Seçimden birkaç gün önce, İzmir’den Ankara’ya seyahat ediyoruz. Tatilden dönüyoruz. Afyon-Uşak dolaylarında, güneşin altında kavrulan o boş arazilerden birinde yol kenarına iki adet apartman büyüklüğünde bina dikilmiş. Binada boydan boya bir bez pankart asılı. Tayyip Erdoğan’ın bir fotoğrafı. Üstünde de, yanlış anımsamıyorsam “Sonuna kadar arkandayız Büyük Usta” yazıyor, altında da inşaat firmasının adı. Yanından, içi […]
Seçimden birkaç gün önce, İzmir’den Ankara’ya seyahat ediyoruz. Tatilden dönüyoruz. Afyon-Uşak dolaylarında, güneşin altında kavrulan o boş arazilerden birinde yol kenarına iki adet apartman büyüklüğünde bina dikilmiş. Binada boydan boya bir bez pankart asılı. Tayyip Erdoğan’ın bir fotoğrafı. Üstünde de, yanlış anımsamıyorsam “Sonuna kadar arkandayız Büyük Usta” yazıyor, altında da inşaat firmasının adı. Yanından, içi dışarının yakıcılığına rağmen serin arabamızla geçip gittiğimiz süre içinde bir o poster kalıyor aklımda, bir de güneş altında çalışan inşaat işçileri. İnşaat şirketinin astığı devasa pankarttan Tayyip Erdoğan’ı destekledikleri belli, işçileri bilmiyoruz, ama ne olursa olsun, o güneşin altında çalışırken bir şekilde Tayyip Erdoğan’ın etkisine maruz kaldıkları ortada. Ekmeğini yedikleri kişi, ekmeğini yedikleri yer, gölgesine sığınacakları bina, hep aynı.
Bu yazı aslında yukarıda anlattığım olayın kendisi kadar etkili olamaz. Türkiye siyaseti üzerine söylem üreten, yani eleştireceği şeyi kaçınılmaz olarak kendi de yapan bir yazı. Bu yazı gördüğümüz “resmin” yanından geçip giden arabalar gibi. Geçip gidiyor aslında. Ama resmin kendisine dair bir şeyler söylemeye çalışıyor ve tabii ki “orayı” ve ora karşısında kendimizi anlamayı istiyor, bir şeyleri değiştirmenin ilk adımı olarak.
Siyasetin belli bir bağlamda kısaca bir tanımını yapacak olursam, maddi gerçeklik ile söylemsel alanın karşılıklı ilişkisinin idaresidir denilebilir siyaset için. Daha açık bir ifade ile, sosyolojik olarak sınıfsal konumların içlerinde bulundukları dünyayı nasıl simgeleştirdikleri, ifade ettikleri, yorumladıkları, algıladıkları (ve bütün bunlar aracılığıyla kendilerini sınıfsal konumdan başka neye dönüştürdükleri) meselesinin idare edilme süreci olarak özetlenebilir belki de siyaset. Yani siyaset aracılığıyla, birbirleriyle çelişki içinde bulunan sınıflar ve sınıf içi konumların çelişkileri söylemlerle ilişki içinde yeniden yaratılır, dönüştürülür, üstü örtülür, idare edilir, görmezden gelinir ve daha bir sürü şey. Böylelikle doğası gereği çelişkili olan sınıflar ve sınıf konumları arasında türlü bütünlükler kurulur, kurulur, bozulur. Yani bir siyasetten bahsederken en başta yekpare bir bütünlükten bahsedemediğimizi söyleyebiliriz, bir bütünsüzlüğün bütünlüklü hale getirilme çabasından bahsedebiliriz en fazla. Gramsci’nin deyimiyle sürekli yamalanan ama delinebilen de yamalı bir bohçadan. Ya da gördüğümüz o resimdeki gibi işçiler-patron ve siyasetçiyi tek bir resim haline getiren, o büyük bez pankarttan.
Bu çerçevede bilindik, farklı açılardan sıkça dile getirilmiş AKP serüvenini kısaca analiz edebiliriz. AKP’nin esasında belli bir söylemsel-maddi gerçeklik ilişkiselliğinin siyasi mirasının bir uzantısı olduğu söylenilegelir. CHP ile cisimleşmiş, devlet merkezli bir siyasetin yarattığı burjuva-beyaz yakalı (kısmi olarak mavi yakalı) bloğunun karşısında yükselen yeni bir bütünlüğün “görüntüsüdür.” Burada doğru bir noktaya temas edilerek ama bir ölçüde eksik de kalarak “Anadolu Kaplanları”nın yükselişi hikayesi anlatılır, Anadolu’nun “diğer” kitlesi ise bu sınıf tarafından kandırılmış bir insanlar ordusu olarak görülür. Oysa bu bir kandırmaca hikayesi değildir benim gözümde. Yukarıda da dediğim üzere, sınıf ve sınıf konumlarının çelişkili yapısına rağmen siyasetin başarısı bu maddi gerçeklik ile söylemsel alanlar arasında bir bütünlük kurabilmesi ya da kurulan bütünlüğü idare edebilmesi olarak düşünülebilir, yani bir kandırmacadan çok çelişkiler içindeki bir “bir arada olma imgesine” olan organik inanç ve hatta ihtiyaçtan bahsedebiliriz. Yani kısaca karşımızda yeni bir burjuva-beyaz yakalı-mavi yakalı-yoksulun söylemsel “bütünlüğünün” Türkiye sağından alınan siyasal gelenekle (ki bu geleneğin izleri elbette Demokrat Parti’den çok daha öncesine dayanır.) inşası söz konusudur denilebilir. Bu siyasetin laiklik/anti-laiklik, batıcılık/gelenekçilik eksenine sıkışması Türkiye siyasetinin “söylemsel” merkezliliğin ana hattıdır, oysa anlatılan hikaye bunlarla ilişki içindeki bir maddi temas hikayesidir aynı zamanda.
AKP’de bütünleşen bohçanın “yaması” olarak görünen ana söylem indirgemeci biçimde çoğunlukla İslam olarak görünür. Oysa İslam’ı dışlamayan, onunla ilişki içinde daha genel bir “kültürel” ifadeler bütününden bahsedebiliriz. İslam’ın da etkili olduğu ama çoğunlukla “köktenci” sınırlara erişmeyen basitçe paternalist/popülist bir gündelik kültür ortaklığının izleri görünür. Bu kitleleri birbirine bağlayan sıradan insanın felsefesi, “yardımlaşma, imece, hemşehrilik, halk adamlığı, patronaj, cemaat, kendi yağında kavrulan”gibi sürekli bozulan, ama gündelik hayatı idame ettiren bir kültür oluşturmuştur denilebilir. AKP’nin kapitalizmi Anadolu ya da onunla bağlantılı kentli sermayenin sınıflarının, burjuvasının-beyaz yakalısının-mavi yakalısının geçmişten gelen bu çelişkili “bir aradalık görüntüsü” üzerinde kendini yeniden kurmasıdır. Resme tersten bakarsak, Cumhuriyet’in laik-batılı idealleri çevresinde “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” olarak kendini kuran siyasetin “söylemsel” idealleri farklı, “maddi merkezi” farklı ama aynı metodolojiyle işleyen karşıtıdır.
Bütün bunları anlatmamın sebebi şu. AKP’nin çelişkisinin hem “söylemsel”, hem de maddi düzeyde olduğuna dikkat çekmektir. Ki bu zaten başta da değinmeye çalıştığım üzere kaçınılmazdır. Maddi çelişkilerle içiçe kurulan bir söylem çelişkilidir ve kendini sürekli yeniden kurmaya çalışır. Kendini yeniden kurabilmesinin en kolay yolu ise devamlı söylemler alanında siyaset yapılmasıdır. Zira bu bohçasını sürekli yamalama fırsatı verir siyasete. İşte tam da bu noktada sol/sosyalist siyaset AKP’nin istediği alanda dans etmektedir. Yukarıda özetlemeye çalıştığım üzere, zaten bir “organik bütün” söyleminin mirası üzerine bina edilmiş bir kapitalizm, “yalnızca” söylem ile verilen mücadele üzerinden çökertilemez. Dikkat edersek, AKP kendisine maddi çelişkiler üzerinden gelen her saldırıyı söylem alanına çeker. Bu bilinçli bir strateji olmak zorunda da değildir. Çünkü AKP’nin kendisi kendi “organik bütünlük” görüntüsünün tezahürü üzerinden cisimleşmiş bir partidir, kendi çelişkilerini kendi zihninde de böyle aşar, bu nedenledir ki her saldırı bu “özünde çelişkili bütünlüğe” yapılan bir saldırı alanına çekilir. Fakat “karşı” taraf için durum bundan farklı değildir. Türkiye siyasetinin nicelik olarak diğer büyük blogu “laik-batılı” blok da “bilinçli” bir şekilde “söylemsel” alan üzerinden saldırmaz karşıtına, orada da bir çeşit reflekstir bu. Zira orada da bir “bütünlüklülük” sanrısı vardır. Saldırının o zeminden yapılması, yani söylemsel alan üzerinden AKP’ye yapılan saldırı, esasında kendi kitlesini bir organik bütün tezahürü üzerinden kendine bağlar. Basitçe ifade edecek olursam birilerini anti-laik olmak ile suçlamak, laik kitlenin kendi maddi çelişkilerini görmezden gelmesine yarar. Ya da günümüzde yapıldığı üzere “karşı”ya koyun demek “kendi” özgürlük sanrısını yeniden tesis eder. Örnekler arttırılabilir.
CHP’nin bu seçimdeki stratejisi, bu genel söylemsel mücadele alanı üzerinden AKP’ye karşılık vermenin ötesine gidememiş bir hamle. Elbette yenilikçi bir hamle olarak görülüyor, çünkü kendi söylem alanını aşıyordu CHP Ekmeleddin İhsanoğlu ile. Eksik bir AKP ekonomik, politik, ideolojik analizi sonucu İslami söylem alanına kendini dahil ederek, AKP’nin söylem alanından oy çalmaya çabalıyordu. Fakat bunun AKP’yi güçlendirecek bir strateji olduğunu görmek gerekiyor. Çünkü tartışma maddi gerçekliğe dokunmadan doğrudan söylem alanına çekiliyor ve ve şu cümleler Tayyip Erdoğan’ın ağzından dökülüveriyor örneğin: “Bunlar monşer!” Bu basit karşılık ile İslam içinden yapılan söylemsel saldırı, AKP’nin ana söylemsel hattına çekiliyor, yukarıda kısaca değindiğim paternalist-popülist söylemin kendini kuvvetlendireceği bir duruma neden oluyor, o bilindik elit/halk ikiliği yeniden üretilerek “halk” cephesi konsolide ediliyor. Buna benzer birçok söylem örneği de verilebilir.
CHP özelinde yapılan bu tespit esasında, AKP ile mücadelenin yalnızca “söylemsel” alan içinde yapılamayacağı, ama Türkiye’deki siyasetin tam da aksine bu söylemsel alana hapsolduğu yönündeki genel bir tespitin parçası. Burada söylem siyasetini küçümsemiyorum aksine bir diyalektiğin iki önemli parçasından birini oluşturuyor olmasına rağmen diğer taraf tamamıyla boş bırakılmış durumda olduğunu söylüyorum. Dolayısıyla AKP’nin bohçası tamamıyla parçalanmıyor, sadece yırtılmaya çalışılıyor, yırtıklardan düşen taşlarda medet umuluyor ama AKP’nin bohçasını yamalama fırsatı da sunuluyor. Hal böyle olunca bunca yolsuzluğa rağmen bu kitle neden Erdoğan’a oy veriyor sorusunu naif bir şekilde sorabiliyoruz mesela. Yolsuzluk ve tape tartışmalarından haberdar olmayan hiç azımsanmayacak bir kitlenin varlığını bir kenara koyarsak, yolsuzluğa inanmadıkları için mi hala oy veriyorlar, ya da yolsuzluktan nemalandıkları için mi? Büyük olasılıkla hayır. Çünkü yolsuzluk ancak “her şeyin yolunda olduğuna” inancın tam olduğu bir yerde, bir kültürde anlamlıdır. Oysa AKP’nin büyüttüğü söylemsel hat zaten bir ülkeyi yiyip bitirmişler karşısındaki “onurlu halk adamının”, “içimizden çıkan çocuğun” mücadelesine işaret eder, dolayısıyla bu söylem içinde “hırsızdan çalan kişi hırsız olamaz”, ya Robin Hood’tur, ya “Büyük Usta”.
Bütün bu kendi fikirsel hezeyanlarımı da içeren tartışmalardan sonra en başa siyasetin en temeline esasında maddi çelişkiler ile söylemsel alanın idare edilmesi anlamına geliyor olduğu noktasına dönmek gerekiyor yeniden. AKP’nin bütün bu söylemleri bütün bu maddi çelişkileri güllük gülistanlık bir ortam haline getiriyor mu, elbette hayır. Ama maddi çelişkilerin yaşattığı parçalanmışlığı idame edecek ölçüde son kertede bir bütünlüğe dönüştürüyor olduğu aşikar. Saldırı söylemsel alana olduğundan, yani maddi gerçekliğe tekabül etmediğinden savunusu kolay oluyor. Bunu kısa örneklerle anlatmaya çalıştım. Peki nedir maddi gerçekliğe de tekabül edecek bir siyaset? Maddi gerçeklik diyorsak burada, bir noktada özneden bağımsız bir gerçekliğe işaret ediyoruzdur. Bu da aslında başından beri söylediğim kapitalizmin içsel çelişkisidir. “Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” olma imajı bir toplumun “genlerinde” vardır gibi özcü bir yaklaşımla hareket etmediğimize göre, sürekli idame edilmesi gereken bir çelişkiler yığının büyüdüğünden bahsediyoruzdur ki bunun böyle olduğunun en ayan beyan kanıtı Soma’dır.İhtiyaç olan bu çelişkilere dair “söz söylemek” değil, tam da o noktalarda maddi olarak “bulunmak”, ama her şeyden önce “bulunmak” gerekliliğidir. Çelişkiler büyür, ama çelişkileri yaşayanlara “düşman” imgesinin “dostça” bir söz söylemesi karşısında, “dost” imgesinin “düşmanca” bir söz söylemesi daha makbule geçmekte olduğu bir durumu yaşıyoruz. Dostun dostça söz söylemesi ve dostluk “eylemesi” elbette kurtuluşun özüdür. Fakat bu her şeyden önce maddi temasın siyaset içindeki önemine işaret ediyor. Bunun için söylemsel değil, maddi karşılaşmalara ihtiyacımız var. Siyasetin temel noktası bu karşılaşmaları nasıl yaratabileceğimiz sorusu üzerine odaklanmalıdır, en az söz söylemeye verdiği önem kadar buna da önem vermelidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.