Türkiye halklarının başına gelen en büyük felaketlerden biri 1980 darbesidir. Buna rağmen 12 Eylül çoğu kez birkaç resim ve istatistikî veriyle anıştırılıp geçilmekte, yüzlerce, on binlerce insanın canına ve kanına kastetmiş olması olsun, ta o zamanlar kurulmuş düz sahada top koşturan bir başka belayı başımıza musallat etmesi olsun giderek kanıksanmakta, hatta belleklerden silinmektedir. Yıllar geçtikçe […]
Türkiye halklarının başına gelen en büyük felaketlerden biri 1980 darbesidir. Buna rağmen 12 Eylül çoğu kez birkaç resim ve istatistikî veriyle anıştırılıp geçilmekte, yüzlerce, on binlerce insanın canına ve kanına kastetmiş olması olsun, ta o zamanlar kurulmuş düz sahada top koşturan bir başka belayı başımıza musallat etmesi olsun giderek kanıksanmakta, hatta belleklerden silinmektedir. Yıllar geçtikçe daha az lanetlenmesi ve faşist darbe diyenlerin gittikçe azalması bir işaret sayılabilir. Konuya vakıf olanlar dahi sanki alelade bir askeri müdahaleymiş gibi davranabiliyorlar. Liberal-muhafazakâr manipülatörlerin darbelerin en belalısının 28 Şubat olduğunu kendi cenahlarına yutturmayı başarmaları bu sayede olabilmektedir.
Türkiye’de faşizm kadar yerli yersiz kullanılan bir başka kavram daha yoktur herhalde. Bu kargaşanın müsebbibi muktedirler olsa denecek şey olmaz, ama ne yazık ki başı en hassas olması gereken sosyalistler çekiyorlar. Kendi önümüzü kendimiz karartıyoruz.
Ana akım sol 12 Mart ve 12 Eylül’e askeri darbe demekle yetinmekte, faşizmi ağzına almamakta ısrar etmektedir. Bu, Türkiye’nin faşizmle hiç tanışmadığı, egemen sınıfların tercihlerini burjuva parlamentarizminden yana kullandıkları, sıkıştıkları ara dönemlerdeyse arızaları darbeyle düzelttikleri anlamına geliyor.
Bunların karşısındaysa, ters görüştekiler mevzilenmişlerdir. Onlara göre baştan beri faşizmle yönetiliyoruz. Devlet, bürokrasi, CHP dâhil bütün egemen sınıf partileri bu kapsamdadır.
12 Eylül: Türk Faşizminin Zirvesi
12 Mart ve 12 Eylül’e faşist diyenlerin neredeyse tamamı silleyi bizzat yiyenler, yani ateş hattındaki örgütler ve çevreleridir. Hatta militanlık derecesi azaldıkça faşist demeyenler çoğalmaktadır. Kavganın biraz uzağında kalmış olanlar, sol kökenli akademisyenler, aydınlar ve köşe yazarları bu kavramı “devletimiz”e yakıştıramıyorlar, çok azı dışındakilerse hiç kullanmıyorlar.
Olan biteni dışarıdan kavramak daha zor, ama bunu sosyal pratiğin içinde olmamakla da açıklayamayız. 12 Eylül’e faşizm kondurmayanları buna götüren belki en önemli şey, referans olarak iki dünya savaşı arasındaki klasik faşizmi kıstas almalarıdır. 1945’ten önce ve sonra faşizmin kendi döneminin etkisi altında biçimlenebileceği hesaba katılmıyor. Böyle olunca da ünlü modaya kapılıp, utangaç şekilde de olsa “faşizmin sonu”nun geldiği ilan ediliyor. Ama tabii kapitalizm var oldukça, faşizmin de var olacağı unutulmak kaydıyla.
Nitekim küçük burjuva, entelektüel-liberal analizlerin hemen hepsinde iktidar olabilmiş faşizm örnekleri 1945’te biter. Sonraki yıllardaki faşist hareket adeta marjinal ya da muhalefette kalmış ve hiçbiri iktidar olamamış neo-faşist gruplara indirgenir. Bu, dönemler, ülkeler ve koşullarla birlikte faşist diktatörlüklerin de şekil değişebileceklerini görmemekten ileri geliyor. Halbuki faşizm sadece ülkelerin tarihsel, ulusal ve sosyoekonomik durumlarına göre değil, krizin boyutuna, sınıf çelişkilerinin şiddetine, uluslararası koşullara göre de değişmektedir.
1950’ler sonrasında, yani devrimin fırtına merkezleri Latin Amerika, Asya ve Afrika ülkelerine kaydıktan sonra faşist rejimler en çok buralarda görülmeye başlanmıştır. Bunların çoğu darbeler sonucu kurulmuş askeri faşist diktatörlüklerdir. Yeni dönemin tipik biçimini oluşturan bu diktatörlüklere Yunanistan, Arjantin, Bolivya, Guatemala, Şili, Türkiye (vs.) verilebilir. İran’da Şah Pehlevi, Endonezya’da Suharto, ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti, Siyonist İsrail gibi rejimler ise daha farklı karakteristiklere gösterirler. Dolayısıyla, 20. yüzyılın ikinci yarısında oluşmuş askeri diktatörlükler (ya da karma rejimlerin) klasik tip faşizm şemasına tıpatıp uymuyorlar diye bu kapsamdan çıkarılamazlar.
Bunların klasik faşizmle farklılıkları yok değildir, ama ortak yanları daha çoktur. Mesela derin ekonomik-siyasi istikrarsızlık, devrim tehdidi veya bu yönde hızlı bir gelişme, burjuva fraksiyonları arası şiddetli anlaşmazlıklar, çıplak ve dizginsiz terör, antikomünizm ve ırkçılık vs… Klasik faşizm türünün iz bırakan örnekleri arasında sayılan Franko faşizmi, askeri darbeyle iktidara gelmiştir ve ordu, Katolik kilisesi ve Falanj’ın desteğiyle ayakta kalabilecektir. Bulgaristan’da Tsankov (1923), Portekiz’de Salazar (1926) da askeri darbe sonucu iktidara geldiler. Bunlardan ilki ve sonuncusu klasik dönemden, yani II. Dünya Savaşından sonra da ayakta kaldılar. Demek ki, darbe yoluyla “yukarıdan aşağıya” kurulan faşizm türü iki dünya savaşı arası dönemde de vardı. Nitekim, yaşanmış örneklerden hareket eden Dimitrov, geniş kitle temeli olmayan (Hitler ve Mussolini tipi faşizmden farklı olarak) ve orduya dayanarak gelip devlet eliyle temelini genişletmeye çalışan bu faşizm türüne ta o zamandan işaret etmişti. Ama entelektüel ve liberal kesimler bunu umursamayıp, askeri diktatörlükle faşizmi yan yana getirmekten kaçındılar.
12 Eylül’e gelince faşizme geçişi gerektiren bütün koşullar mevcuttu: Sermaye birikim modelinde tıkanma ve kapitalizmin bütünsel krizi, eski yöntemlerle yönetememek, iç savaşa ramak kalmış çatışmalar… 12 Eylül generalleri de tıpkı klasik faşist iktidarlar gibi parlamentoyu ve siyasal partileri kapatmış, yargı ve yasamayı merkezileştirilmiş yürütmeye tabi kılmış, işçi hareketini ve devrimci-ilerici güçleri acımasızca ezmiş, devrim tehlikesini alevlenmeden söndürmüş ve siyasi-ekonomik istikrarı sağlayarak burjuvaziyi geçici de olsa çıkmazlarından çekip çıkarmıştır. Bu nedenle 12 Eylül basit, gelip geçici bir askeri darbe değildir. Eğer Almanya ve İtalya’daki gibi finans kapitalin maniple edebildiği faşist bir kitle hareketi yok deniyorsa, o da vardı. Aralarındaki çelişkilere rağmen sivil faşist hareketin başını çeken MHP kendinden menkul, devletten bağımsız bir yapılanma değildi, resmî güçler (devlet) tarafından ilk andan itibaren açık ya da dolaylı olarak desteklendi. Burjuvazi ve askerler, sivil faşist hareketi kullanabildikleri kadar kullandılar; yönetime el koyunca da ayak bağı olarak görüp saf dışı ettiler. Benzer yöntemleri Nazilerin de uyguladıkları biliniyor.
Sürekli mi, Süreksiz mi?
Madalyonun öteki yüzündeyse Osmanlı’dan beri faşizm koşullarında yaşadığımızı, gelişmeler ne yönde olursa olsun bunun değişmeyeceğini iddia eden “sürekli faşizm” teorisi bulunuyor. Faşizm, büyük sermayeden ve sınıf mücadelesinden koparılıyor ve sanki “yarı feodal, yarı sömürge” geri toplumsal yapının kopmaz bir parçasıymış gibi algılanıyor. Daha doğrusu, faşizm, (en genelde devlet biçimi) belirli koşullar ve sınıflar arası güçler ilişkisine göre belirlenebilir bir şey değil de, mevcut ekonomik-sosyal yapıyla birlikte sistem değişinceye dek var olacak bir şey olarak görünüyor. Sanki gerici “kerim devlet” anlayışının anti tezi, ya da “ceberut devlet” tespiti atılıyor, yerine “daimi faşizm” geçiriliyor.
Emperyalizm çağında belirli etkenlerin ve gelişmelerin sonucunda gündeme gelen bir devlet biçimi ile, sosyoekonomik yapıyı karıştırmak doğru değildir. “Bütün sömürge, yarı sömürge ülkeler faşisttir” gibi toptancı yaklaşımlar, faşizmin sıradan bir olay olmadığı, kendine mahsus koşulları ve belirtileri olduğu gerçeğini göz ardı eder ve evrensel bir kadere dönüştürür. Bu, alternatifi devrimde gösterdiği için “sol” görünür ama gerçekte öyle değildir. Çünkü faşizm devrime kadar katlanılması gereken bir devlet biçimi olarak algılanmış olur.
Faşist devlet, sadece şiddet uyguladığı, demokratik özgürlükleri yasakladığı için faşist değildir. Faşizm ekonomik ve siyasi kriz, devrim tehdidi gibi belirli durumlarda burjuvazinin son çare olarak sarıldığı sınırsız ve çıplak bir diktatörlüktür.
Öte yandan, “Sürekli Faşizm” teorisinin tersine çevirmek de doğru değildir. Türkiye’yi faşizmle tanışmamış bir ülke gibi göstermek, liberal-sosyal demokrat, suya sabuna dokunmayan akademik “tınılı” bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımda da faşizm belirli bir tarihsel dönemde (1920-1945), birkaç ülkeye musallat olmuş istisnai ve gelmiş geçmiş bir durum gibi gösterilir. Böyleleri, geniş bir küçük burjuva kitlesinin faşist hareketine dayanmayan, aşağıdan yukarıya iktidar olmamış bir faşizmi kabul etmezler. Sanki tersi bir yol izlenemez, yani önce devlet ele geçirilip, sonra kitle tabanı edinilemez… Bu yüzden, darbe ile faşizm hiçbir şekilde yan yana getirilmez. Darbeler, askeri diktatörlük veya Bonapartizmle ilişkilendirilmekle yetinilir.
Kimi liberallere, İslamcılara ve Kürt milliyetçilerin göre ise Türkiye’ye özgü faşizm MHP’nin yanı sıra Kemalizm ve CHP’dir. Ne ki Kemalizm’i faşizmle özdeşleştirmek basit ve toptancı bir yaklaşımdır. Türkiye tarihi dönemlerden bağışık değildir. CHP’nin önceki ve sonraki dönemlerini ayrı ayrı ele almak gerekir. Ne kadar sosyal demokrat olduğu sorgulanabilir. Fakat özellikle 1970’ler sonrası CHP’yi faşist olarak değerlendirmek zorlama olur. Çünkü komünistlere ve yurtseverlere karşı aşırı şiddet içeren bir söyleminden, bu mahiyette sloganlarından, görsel sembollerinden ve eylemlerinden söz edilemez. Finans kapitalin itibarsız yedeği olarak bir kenarda tutulmaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.