“Cumhuriyet”, “Aydınlanma”, “1789”, “1923” (vs.) son zamanlarda üzerinde çok kalem oynatılan, ama anlamları iyi irdelenmeyen konulardır. Bu, devrimci hareketi sağdan kuşatan ulusalcı-liberal akımları teşhis edebilmek için iyi bir turnusol kâğıdıdır. Liberallerin ve İslamcıların çoğu Kemalist Devrimi “darbe” olarak adlandırıyor. Öteki uca savrulan genişçe sol bir kesim ise onu burjuva devrimlerinin en radikali olan 1789 Fransız […]
“Cumhuriyet”, “Aydınlanma”, “1789”, “1923” (vs.) son zamanlarda üzerinde çok kalem oynatılan, ama anlamları iyi irdelenmeyen konulardır. Bu, devrimci hareketi sağdan kuşatan ulusalcı-liberal akımları teşhis edebilmek için iyi bir turnusol kâğıdıdır.
Liberallerin ve İslamcıların çoğu Kemalist Devrimi “darbe” olarak adlandırıyor. Öteki uca savrulan genişçe sol bir kesim ise onu burjuva devrimlerinin en radikali olan 1789 Fransız Devrimi’yle özdeşleştirmeye ve burjuva demokratik devrim olarak adlandırmaya devam ediyor. Bir kez bunlar arasındaki farklar silinip, her ikisi de burjuva demokratik devrim olarak kodlandı mı, artık 1923’ün “radikalizm”ini ( kendisiyle değil), benzeri sayıldığı 1789 üzerinden kanıtlamak çocuk oyuncağı olmaktadır.
Oysa, 1923 ile 1789, “Kemalist Aydınlanma” ile Fransız Aydınlanması, Kemalizm ile Jakobenizm arasında özdeşlik kurmak tarih dışı bir tutumdur. İki çağ, iki ülke arasındaki zaman ve mekân farklarını dikkate almamak en kaba türünden bir anakronizmdir.
18. yüzyıl Fransa’sı feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde monarşiyle yönetilen bir ülkeydi. Kent ve kır emekçilerini arkasına alan burjuvazi, 1789’da toprak ve din aristokrasisinin iktidarına son vererek “aşağıdan” ve “kitlesel” bir devrim gerçekleştirdi. Feodal toprak sahiplerinin iktidarı yıkılmasa ve toprakları köylülere dağıtılmasa devrim demokratik karakterde olmazdı. Baldırıçıplaklarla, köylülükle birlikte hareket eden Jakoben burjuvazi, kitlelerin kendi talep ve örgütleriyle devrime katılmalarına imkân tanıyarak tarihsel sınırlarını zorlayabildi.
Türkiye’yse sömürgeleşme tehdidi altında geri bir ülkeydi. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda Saltanat ve Hilafete son verildi ve yeni bir burjuva cumhuriyeti kuruldu. Ne ki cılız Türk burjuvazisi köylülerle değil büyük toprak sahipleri, eşraf ile ittifak yaptı. Bu, feodalizmin toplumsal temelini ve siyasi hâkimiyetini kökten yıkan 1789 Devrimiyle zıt bir durumdur. Fransa’nın devrimci yolu yerine, Almanya ve İtalya’daki gibi, yarı feodal ilişkileri kır egemenlerinin çıkarlarına zarar vermeksizin tedricen dönüştürecek tutucu yol (Lenin’in “Prusya Tarzı” dediği) seçilmiştir. Dolayısıyla, Türk Devrimi, varoluş süresi boyunca kır ve kent emekçilerine, ezilen ulus ve milliyetlere söz hakkı tanımamış, tersine onları baskı altında tutan “yukarıdan” bir devrimin ötesine geçememiştir. Mustafa Suphi’nin katledilmesi, Çerkes Ethem’in ve Yeşil Ordu’nun tasfiye edilmesi, Komünist ve devrimci faaliyetlerin yasaklanması, Kürt isyanlarının acımasızca bastırılması bu çerçevede düşünülmelidir.
Bu, Avrupa burjuva devrimleri silsilesiyle de uyumlu bir gelişmedir.
Her toplumsal-siyasal olgu gibi burjuva devrimleri de tarihseldir. 1789 ve ondan önceki devrimler genellikle feodal sistemle kafa kafaya çatışma içinde gerçekleşmişlerdir. 1848 devrimlerinde işçi sınıfı kendi talepleriyle ayağa kalkınca burjuvazi bundan ürkecek ve devrim korkusuyla gericileşip alt sınıflara sırt çevirecektir. Sonraki süreçte burjuva devriminin görevleri yukarıdan, kırpılarak ve sürece yayılarak çözülmeye çalışılmıştır, çünkü toprak aristokrasisiyle çatışmanın yerini ittifak almıştır. Fransa’da Louis Bonaparte’ın darbesi, Alman (Bismarck dönemi) ve İtalyan birliklerinin gerici yöntemlerle gerçekleşmesi bunun sonucudur.
Emperyalizm çağının gericileştirdiği koşullarda, halk devriminden ve yanı başındaki Sovyet Devriminden korkan Türk burjuvazisi de bu yolu takip etmiştir. 17. yüzyılla başlayıp 18 yüzyılda olgun halini alan Fransız Aydınlanması, Kemalistlerce ne kadar taklit edilirse edilsin, özünü ve kabuğunu değiştirmeden 20. yüzyıl Türkiye’sine aktarılamazdı.
Aksini iddia etmek iki açıdan tarihsel sürecin inkârı olur. Birincisi, 20. yüzyıla gelindiğinde yerinde yeller esen Fransız Aydınlanması, pozitivizm ve gerici burjuva ideolojilerce doldurulmuştu. Bunun için İttihatçı ve Kemalist aydınlar Fransız modeliyle teması, 19. yüzyıl pozitivizmi dolayımıyla kurdular. Türk egemen ideolojisinin pozitivizmi kılavuz edinmesi boşuna değildi.
İkincisi Fransız Aydınlanması bir fabrika, otomobil ya da bilgisayar gibi Türkiye’ye doğrudan ithal edilemezdi. Kemalist Aydınlanmanın Osmanlı’ya, Tanzimat’a, yeni Osmanlı aydınlarına ve İttihatçılara uzanan, baştan itibaren izlemeye alınması gereken bir kökü vardı. Ne Fransız etkisi ne de Alman etkisi tarihsel-maddi koşulların üstünden atlayabilirdi.
Bu denilenler atlanarak, 1789 ile 1923, Jakobenizm ile Kemalizm, Robespierre ile Atatürk arasında benzerlik kurmak anlamsızdır. Nasıl Descartes, Voltaire, d’Holbach, Montesquieu, Rousseau gibi filozoflarla, günümüze köklü bir miras bırakamayan Cumhuriyet dönemi ideologları arasında ciddi farklar varsa, bunlar arasında da vardır. Tıpkı Fransız Devrimi burjuva demokrasisinin uç sınırlarında dolaşıp durmuşken, Türk Devriminin demokrasiye yüz çevirmesindeki gibi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.