Başlığa aldanıp endişeli ‘Beyaz Türk’lerin midelerine giren kramplarla ilgili bir bağlantı kurduğumu zannetmeyin. Onların derdi başka. Yazının konusu Erdoğan sayesinde uzun süredir bizim de dilimize, zihnimize, gündelik hayatımıza yerleşen ‘yeni Türkiye’ ve onun artık resmiyet kazanmış ‘muhafızı’yla ilgili. Ortada bir ‘yeni’ olgusu olduğuna göre; bunun bir de ‘eski’si olması gerekiyor ki; olmadığının aksini söylemek abesle […]
Başlığa aldanıp endişeli ‘Beyaz Türk’lerin midelerine giren kramplarla ilgili bir bağlantı kurduğumu zannetmeyin. Onların derdi başka. Yazının konusu Erdoğan sayesinde uzun süredir bizim de dilimize, zihnimize, gündelik hayatımıza yerleşen ‘yeni Türkiye’ ve onun artık resmiyet kazanmış ‘muhafızı’yla ilgili. Ortada bir ‘yeni’ olgusu olduğuna göre; bunun bir de ‘eski’si olması gerekiyor ki; olmadığının aksini söylemek abesle iştigal olur. Yeninin kurulması için de eskisinin yıkılması lazım gelir.
Öyle de oldu zaten. Bu toprakların anasını ağlatan ‘askeri devlet’in yerinde yeller esiyor şimdi. Askerin kışlaya dönmesinin adımlarının atıldığı Ergenekon ve Balyoz operasyonları, birçoğumuza, “Evet, galiba bu kez asker siyasete karışamayacak” dedirtmişti. Açılım üzerine açılıma boğulduğumuz, tek devletin, tek bayrağın, tek milletin yılmaz bekçileri olan eski ve yeni tüfek ulusalcılar ve milliyetçiler sinirlerinden kemirecek tırnak bırakmamışlardı.
Billboardlarda bile gördüğümüz ‘Güçlü Ordu, Güçlü Devlet’ sloganının yerini ‘Güçlü Devlet, Güçlü Ordu’ alıyordu. Başbakan (yoksa artık Cumhurbaşkanı mı demeliyiz, karar vermiş değilim) çıkıp Kürtlerden geçmişte yapılan katliamlar adına özür diliyor, Türkiye’de yaşayan din adamlarıyla bir araya geliyor, başörtüsüne kamuda özgürlük getiriyordu.
Ancak ne zaman ki 12 Eylül darbesiyle hesaplaşarak yeni bir anayasanın devamıyla ‘yeni Türkiye’nin kurulacağı şiarıyla gidilen 12 Eylül referandumundan Erdoğan tarihi bir zaferle çıktı, nehrin suyu da farklı yöne akmaya başladı.
Erdoğan gittiği yoldaki tüm taşları temizledi ve meydanlarda dilinden mağdur edebiyatını düşürmemekle beraber “Beniimm” diye başlayan cümlelerle sadece ve sadece kendi tabanına seslenmeye başladı. Dananın kuyruğu inceden inceye koparken Kürtlerin ağzına da bir parmak bal çalmak için araya bir ‘çözüm süreci’ sıkışıverdi, silahlar sustu. Silahların sessizliği altında anadilde eğitim, yerleşim yerlerinin eski isimlerinin geri verilmesi, anadilde savunma gibi hayati meseleler “Böyle bir şeyin olması mümkün değildir” değerlendirmesinden öteye geçemedi. Anadilde eğitim isteyen Kürtlere “Özel okullarda olur” dendi. Bir yanda ‘çözüm süreci’ lafı bir yanda ‘terörist başı’ aynı cümle içinde kullanılmaya başlandı. “Bunlar Ezidi, bunlar Zerdüşt” dendi.
Tüm Türkiye’de yeşil alanlar rantın kapısı değil direk kendisi haline geldi. Ağaç keserek ortalığı betona boğmayı modernlik olarak gören zihniyetin TOKİ’leri daha ilk sel baskınında can aldı. Doğayı kurcalarsan bu kadar tokadı yersin ağzının ortasına. İki kere iki dört.
Sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin kalbinin attığı yere, Taksim’e AVM yapmak gibi bir dangalaklığı aklından geçirince işler Erdoğan için biraz karıştı. Çünkü balkon konuşmasından bu yana biat kültürünün ‘bin yıl süreceği’ni düşünen Erdoğan karşısında gerçek halkı gördü ve o halk canıyla bedel ödedi. Öyle haybeden kefen giyip inmedi meydanlara. Onlar öldüler. Ama heyhat; Pablo Neruda haklı çıkmıştı: Öldükçe çoğalmıştık.
Bu kez ayrıştırmayı diline doladı Erdoğan ve yalan söyledi. Camide içki, ‘başörtülü bacının üzerine işeme’ gibi ilk akla gelen yalanları söyledi ve dinamiti toplumun ortasına bıraktı. “Yüzde 50’yi evde zor tutuyorum” “Evet emri ben verdim” diyerek Cumhuriyet Mitinglerinde 80 yaşındaki teyzenin başörtüsünü kafasından koparırcasına alanlarla arasında hiçbir fark kalmadı.
17 ve 25 Aralık operasyonlarıyla öküzün çoktan öldüğü anlaşılırken Erdoğan kendi ‘devrim’ini sürdürmek için 1800’lerin Fransız burjuva taktiğine yönelerek daha önce yaptıklarının hepsini çöpe atıp yepyeni gündemler yarattı. Türkiye ekonomisi büyüyordu. Bu büyüme esnasında asgari ücrete öğün başına 4 kuruş zam yapılması da normaldi. Soma’da 301 kişinin cinayete kurban gitmesi ‘ayakların baş olamayacağı’ yüzündendi. Sınırdaki kafa kesen adamlara silah göndermek de konsolosluktan kaçırılan vatandaşlar da şu anda önemli değildi onun için. Önemli olan ‘devrim’i muhafaza etmekti.
Erdoğan’ın ‘devrim’ini o kadar sarsmak istediler ki; kendisine -ağzımızdan yel alsın- ‘Ermeni’ bile dediler. Halbuki Hrant Dink’in davası onun davasıydı. O kadar sahiplenmişti ki o davayı Dink’in katline sebep olanlar İçişleri Bakanlığı, valilik gibi makamlara getirildi. O derece önemsiyordu.
Ama Erdoğan yılmadı. ‘Devrim’ini gerçekleştirebilmek için devletin tüm imkanlarını seferber ederek seçime girdi ve Çankaya’ya çıktı. Hem de Anayasa’da yazdığı üzere, Türkiye’nin dört gün başbakansız kalmasını göze alarak…
soyerbrk@gmail.com
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.