Halkın ile arana duvar örmek yetmediyse bir de sesten bir duvar ör ki, artık o sesler bir daha kulağına çalınmasın; artık çok uzaklarda konuşulan yabancı bir dil gibi. Duymazdan gelmenin haklı zemini oluşsun Türkiye’de kendisine aydınlanmacı ve İslamcı diye adlandıran iki kitle arasında yaklaşık bir yüzyıldır süregelen bir çekişme var. Dil odaklı olan tartışmadan söz […]
Halkın ile arana duvar örmek yetmediyse bir de sesten bir duvar ör ki, artık o sesler bir daha kulağına çalınmasın; artık çok uzaklarda konuşulan yabancı bir dil gibi. Duymazdan gelmenin haklı zemini oluşsun
Türkiye’de kendisine aydınlanmacı ve İslamcı diye adlandıran iki kitle arasında yaklaşık bir yüzyıldır süregelen bir çekişme var. Dil odaklı olan tartışmadan söz ediyorum. Cumhuriyet devrimleri ile getirilen dilin anlaşılırlaştırılması, durulaştırılması ve yaygınlaştırılması çalışmaları toplumun her kesiminden benzer iyimserlikle karşılanmadı.
Gelenekçi olan kesim “Bir gecede ecdadımızın ne demek istediğini anlamamaya başladık” diyerek alfabenin değiştirilmesini eleştirirken yeni sözcük arayışlarına ve bu uğurda girişilen gerekli gereksiz birçok çabaya karşı çıkarak nükteli bir biçimde “Türkçeyi sala bindirip sele verdiler” diyerek bu akıma ve onun getirdiği yeni sözcükler türetme yöntemlerine karşı durmaya çalıştılar.
Tarihin bu noktasından bakınca ibre bu iki cepheden ilkine hatırı sayılır ölçüde kaysa da, bu yazıda gelenekçilerin dil ile olan ilişkilerine değinmek istiyorum. Bu tepkileri ve eleştirileri bir araya getirerek bir dil anlayışının sınırlarını kabaca sezinlemek mümkün müdür? Önümüzde duran soru bu olsun.
Bu cephenin ilk iddiası dil ile oynanmaması gerektiğidir. İnsanların gelenekleri oldukları gibi korunmalıdır. Bir gecede çıkarılan yasalarla Babil kulesinde olduğu gibi insanların birbirilerini anlayamamalarına yol açmak yersizdir.
Bu insanların her çağdaki olmuş olabilecek örnekleri acaba Arapça, Farsça sözcükleri ilgili çağda büyük bir konukseverlikle ağırlamış mıdır bilemiyorum. Yalnız, şunu belirtmekte yarar görüyorum; bir dilden sözcük almanın tek koşulu sözcüğün anlattığı kavram ya da nesnenin ne işe yaradığının anlaşılamamasına dayanır. Başka türlüsü hazıra konma, sorgusuz kabullenmedir.
Başka türlüsü kendi dilinize uymayan aruz vezni ve birtakım sanat ölçülerine hammadde olarak sözcük devşirmek demek. Hep hatırlatılan şu örneği akla getiriyor; asfaltı döktükten sonra akaryakıt almak gerekti. Sonuçta demiryolu yerli ve ağırdı. Araçlar yersiz ve hafif ve dünya ekonomik ağı ile bağlantılı olmak gerekti. Demiryolu içe kapanık; karayolu dışa dönüktü. Sonra işte Marşal yardımları ve zeytinyağı yiyememenin nedenleri türküsü.
Şunu da hatırlatmakta yarar var: Ortada olan konu acaba Orta Asya’ya dönük özleşme çabaları mı? Bir bin yıl önce Batı, artık ise Ortadoğu olandan ödünç alınıp gelenek diye benimsenene yaslanmak mı; yoksa işte bin yıldır süren Batılılaşmanın son ayağı Avrupa’ya sokulmak mı?
Kimisi Avrupa’da Latince ve Eski Yunanca ne ise bizde de Arapça ve Farsça odur dedi. Kimileri de daha çok Alman Aydınlanmasını ‘aklın ilkeleri’ni önceliklendiren gelenekten kopuşu savundu. Gelgelelim, doğrudan alfabe ve dil ile bağdaştırılamayacak olsa da Osmanlıdaki okuryazar ile Cumhuriyet Türkiye’si okuryazarlık oranı arasında bir yüzyıldan daha büyük bir uçurum var.
Dilbilimi diğer bilimler arasında saygın yerine oturtan Sasür (Saussure), gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkiyi keyfi bulmuş her dilin aynı nesneleri farklı adlandırabileceğine dikkatimizi çekmişti. Ne büyük buluş. Ha buna muallim demişim ha öğretmen ne fark eder ki?
Bu anlayışta eksik olan şey dilin her şeyden önce ses olduğu, yazılı kültüre geçilmenin insanların düşünme biçimlerini de dönüştürmüş olduğudur. İnsanlar yalnızca sözcüklerle tuğla gibi anlaşıyor olsalardı sessel bir imgelem olmasaydı benzer bir mantıkla yalnızca para basarak da ekonomik sorunlar benzersiz bir biçimde çözülebilirdi.
Dilin kavrayıcı ağının kesintisizliği ve sözcüklerin yalnızca anlamsal değil ama sessel ve türetimsel olarak ilişkilendirilebilirliğinin şiir ve felsefe için ne kadar önemli olduğunu hatırlatmakta yarar görüyorum.
Kendisini şuursuzca yabancı dillerden değil sözcükler, dilbilgisini de ithal eden; dil ile kurulan bu yüzeysel ilişkinin ihmal ettiği bir şey tıpkı aruz veznini aldıktan sonra sürekli sözcük aşırmak gerekiyorsa; dilin kendi içerisinde usun rahatlıkla gezinebileceği bir anlamsal ağ oluşturması gerektiğidir. Dil aracılığı ile düşünürüz. Dilin kendi olanakları yeteri kadar tüketilip yeni sözcükler türetilmeden bu canlı yapı serpilemez; güdük kalır. Dildeki yabancı bir sözcük tarafından doldurulan her boşluk alıkların cirit attığı bir dinlence merkezidir. Dilin sözünü ettiğimiz bu dokusunun bozulması dilin bizim aracılığımızla düşünmesini/dilin-kendiliğindenliğini askıya alır. Felsefe tam olarak da bu bozulmamış doku üzerinden emekleyerek ilerleyen bir etkinliktir.
Doğal olarak dil tartışmalarındaki kentlinin göçere yönelik seçkinci tavırlarını da unutmamalı. Merkezi bir otoritenin baskı mekanizmalarından uzakta insanların kullandığı dil daha berrak ve anlaşılırdır. Öyle sözcükler vardır ki kimi yörelerde kentlinin dikkatini çekmeden yüzyıllarca varlıklarını sürdürürler. Yaşam deneyiminden uzakta, saraylarında yaşayan padişahların anlayışlarındaki eksiklik, köylünün yaşamla ve toprakla kurduğu dolaysız ilişki içinde geliştirdiği dilde iptal edilir. Halkın ile arana duvar örmek yetmediyse bir de sesten bir duvar ör ki, artık o sesler bir daha kulağına çalınmasın; artık çok uzaklarda konuşulan yabancı bir dil gibi. Duymazdan gelmenin haklı zemini oluşsun.
Özetlersek, dilde geçmiş nesilleri anlayamama kaygısı ile kendisini gizlemeye ve sevimli göstermeye çabalayan bağnazlık dil ile kurduğu yüzeysel ilişkide tutarsızlığını açığa çıkarır. Dile yönelik, alışkanlıklardan öteye bir anlayış geliştirememiş bir bakış açısı dil hakkında her ağzını açtığında başka bir şey anlatmak istediğini unutmamak gerekir.