Baştan ayağa endüstriyel sektörün ve kapitalist çıkar ağının böğrüne sokulmuş bir “eğlence” alanında solculuk hatta “devrimcilik” eyleyebilmek ne kadar mümkün ya da bu mümkün mü? Yahut, hafif türleriyle tarafgirlik, köktenci formlarıyla fanatizmle hemhal bir müsabaka seyrinden halkın hakları için mücadele çıkabilir mi? “Eski kuşak solcu” değilim, fakat “benim aktif mücadele” yıllarımda bile -2003 ve 2010 […]
Baştan ayağa endüstriyel sektörün ve kapitalist çıkar ağının böğrüne sokulmuş bir “eğlence” alanında solculuk hatta “devrimcilik” eyleyebilmek ne kadar mümkün ya da bu mümkün mü? Yahut, hafif türleriyle tarafgirlik, köktenci formlarıyla fanatizmle hemhal bir müsabaka seyrinden halkın hakları için mücadele çıkabilir mi?
“Eski kuşak solcu” değilim, fakat “benim aktif mücadele” yıllarımda bile -2003 ve 2010 arası diyelim- politik öğrenci gençliğin kendi arasında “açık açık” futbol muhabbeti yapması “boş iş” olarak görülür, bu mevzu üzerine ulu orta, üstelik iştahla konuşmak biraz da “ayıp” sayılırdı -Beşiktaşlı arkadaşlarımızın genelini ayrı tutalım. Evvel emir, futbola karşı bu tutumu ve yaklaşımı doğru bulmadığımı söyleyeyim ama bir “itiraf”la birlikte: Öncesinde futbolu yakından takip eden ve taraf olan ben, siyasi çalışma yaptığım dönemde bu meseleyi takipten neredeyse tamamen uzaklaştığımı net bir biçimde hatırlıyorum.
Bu birçoğumuz için de herhâlde böyle olmuştur?
Ancak, son yıllarda -sol siyasetin futbolun içine sokulmasından ziyade- futbolun sol siyasetin içine ısrarla sokulmaya çalışıldığını, kulüplere ve onların belli başlı sembollerine, tarihine ve dahası başka hayali varlıklarına gerçek hayatta olmayan anlamlar atfedildiğini ikircimsiz söyleyebiliriz. Örneğin, şike davası sürecinde “Fenerbahçeli solcular”ın Aziz Yıldırım gibi bir figür için Che’li bayraklarla hararetli nümayişlere atılmaları sanırım bu vak’anın, bu dejenerasyonun en acıklı örnek olayıdır.
“Sekter” görünme tehlikesini def edebilmek için, önce galiba sorunumuzun şu kısmını açmamız gerekecek. Solcular bir takım tutamazlar mı?! Ne saçma soru… Elbette ki tutabilirler, tutacaklar, tutsunlar. Böylesi büyük bir heyecandan mahrum kalmak bir insan evladının kendisine yapmaması gereken bir “kötülük” olur. Kaldı ki “takım tutmak”, kendiliğinden gelişen, kişiliğin ve kimliğin bir parçası olan bir dürtü. Yani, “ben Gençlerbirlikli olayım” deyip, Gençlerbirlikli olamazsınız, al-kara renkler sizi ateşliyorsa, heyecanınıza tavan yaptırıyorsa, hayırlı olsun, siz Gençlerbirliklisiniz.
Yani anlaşılacağı üzere problemimiz takım tutmak değil. Ona olmadık/var olmayan anlamlar yüklemek ve bunu solculuğa yapıştırmaktır delirten. Sorun, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor gibi dev futbol ekonomisi kartellerine, her türlü kire pasa batmış organizasyonlara ulviyet bahşetmek. Üstelik Türkiye gibi bir ülkede, yani takımlar üzerinden solculuk yapabilmek için tarihsel arka plândan dahi yoksun olduğumuz bir memlekette.
Fenerbahçe burjuvazinin, Galatasaray aristokrasinin, Beşiktaş “arabacılar”ın takımı derler. Beşiktaş, ilk dönem taraftar profilinden kurtarıyor yine, ama işlerin değişmesi uzun sürmemiş ve bu eskimiş meselelerin bugün için zerre kadar değeri/anlamı kalmamış, net.
Demem o ki, bizde Avrupa’da, Latin Amerika’da gördüğümüz gibi kökleri işçi sınıfında ya da diğer yoksul katmanlarda olan bir takım -büyükler içinde- yok. Eğer bugün üzerinden bakarsak da, durum daha sarih görünür; saydığımız takımların her sınıftan, fikirden ve yöreden milyonlarca taraftarı mevcut. “Yöre”yi bilerek vurguladık, ki üç büyüklerin bu yersizliği sebebiyle Türkiye’deki derbilerin bırakın zengin-fakir döğüşünü en ufak bir yan anlamı bile bulunmuyor… Belki daha zengin kulüplerle, daha az zengin kulüplerin mücadelesi… oyun/skor/istatistik rekabeti haricinde zorlarsak işte bu kadarcık anlam çıkıyor.
Zaten rakibi yenmeyi tarifleyecek sözcüklerin, tecavüz, bekâret bozmak -Japon bayrağı açmışlıkları vardır-, koymak, geçirmek, s.kmek, sokmak gibi erkek kozmosunun yoksul ve yoksun anlam dünyasından seçildiği bir çölden ve çukurdan daha fazlasını kasma çabası salt zorlama olacaktır. Hele ki “solcu taraftarlar”ın birçoğunun da -ve kadın olanları da dâhil!- meseleye bakış açılarını yukarıda saydığımız, “karşı tarafın isteği dışında onunla cinsel birliktelik kurma” mecazları üstünden kurduğunu da görüyorken -sosyal medya sağ olsun-… Oradan sola çıkış ancak taraftarlık olgusunda ve oyunun kendisinde kökünden bir değişimle -yani devrimle- mümkün olabilir.
Endüstriyel futbol kirli ve şehvetli bir oyun. Onun içine tam dühul edenin de bütünüyle “temiz” kalabilmesi zor. Bu şehvet ve kiri sola, onun kavgasına bodoslama taşımak da mücadeleye fayda değil zarar veriyor. Fanatizmle yoğrulmuş bilinçler marifetiyle kavga alanlarına Aziz Yıldırım bayrakları sokuluyor, öteki 1 Mayıs alanında “Şampiyon Beşiktaş!” diye “ley ley ley”e başlıyor… Hâlbuki Beşiktaş’ın ya da bir diğerinin milyon dolarlık ayaklarıyla şampiyonluğu, açların ve garibanların kavgasını zerre kadar enterese etmiyor, ona enerji taşımıyor. Olsa olsa, kimi fukarayı sevindirirken, bir başkasını üzüyor.
Biz de isteriz tribünlerde orak-çekiçli bayraklar açılsın, devrimci marşlar okunsun, protestolar örgütlensin… Lâkin bizim memlektte durum pek öyle değil, dedik ya sol tribüne değil, tribünler solun yürüdüğü alanlara taşınıyor. Tribünler solculaşmıyor, sadece bir kısım solcu holiganlaşıyor! Zaten tersi olsaydı, farz-ı misal, insanın bir ağız tadıyla maç izlemesine bile mâni olan passo-lig rezaletine karşı güçlü bir direniş örgütlenebilirdi. Var mı öyle bir şey?
Ama gösterme ve pop çağındayız. Fenomen olan, trend olan kendini satıyor. Bu “tribün solculuğu” mevzuunda da bazı ünlü ve “birikim”li solcu yazarların çabasının önemli bir vebali olduğunu es geçmemek gerek.
Gördüğüm; Türkiye solunun önemli bir kısmı da son birkaç on yıldır “pop” olana yönelip, ona karşı iştahasını kabartmış vaziyette. Bu da sonuç olarak, karma bir toplam olan Çarşı’yı, binlerce şehit vermiş devrimci bir örgütten üstte ve önde görmeyi bile ortaya çıkartabiliyor. Ülke gerçekliklerine, temel ızdıraba, mahalleye, coğrafyaya, açlık ve yoksulluğun sarsıcı tüketiciliğine her geçen gün bigane kalan geniş solcu bir kesim sürekli parlatacağı fenomenlere ihtiyaç duyuyor: Bir gün Sırrı Süreyya, bir gün Demirtaş, bir gün Çarşı, öteki gün veganlık, bir ara Yıldız Tilbe… Baştan aşağıya popla şekillenen bir anlam, ilgi, pratik ve sevgi dünyası.
Beşiktaşlı arkadaşlar belki kızmışlardır, “Çarşı’nın neresini beğenmiyorsun?” diye. Yazının akışını bozmak pahasına mevzuya Çarşı özelinde bir ara not koyarsak, Çarşı’nın, örneğin “Gezi direnişinin merkezinin merkezindeki” özgül ağırlığı, direnci, katkısı ve anlamı tartışılmaz. Yiğit Beşiktaşlılar kâbus gibi çöken faşizmle dövüştüler. Ama sadece Beşiktaşlılar değil, diğer takımların taraftarları da dövüştü/dövüşüyor, üzerlerinde forma var ya da yok. Burada sıkıntı, mesela Gezi’yi Çarşı, Anti-kapitalist Müslümanlar gibi semboller üzerinden okuyanlarda. Milyonluk bir patlamayı, salt öne çıkarılan birkaç figür ve fotoğrafla açıklama merakı. Gazi’den Gezi’ye yürüyen on binleri yahut Antakya’daki Arap-Alevi kalkışmasını Çarşı’yı gördüğü kadar göremeyen pop, teşhir ve fenomen duyarı… Bilmem anlatabiliyor muyum?
Çarşı, Beşiktaş dedik… Süleyman Seba’nın ölümünden sonra çıkan tartışmalar, holiganizmin, solcu olmanın önüne nasıl geçtiğinin dört başı mamur bir örneği değil midir mesela? Tıpkı “Aziz Başkan”a ve Fener’e “adalet” isteyen yığınla “solcu”/ ulusalcı taraftarın, üstelik Devrimci Sol’un “haklıyız kazanacağız!” sloganını tezahüratlaştırıp, içini boşaltarak yaptığı destek gösterilerindeki “tutulma”da da gördüğümüz gibi. Seba’nın ölümüyle çıkan “MİT’çi” polemiklerine de taraftar olmanın ağır gölgesi düşmüştü. O dönem boyunca yığınla solcu taraftarın “Süleyman baba/beyefendi” övgülerini okuduk. Sonuçta Beşiktaş’ı üç kere üst üste şampiyon yapmış büyük bir Başkan -ki o şampiyonluklara Özal’ların dahli de ayrı bir tartışma konusudur…-, İstanbul beyefendisi bir insan. MİT’te “aşağı bir görev”de (?) bir süre çalışmış da ne olmuş?! -üstelik tam da döneminde-. Yahu tamam rahmetli belki kötü bir adam değildi, pek benzemiyor da hani ama bir kulüp başkanını kahraman ilân etmenin anlamı nedir?
Ben, tuttuğum takımın başkanlarından biri Hakka yürüse de, onun arkasından övücü bir yazı yazsam, vallahi beni tefe koyarlardı! Koysunlar da…
Velhâsıl, mücadeleyi tribünlere taşımaktansa tribünleri mücadele alanlarına taşımak ya da tezahüratı sloganlaştırmaktansa, sloganı tezahüratlaştırmak kavgayı -yine pek çok solcunun tiksindiği bir terimle- yozlaştırmak, onun içini boşaltmak dışında pek fazla bir işe yaramıyor. Eskinin Zonguldakspor’u olsa bir yere kadar. Ya da gerçek anlamda devrimci tribünlerin kısmen görülebildiği Adana Demirspor olsa, hadi neyse… Ama Fener, Kartal, Cim Bom, Trabzon’la o iş olmaz. Meşin yuvarlağı, yer yuvarlağından daha değerli gören futbol kapitalizminin dört büyük patronuna ifade ettiğinden daha fazla anlamlar yüklemeyelim. -“kamu spotu” gibi oldu, idare edin.-
Yoksa mesele “sevmek”se, ben de seviyorum (*).
(*) Trabzonsporluyum. Öyle “kazanınca hoşuma gider, yenilirse bana ne”ci değil, kazanırsa çok mutlu olurum, mağlup olursa moralim bildiğiniz bozulur. Bu Trabzonspor’lu olma durumuyla ilgili diğer devrimci/solcu ve İstanbul kulüplerinden birini tutan arkadaşlarla sık yaşadığım bir anektodu paylaşarak, yazıyı biraz daha güçlendirerek 90 +’da artık bitirelim. “Trabzonspor’luyum” deyince, hepsinin tepkisi ortak, bilirsiniz; “faşist takım” (!) vs. İşte bu “tribün solculuğu” dediğimiz olayın çarpıklığının önemli bir delaleti de bu. Trabzon faşist de, sanki GS, FB, BJK Marksist-Leninist illegal örgütlerin sportif alan çalışmaları! Yahu senin stadının ismi Şükrü Saraçoğlu, ötekinin yönetiminde mafyadan geçilmez, diğeri hükümet yalakası… Tribünlere gelince bütün tribünlerde faşizm çok güçlü, burası Türkiye. Solcu taraftar dersen, ehh o da Trabzonspor tribünlerinde var, üstelik pek bilinmese de etkili bir grup bile mevcut. “Kulüplere ‘devrimcilik’ atfetme”ye gelince de Trabzon’dan “ihtilâlci”si vallahi yok! “İstanbul oligarşisi”ne son vermiş, 6 lig, 8 Türkiye, 8 Cumhurbaşkanlığı… kupası almış, dördüncü büyük olmuş -tamam bu ara “büyük” olduğumuzu pek çaktırmıyoruz- Üstelik takımın marşında bile “çık yukarı ezilsin İstanbul ağaları!” diye bir söz geçiyor, “Türk’ün kalbi senle ataaaaarrr” değil… Adamı zorla fanatik fanatik konuşturursunuz….
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.