sabaha yatmış bir gecenin hoyratlığıyla ansızın ve cebren, akrep silahların tetiğine ancak titrek ellerini bastırarak cesaretlenen çıyanların ağza alınmaz, hayasız küfürleriyle götürmüşlerdi bizleri aralığın ondokuzunda. dışarıda buz kesmiş, kol gezinen vakitlerin bir ölüm mevsimi olduğunu içimizi titreten soğuktan değil; mahpushane duvarlarından sızan kanlara bakarak anladık. eski Türkiye’nin tarih olmuş bir hükümeti döneminde, aralığın ondokuzundan yirmiikisi […]
sabaha yatmış bir gecenin hoyratlığıyla ansızın ve cebren, akrep silahların tetiğine ancak titrek ellerini bastırarak cesaretlenen çıyanların ağza alınmaz, hayasız küfürleriyle götürmüşlerdi bizleri aralığın ondokuzunda.
dışarıda buz kesmiş, kol gezinen vakitlerin bir ölüm mevsimi olduğunu içimizi titreten soğuktan değil; mahpushane duvarlarından sızan kanlara bakarak anladık.
eski Türkiye’nin tarih olmuş bir hükümeti döneminde, aralığın ondokuzundan yirmiikisi vakitlerine kadar, durmaksızın, adalet bakanı bir hukuk profesörünün mümessili olduğu bir vahşet piyesi sahnelendi tozlu memleket sahnesinde.
22 hapishaneye aynı anda, koğuşlarda/hücrelerde kuşlar kadar özgür olan siyasi mahkumlara, 10 bin asker – yüzlerce kepçe ve dozer – kimyasal kapsüller – lav silahları – işkenceci devlet görevlileri saldırdı. ardından onlarca ölüyü, yüzlerce sakatlanmış ruhu ve bedeni bırakarak.
o günkü operasyonun adı ise, bugünlerde basın özgürlüğü lehine slogan atan paralel olmayan/öteki arsız, yolsuz, hırsız takımının makus talihi kadar manidar idi; “hayata dönüş operasyonu”.
“ölümler olmasın”, “insan hayatı kazansın” ve “insan hayatının barış ve kardeşçe bir arada yaşayabileceği bir nizam tesis edilsin” diye sokaklardan, hapishane önlerinden ayrılmadık aylar boyunca.
engelleyemedik, soluğumuz ve sesimiz yetmedi/duyulmadı.
ve ölümlere dur diyemedik bilcümle.
ölüm ve silah tacirleri galebe çaldı o soğuk mevsimin aralığından akan kanların sarhoşluğu içinde.
yenisinden farksız bir eski Türkiye tarihinde, bir devlet vazifesi daha duvarların içinde ve dışında, bir öldürme merasimi içinde ifa edilmiş oldu.
maraş kıyımına, 6-7 eylül kırımına, piyangotepe ve bahçelievler katliamındaki kokusuna ne kadar benziyordu kullanılan barutun kokusu.
ali ismail korkmaz’ın cansız bedeni, ahmet atakan’ın soluksuz hali ve medeni yıldırım’ın kanlı gömleği yatıyordu sanki duvarların ardındaki demir parmaklıkların içinde.
manzara aynıydı, failler aynıydı, eskisiyle yenisiyle halkına düşman bir müesses nizamın gerçek görüntüleri gözümüzün önünde belirdi.
hakikat buydu, ancak devlet arşivleri hakikatı sevmezdi.
resmi tarihin vesikalarında sorumlular özgür, muhalifler tutsak veya ölüdür.
aynı vesikalardaki tape’ler zalimin zulmünü anlatırsa imha edilir devlet katlarında; ve maaşlı polis, savcı, hakim kulluk eder sadece bu şebekenin suçlarına.
kirli ellerden geçen tape’ler yoksulların, sayıca az olanların, devletten farklı düşünenlerin, mülteci ruhuyla kendi topraklarında karşı kıyıda oturmaya mahkum edilenlerin hikayesinden kurulmuş ise gazete başlıklarından, televizyon ekranlarından servis edilir, eklenerek montaj memurlarınca.
bugün ne kaldı elimizde.
yitirdiğimiz canların hatırası.
her geçen gün, üç beş ağacın da meselesini mesele edinmiş büyüyen öfkemiz.
akıntıya karşı yürüyen bütün halk kesimlerinin haklı inadı.
eskisini aratmayan bir yeni zamanlar faşizmi.
yenisine zengin bir miras bırakan eski zaman faşizminin veraseti.
F (hücre) tipi hapishaneye giderek benzeyen, büyük şehirlerin kalabalığında yalnızlaşan ve hücreleşen hayatlarımız.
açık bir hapishaneye dönüştürülen büyük ve yeni Türkiye resmindeki görüntümüze yakından bakalım;
nizamiye kapısında eğitim zayiatı ölü bir asker,
köprü inşaatında taşeronla çalıştırılan, parasını alamayan bir işçi.
bir çıkmaz sokakta dövülerek öldürülen “korkmaz” bir genç,
ermenek’te, şırnak’ta, kozlu’da, soma’da günyüzü göremeyen kapkara bir gelecek,
resmi rakamlarda işsizlik istatistiği,
devlet istatistiklerinde büyüyen ekonominin fıtratındaki yoksulluk kalemi,
diliyle konuşursa,ağlarsa,yürürse memleketi bölecek bir kürt,
ibadetini allaha kabul ettirmiş, selefi beşere kabul ettiremeyen bir alevi,
okul kapısında atanamayan bir öğretmen,
devletin kütüğünde yurttaş değil bir müşteri,
diyanet’in kapısında bir müslüman hanefi, cemevi kapısında bir kurşun ve bir ceset,
serbest piyasa ekonomisinde aldatılan ve soyulan tüketici,
seçim dönemlerinde ikna edilmesi gereken yoksul ve çaresiz seçmen,
ve kaçak ve haram ve gayrimeşru işlere şirk koşmuş bir başkanlık sarayı duvarlarına taş taşıyan, padişaha alkış tutan bir reaya.
bir ucundan diğerine onbir adımda yürüdüğüm, yalnız sekiz saat boyunca gökyüzünü görebildiğim bir hücre havalandırmasında gelin beraber volta atalım,
yar’e, ana’ya yazılmış en güzel mektupların satırlarını birlikte kaleme alalım.
bir cigaranın umutlu ve çilekeş nefesini içimize çekelim ve bahsi kapatalım.
sincan’da, kandıra’da, kırıklar’da, tekirdağ’da, metris’te bir tarih yatar.
hesabı görülmeyen bu tarihin, katledilen canların ahı sarayların duvarını yıkacaktır.
dicle’nin, fırat’ın kıyısında kaybolmuş bir koyunun yokluğunu dert edinmiş, üç beş ağacın yaprağını ihaleye, müteahhite, avm’ye değişmeyecek bir geleceği hakkediyor bu topraklar.
19 Aralık katliamını unutmayalım.
tecritte hayatını sürdürenlerin şu vakitlerde neler yaşadığını hissetmeye çalışalım.
hayatlarımızın hücreleştirilmesine bilcümle karşı duralım.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.