İnsanlar ve toplumlar zor koşullarda daha yaratıcı olmaktadır. Bugüne kadar yok olmamalarının nedeni bu olmalı. Karanlığın aydınlığa evrilmesi gibi, umutsuzluğun da umuda evrilmesi kaçınılmazdır.
İnsanlar ve toplumlar zor koşullarda daha yaratıcı olmaktadır. Bugüne kadar yok olmamalarının nedeni bu olmalı. Karanlığın aydınlığa evrilmesi gibi, umutsuzluğun da umuda evrilmesi kaçınılmazdır. Sözün bittiği yerdeyiz ve eyleme geçme günü gelip çatmıştır.
Avusturalya’daki G-20 Zirvesindeki konuşmasında Başbakan Davutoğlu aynen şunları söyledi: “62. Hükümetin programı 8 aylık değil, 9 yıllık program olarak yazılmıştır. Çünkü Türkiye’nin önümüzdeki 9 yıl içinde bu politik istikrarı sürdüreceğine dair herkeste hemen hemen bir kanaat var”
“9 yıl daha iktidardayız” diyor başbakan. İtirazı olan varsa söylemeli; tabi lafla değil, planları, kanıtları varsa. İşime gelmese de Davutoğlu’nun öngörüsüne yürekten itiraz edemiyorum. Bu iktidar olağan koşullarda iki dönem daha iktidarda kalacak gibi geliyor bana.
Bu yazımda AKP’nin uzun iktidarının nedenlerini tartışmaya çalışacağım.
İktidar muhalifi insanların çoğunluğu AKP’nin uzun süre iktidarda kalma başarısını muhalefet partilerinin beceriksizliğiyle açıklamaya eğilimli. Haksız da sayılmazlar; onlar, halkın önüne açık seçik, dupduru bir seçenek sunamıyorlar. Halkta, iktidarın değişmesiyle değişen bir şeyin olmayacağı konusunda geçmişteki deneyimlerinden de kaynaklanan bir algı var. Yolsuzluk olaylarında olsun, şu son bin odalı kaç-ak saray konusunda olsun muhalefetin yaptıklarını ibretle izliyoruz. Televizyonlara çıkıp konuşma yapıyorlar. O konuşmaları yayınlayan az sayıdaki TV’leri izleyenlerin büyük çoğunluğu zaten iktidar muhalifi. Muhalif gazeteleri okuyanların tamamı muhalif. Bu durumda muhalefetin yaptığı iş muhalifin muhalife propagandasından, ajitasyonundan öteye geçemiyor. İktidar yanlısı gazete ve televizyonları izleyenlere, yani AKP’ye oy veren kitleye ulaşılamıyor. Dolayısıyla sözün bir anlamı kalmadı.
Aslında muhalefet partileri görevlerini ‘yapamıyor’un ötesinde ortada gerçekten bir muhalefet partisinin olup olmadığını tartışmak gerekir. Üç muhalefet partisinden birisi “çözüm süreci” aldatmacasıyla iktidar tarafından amiyane tabirle kafa-kola alınmış, diye düşünüyorum. Alevilerle de benzer oyun oynanmaya çalışılıyor. Hayatında hiçbir demokratik mücadeleye katılmadığı gibi, demokrasi mücadelesi veren kesimlere güvenlik güçlerinin yanında saldıran kişilerin kurduğu bir partiden Kürt sorununu, Alevi sorununu çözeceğini beklemek bana hep ters gelmiştir. Bir diğer parti, bilmem kaçıncı Türk devleti batacak fobisiyle iktidarın stepnesi işlevini görüyor. Üçüncüsü ise evlere şenlik. Her bir vekili partiyi kendi kişisel görüşleri doğrultusuna çekmeye çalışıyor. Her yönden çekilen bir noktanın hareket etmeyeceği, en iyi olasılıkla sadece biraz yer değiştireceği fizik kuralı. Sosyal Demokrat olduklarını savlıyorlar ama geneliyle değerlendirildiğinde demokrat sözcüğünün içini bile dolduramıyorlar.
Eğer sorun sadece muhalefet zafiyeti ya da yokluğu olsaydı halk kendi içinden kalıcı ve örgütlü bir muhalefet çıkarabilirdi. Yunanistan’daki Syrıza (Radikal Sol Hareket), Fransa’daki Sol Cephe, Almanya’daki Sol parti gibi…
AKP’nin 12 yıldır iktidarda kaldığını ve en azından bir 8 yıl daha kalacağını, sonrasında bir başına iktidar olamasa bile iktidarın büyük ortağı olarak iktidarını sürdüreceği olasılığını tek başına muhalefetin bu içler acısı durumu açıklamaz sanırım. Muhalefetin bu durumu AKP’nin iktidarda kalmasındaki bileşenlerinden sadece biridir.
AKP’nin uyguladığı halk ve emekçi düşmanı politikalara rağmen bu kadar iktidarda kalmasının ve tarihi belirsiz bir süre daha iktidarda kalacak olmasının diğer önemli bir bileşeni de kendi çıkar örgütlenmesinde yatmaktadır. Kapitalist ülkelerdeki iktidar partileri ya da iktidara aday partilerin çalışma düzeni bellidir: Zengin kesim, iktidara geleceğine inandıkları parti için keselerinin ağzını açarlar, medyasıyla ve başka olanaklarıyla var gücüyle iktidar adayı partiyi desteklerler. İktidara gelen parti de onların isteklerini yerine getirir, kendisini destekleyen sermaye guruplarına diyet öder, ülkenin kaynaklarını ve alt gelir guruplarından koparabildiklerini onlara aktarır (Türkiye’de kimlere ne kadar teşvik verildiği, kamunun mallarının kimlere peşkeş çekildiği konumuz değil, sadece şunu söylemekle yetinelim. AKP iktidara geldiğinde kurumlar vergisi oranı %30’du, şimdi %20. Gelir Vergisi üst tabanı %45’di şimdi %35’. Dolaylı vergilerde ise durum tam tersi. Dolaylı vergilerin toplam vergilere oranı iktidara geldiklerinde %63 iken bugün %72 vs.)
İktidardakiler, belli sermaye sınıfının temsilcileridir derken, yöneticilerin sadece onlar için çalıştığını söylemek (özellikle bizim gibi çarpık kapitalist ülkelerde) saçmadır. İktidar partisi basamaklarını dolduranlar bulundukları yere uygun, partiyi maddi manevi destekleyenler de desteklerine orantılı olarak parti iktidardayken küpü doldurmaya bakarlar. Bu ülkemiz için genel ve değişmez bir kuraldır. Bunlar içinde eser miktarda inandıkları dava için çalışanların varlığı devede kulak bile değildir. AKP iktidarı döneminde bu küpü doldurma işi iyice abartılmış, T.C. tarihinde görülmemiş bir boyut kazanmış, talan ve yağma haline gelmiştir. Öyle ki bu iktidar döneminde, ülkede yağmalanması gereken ne varsa yağmalanacağa ve gelecekteki benzer iktidarlara yağmalanacak bir şey kalmayacağa benziyor. Kendilerinden önce dünya standartlarında hazırlanmış bir ihale kanunun 30 kez, ÇED yönetmeliğinin 17 değiştirmelerinin nedeni budur. İmar kanunu benzer şekilde. Ormanlara, akarsulara, tarihi ve doğal dokuya vs. saldırılmasının nedeni bu açgözlü yapıdır. Kentlerdeki zaten yeterli olmayan meydanların, yeşil alanların, depremde toplanma yerlerinin, çocuk ve gençlere bir karış hayat alanı bırakılmamacasına yağmalanması bu iktidarla sermayenin kurduğu yağma örgütünün işidir. Yağmalanacak kamu malı bulunmayan durumlarda acil kamulaştırma (aslında acil yağmalamadır) adı altında vatandaşın malına da göz dikilmiştir. Soma’daki Zeytin ağacı katliamı bunun en somut ve açık örneğidir.
Bir parti örgütünün ve partiyi destekleyen sermaye kuruluşlarının oluşturduğu yağma örgütüne dönüşen bu yapı birbirine sıkıca kenetlenmiştir. Bu nedenle ne 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarında, ne de ucube saray konusunda o kesimden kimseden ses çıkmadı. Bu olaylar nedeniyle bırakın bir iktidar milletvekili, bir ilçe yönetimi kurulu üyesi ya da bir belediye meclisi üyesinin bir istifasını duymadım. Varsa bile istisnadır. Bu durum A’dan Z’ye tüm parti örgütünün şu veya bu şekilde bu yağmaya ortak edildiğini gösteriyor. Ya da en azından kendisine meşru olmayan bir çıkar sağlandığını. 17 Aralık operasyonunda önce başbakanı suçlayan bir bakan neden hemen çark etti? Muhtemelen önüne kendi hakkında bir dosya kondu. Geçmişte birçok partide gördüğümüz yağma olaylarındaki kavga ve neden olduğu partinin kan kaybetmesi bu iktidarda görülmemiştir. Toplumu hızla eşitsizleştiren iktidar, kendi yandaşları söz konusu olunca yağmalama konusunda kısmen eşitlik sağlamış görünüyor.
Sermayesiyle, parti örgütüyle ve besleme yandaşlarla muhalefet ve emekçi kesimler karşısında kaya gibi duran bu iktidarın kendiliğinden parçalanacağına kimse bel bağlamamalı. Bu durum partinin uzun süre iktidarda kalmasını sağlayan önemli bileşenlerden bir başkasıdır.
Bu iktidar döneminde, kimileri tartışma da yaratsa da, oy amacıyla da olsa 3 milyon dolayındaki kişiye çeşitli adlar altında (Yaşlılara, dul ve engellilere yapılan yardımlar, yeşil kart, yiyecek ve yakacak yardımları vb.) sosyal yardım yapılmaktadır. Bu yardımın hemen tamamı AKP zamanında gerçekleştirildiği için yardımı alanlar, iktidar değişikliğinde bu yardımları alamayacakları kanısındalar. Muhalefetin bu konuda ‘Biz daha fazla vereceğiz…’ sözünü inandırıcı bulmuyorlar. Bu insanların oy potansiyelinin altı ile dokuz milyon arasında olduğunu düşünüyorum, ortalama 7,5 milyon kabul edebiliriz. Bu, mevcut seçmen sayısının %15 civarına karşılık geliyor. (Yardım alan her kişinin etkilediği bir ya da iki oy olduğunu tahmin ediyorum.)
Gene muhalif çevrelerden kimileri AKP’nin bunca yıl iktidarda kalmasını ve kalacak olmasını halkın kolay aldatıldığına, bilinç düzeyinin düşüklüğüne, çoğunun cahil ve hatta zeka düzeyinin düşüklüğüne bağlıyor. Alt gelir gruplarının büyük bir kısmının AKP’ye oy vermesi bu yargıya neden oluyor sanırım. Bu insanlar din istismarına müsaitse, kolayca kandırılabiliyorlarsa, oylarını çok küçük çıkarlar uğruna AKP’ye veriyorlarsa ki doğrudur, bu nedenle bu insanları suçlamak, aşağılamak hem haksızlık, aynı zamanda bir hatadır. Bu hatayı yapanlardan her birisi suçladıkları bu insanların koşullarında doğup büyüseler, aynı eğitimden geçseler benzer tavırları göstereceklerinden kuşkum yok. Hangi ırk, renk, cins vs.den olursa olsun insanlar arasında zeka farkı olmadığını bilimsel araştırmalar göstermiştir. Farkı yaratan eğitimdir. Onun için iktidar insanları eğitmek için değil eğitimlerini engellemek için caba harcamaktadır. Eğitim programlarının, sistemin sürekli değiştirilmesinin altında yatan insanların araştırma, düşünme ve sorgulama yetilerini köreltme isteğidir. İşi o dereceye vardırdılar ki, 500 bin dolayındaki üniversite mezunları işsiz dolaşırken işveren temsilcileri nitelikli işçi bulamamaktan yakınmaktadırlar. Eğitimdeki bu dönüşüm 12 Eylül faşist diktatörlüğü ile başlamıştır. Şimdiki iktidar onu daha bilinçli bir şekilde genişleterek uygulamaktadır.
AKP’nin oy almaktaki başarısını özetlersek ciddiye alınır bir muhalefetin olmaması, sosyal yardım adı altında büyük bir kitlenin kontrol edilmesi, iktidar ile kapitalistlerin el ele, kavga gürültü etmeden yağma konusunda anlaşmaları ve buradan elde ettikleri rantın bir kısmını propaganda için kullanmaları; muhakemeleri köreltilmiş, çağdaş bilimden ve bilgilerden habersiz, dolayısıyla aldatılmaya, gaza getirilmeye, parçalanmaya ve kutuplaştırılmaya yatkın toplumsal gerçekliğimiz.
Bu gerçeklikler lafla değiştirilemez.
Sözün bittiği yerdeyiz.
Muhalif ekonomistler ekonomi battı, batıyor türü, birbirinin benzeri yazılar yazmanın yanında geniş halk kesimleri için bir ekonomik model tasarlamalılar artık; eğitimciler, eğitim metalaşıyor, dincileşiyor, din devletinin koşulları hazırlanıyor vs. türünden tespitlerinin ötesine geçip öğretmen, öğrenci ve eğitimcilerden oluşan bir kurultay toplayarak iktidar ve sermaye için değil halk için bir eğitim modeli üretmeliler; hukukçu ve siyasetçiler, eğitimle ve başka yöntemlerle kendilerine de belletilen, genlerine işlemiş ezberlerinden kurtularak Kürt ve Alevi sorununa gerçekçi bir çözüm bulmalılar, bunların oy kullanma amaçlı kullanılmasını önlemeliler.
El birliğiyle toplumun tüm bireylerini aç ve açıkta bırakmayan bir sosyal güvenlik sisteminin planlanmalı.
Neoliberal politikalarla yok edilmek istenen köylülüğe ve bitme noktasına getirilen tarımsal üretime gerçekçi çözümler bulunmalıdır.
Sözün bittiği yerdeyiz.
Böylece gerçekçi, ayakları yere basan bir toplum modeli yaratılmalıdır. Bu model ‘Medya bizi haber yapmıyor ’un arkasına sığınacak yerde doğru bir örgütlenme ile sokağa, meydanlara inerek halka anlatılmalıdır. Halk sokak sokak, mahalle mahalle… örgütlenmelidir. Kuşkusuz çok zor; ama olanaksız değil. Bu günkü muhalefet partilerinden böyle bir derlenip toparlanma beklemek hayal gibi; ama toplumun bu iktidarı uzun süre taşıyamayacağı da bir gerçek. İnsanlar ve toplumlar zor koşullarda daha yaratıcı olmaktadır. Bugüne kadar yok olmamalarının nedeni bu olmalı. Karanlığın aydınlığa evrilmesi gibi, umutsuzluğun da umuda evrilmesi kaçınılmazdır.
Sözün bittiği yerdeyiz ve eyleme geçme günü gelip çatmıştır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.