyoruz. 20 yıl önce belediye başkanı seçildiğinde açık açık söylemiş, sözünden de hiç geri dönmemişti: “Türkiye’de yaşayanların yüzde 99’u elhamdülillah Müslüman olduğunu söylüyor. O zaman yüzde 99’un ‘elhamdülillah şeriatçıyım’ demesi de lazım. Ben elhamdülillah şeriatçıyım. Şeriat İslam, Allah’ın kuralları demektir.” Gerçi, Erdoğan’ın kendi iktidarının ve kesesinin kuralından başka kural tanımadığını da biliyoruz.
Ama onun “Yolsuzluk, hırsızlık değildir” diyen Hayrettin Karaman gibi fetva makamları, devlet memuru olmaktan çok AKP basın sözcüsü ve şeyhülislam gibi davranan Diyanet İşleri Başkanları var. “Allahın kurallarını” kendileri koyup kendileri oynuyorlar. Erdoğan saltanatı sarayda altın kadehlerini kaldırırken onu aklayıp paklayan Karaman’ın oğluna bir rektörlük makamı veriliyor, Diyanet İşleri Başkanı’nın altına milyonluk mersedes çekiliyor. Her şey “kuralına” uygun, her şey meşru! Halk mı? O aklını kullanmasın, anlamadığı bir dille, onu kula kul eden bir dinle oyalansın.
Bir de dış politikanın Osmanlıcası var. Erdoğan’ın gücünü ve meşruiyetini Osmanlı mirasında arayan dış politikası, Ortadoğu’nun emperyalizmle yeniden bütünleştirilmesinde ana aktör olarak bölgesel güce dönüşme hedefi üzerine inşa edildi. Bu politika şimdilerde iflas etmiş görünse de Erdoğan ve Davutoğlu ikilisi pes etmiş değil. Başarısız olan ve yalnızlaşan AKP, Müslüman Kardeşler’in ve Sünni cihatçıların hamisi olarak girdiği bölgesel mezhep çatışmasını süreklileştirerek daha fazla kan ve düşmanlık pahasına siyasal denklemdeki yerini korumaya çalışıyor.
***
Özetle, Osmanlıca tartışması geçmişe dair bir tartışma değil, bugünün ezenleri ile ezilenleri arasındaki güncel çatışmanın bir yansıması. Bu tartışmada solun tutumu da geçmiş savunusu olamaz.
Osmanlıca simgeselliğinde karşımıza çıkarılan neoliberal-sultanlığa karşı demokrasi ve sosyalizm, şeriata karşı laiklik, tebaalaştırmaya karşı eşit yurttaşlık, mezhepçi bir bölgesel savaş biçimini alan emperyalist savaş politikalarına karşı da bağımsızlık ve halkların kardeşliği diyeceğiz.
Bu çatışmada solun direnen halk kesimlerinden başka bir dayanağı yoktur. Burjuvazi de onun parlamentodaki yedek lastiği “sosyal demokrasi” de laiklik konusunda havlu atmıştır, emperyalizmden bağımsızlık gibi bir dertleri, siyaseti egemen sınıfların tekelinden/halkı tebaa olmaktan çıkarmak gibi bir niyetleri yoktur.
Ayrıca solun AKP iktidarı karşısında başka bir müttefik arayışına ya da her yasal düzenlemede ve sistem içi operasyonda memleketi “faşizme geçiren” felaket tellallığına ihtiyacı da yoktur. Felaket tellallığı, kitleleri mücadeleye ikna etmeye değil olsa olsa sindirmeye ve sistem içi arayışlara itmeye yarar.
Türkiye’de yeni sömürgecilik ilişkilerinin kurumlaştığı II. Dünya Savaşı sonrası dönemde yukardan aşağı örgütlenen “sömürge tipi faşizm”, AKP döneminde de neoliberalizmin gerekleri doğrultusunda Sünni İslamcı bir temelde rehabilite edilmektedir. Yaşanmakta olan şey “demokrasiden faşizme geçiş” değildir. Sömürge tipi faşizm tespiti, AKP iktidarı boyunca yaşanan liberal-ulusalcı savrulmalara kapılmamanın anahtarlarından biri olmuştur.
Mücadelenin içinde olanlar AKP’li yıllarda rejimin daha da saldırganlaşmasının temelinde sınıf çatışmasının şiddetinin ve sistemin krizinin yer aldığını da, sınıf mücadelesinin emek, doğa ve kent savunusu alanlarındaki dinamizminin de farkındadır. Solun AKP iktidarı karşısındaki örgütsel, siyasal, ideolojik meselelerinin çözüm adresi işte bu çatışma ekseni ve bu mücadele dinamizmidir. Sınıf mücadelesinin güncel pratik ihtiyaç ve olanaklarını değil de egemenler arası çatışmanın açığa çıkardığı varsayılan olanakları ya da sol örgütlerin kendi başına sahip olduğu varsayılan olanakları dayanak noktası olarak seçenlerin ise halkın direnme eğilimlerini ilerletme şansı yoktur.
***
Gelelim devlet krizinin Osmanlıcasına ya da Yeni Osmanlı’nın fetret devrine. Mümin kardeşler siyaseten boğduruluyor, sarayın çevresi Yiğit Bulut, Numan Kurtulmuş, Süleyman Soylu gibi yalnızca sultana bağlı devşirme kadrolarla dolduruluyor. İktidar blokunu çatlatan Haziran İsyanı’ndan bu yana iflah olmaz bir kriz içinde olan AKP iktidarı, Cemaat’le devlete tam hâkim olma kavgası içinde. Hedefte yalnızca Cemaat değil, Erdoğan’ın gittikçe kişiselleşen operasyonlarına ‘tam destek’ noktasında ayak sürçenler de var.
17 Aralık 2013’ten beri karşılıklı hamlelerle süren bu kavgada, AKP de “büyük” hamlesini yıldönümüne denk gelecek şekilde 14 Aralık 2014’te yaptı.
Ancak henüz galip ya da mağlup ilan edecek aşamada değiliz. Cemaatin devlet içinden aldığı bilgilerle operasyonu önceden deşifre eden “Fuat Avni” twitter hesabı, Cemaat’in yargı ve polis başta olmak üzere devlet aygıtı içinde hala etkin olduğunu gösterdi.
Erdoğan Kaç-Ak Saray’dan “güç bende artık” diye bağırsın dursun, ne Cemaat’in yargı ve polis içindeki varlığını tasfiye edebildi ne de AKP içini bu tarz bir topyekûn operasyona ikna edebildi. Bank Asya operasyonu AKP’nin bakanları Ali Babacan ve Mehmet Şimşek’in direncine çarptı. Onlar sermayeyle iyi geçinmenin hatırına yerlerinde dursa da AKP medyasında Erdoğan’a tam biat göstermeyenler, “davaya verdikleri” 40 yıllık emeklerine bakılmadan tasfiye edildi.
Aslında iki taraf da bu kavgada tek başına galip gelemeyeceğini biliyor. Hem egemenler cephesinden hem de halktan destek almak için ellerinden geleni yapıyorlar. Cemaat AKP’yi hırsızlıkla, AKP Cemaat’i devleti ele geçirmek için kendi hasımlarına hukuksuz operasyonlar düzenlemekle suçluyor. Yanlışları yok ama eksikleri var. İkisi de birbirlerinin üzerine attıkları tüm bu suçlarda ortaklar.
Yine de her iki tarafça da yürütülen “algı operasyonları” kısmen de olsa başarılı olmuş görünüyor. Bazı polislerle birlikte Zaman ve Samanyolu TV’yi hedef alan 14 Aralık operasyonu sonrasında egemenler cephesinden karışık tepkiler geldi. AB, AKP’yi eleştirdi Cemaat medyasına sahip çıktı; ABD “izliyoruz” dedi; TSK suskun; CHP, Gülen Hareketi ile ittifakında ısrarcı; liberaller Cemaat’in “özgür basınla dayanışma” tezgâhında poz vermekten utanmıyor; sermaye ise sıcağı sıcağına renk vermektense kârına bakıyor.
***
Halkın gündemi egemenler arası kapışmaya terk edilemez. Halkın hakları için halkla birlikte mücadele edenler de zaten özgürlük ve demokrasi adına bu kapışmada taraflardan birine yedeklenme hatasına düşmez.
14 Aralık Operasyonu’nun düzenlendiği gün, AKP-Cemaat kavgasını bir “özgürlük ve demokrasi kavgası” olarak gösteren ekranlara değil de sokağa bakanlar, Maltepe Üniversitesi Hastanesi’nde sendikalaştıkları için işten atılan 98 işçinin kış günü işyerlerinin önüne kurdukları direniş çadırını görüyordu. Sakarya’da bir havaifişek fabrikasında yaşanan patlamada yaşamını yitiren işçiyi, rant için Kartal Cevizli Tekel binasının yıkılmakta olduğunu görüyordu. Bingöl’de polis vurdular diye infaz edilen ve sonra suçsuz oldukları açığa çıkan dört Kürt gencinin kasten hedef saptırma için öldürüldüğünü öğreniyordu. AKP destekli IŞİD çetelerinin saldırılarında ölen Kobaneli gençlerin cenazelerini, sefalet ücretine karşı insanca yaşanacak bir asgari ücret için ülkenin dört yanında sokağa çıkan işçileri görüyordu. AKP’li, CHP’li belediye demeden; Tayyipçi, Cemaatçi, ‘laik’ sermaye demeden kol kola giren yağma çetelerinin emek, kent ve doğa yağmasını görüyordu.
Ama seyretmiyor, faşizme ve gericiliğe karşı mücadele için de en uygun zemini oluşturacak olan sınıf mücadelesinin güncel görevlerini sırtlanıyor; İstanbul’da, Edirne’de, Çanakkale’de, Bursa’da, Kocaeli’nde, Marmara’nın dört yanında düzenlenen eylem ve etkinliklerle İstanbul’u ve Marmara’yı, emeği ve yaşamı savunmaya çağırıyordu.
28 Aralık’ta Kadıköy mitinginde buluşmak üzere…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.