Dedesi hiçbir şeyi attırmazdı. Bir gün lazım olur diye eskiden kalma palanlar, hamutlar, oraklar, tırmıklar hepsi arka damda muhafaza edilirdi. Anasıyla eskiden kalma bu alışkanlık yüzünden işe yaramaz bir sürü ıvır zıvır için kaç kez tartışmışlardı. “Atma onları, deden, baban, ninen hepsi onlarda yaşıyor, benim anılarım var” diyordu. Dedesi yaşasa 133 yaşında olacaktı. Toprak kül […]
Dedesi hiçbir şeyi attırmazdı. Bir gün lazım olur diye eskiden kalma palanlar, hamutlar, oraklar, tırmıklar hepsi arka damda muhafaza edilirdi. Anasıyla eskiden kalma bu alışkanlık yüzünden işe yaramaz bir sürü ıvır zıvır için kaç kez tartışmışlardı.
“Atma onları, deden, baban, ninen hepsi onlarda yaşıyor, benim anılarım var” diyordu.
Dedesi yaşasa 133 yaşında olacaktı.
Toprak kül yığını gibiydi. Yüzü hançer yarası gibi oluk oluk olmuş, dere yatakları tuz ve çorak dolmuştu.
Otlar otluktan çıkmış, sarı cansız çöp olmuşlardı. Kibritten kuru dikenlere dönüşmüşlerdi. Açlıktan iskeleti görünen inek de yemiyordu bu otları nedense
Kocaman ceviz ağacının tek bir yaprağı dahi düşmeden kupkuru görüntüsü dehşete düşürdü. Ölü bir insandan bile böyle irkilmemişti. Korkunun böyle iliklerine kadar işleyenini, uzayın derinliğinde kendisini yapayalnız kalmış gibi hissettirenini yaşamamıştı. Arka taraftaki karyağdı dağlarının makileri kuruyalı beri kayalar ay ışığında birer mezar taşı gibi, kayalıklar mezarlık gibi görünüyordu.
Yamaçlara park edilmiş iş makineleri eski çağlardan kalmış dev canavarlara benziyorlardı.
Beş yıldır çalışan dev makinelerin homurtusuna dayanamayan börtü böcek, kurt kuş tüm canlılar nere gitmişlerse gitmişlerdi. Gidecek pek yer de yoktu ya. Belki de ölmüşlerdi.
Kertenkele bile terk etmişti ovayı. Peki ya toprakla beslenen solucanlara ne olmuştu.
Neredeyse, anası kendisi ve ineklerinden başka canlı kalmamıştı ovada. Herkes tarlasını, evini mermercilere satıp başka diyarlara gitmişlerdi. Satmamakta direnenleri de bir şekilde(!) ikna etmişlerdi.
Kuşlar yukardan bakıp bakıp bilinmedik uzak diyarlara doğru uçuyorlardı.
Bulutlar şöyle bir bakıp geçiyorlardı da sanki “gerek yok inmeyelim buralara” der gibiydiler.
Birden bir “ciksss” sesiyle daldığı düşüncelerden sıyrıldı.
Bu, ne bir kuş sesi, ne de yılan tıslamasıydı. “Fareee” diye içgüdüsel bir sesle bağırdı.
Kaçmıyordu, korkmuyordu ve geriye gidecek gibi de görünmüyordu, saldıracak gibi de değildi.
Korktu Cengiz ilkin. Göz göze geldiler.
Fakat bakışları ne kadar da tanıdık birine benziyordu. Sanki tanrı misafiri gibi “hoş geldin” bekliyordu.
Engel olunamaz bir yakınlık duydu, ılık bir sevgi ürperen bedenini sarmalamış, ısıtmaya başlamıştı.
Bağırtısıyla beraber duvardaki çalı süpürgesini kapıp fareye saldırmaya hazırlanan anasının elini tuttu birden. “Dur hele” dedi.
“Ne duru, ne saman kodu, ne dane, her kuşu halletti de sıra kargaya mı geldi? Lanet olasıcanın…”
Bir fareye baktı bir anasına, sonra gözleri eşyalarını yükledikleri traktöre dikildi.
“Vay be” dedi, “133 yılda 100’den fazla insanın variyeti bir traktör kasası eşya.”
133 yıl evvel doğan dedesinden ve 128 yıl yaşayan nenesinin soy salkımını anasıyla beraber kaç kez çıkarmışlardı. 119 kişi.
Hiçbir şeyi atmamışlar, hiçbir şeyi satmamışlardı. Onca yılın eskisi, onca insanın soykası da kasaya yüklenmişti. Bu kadar insanın cesedinin bile sığamadığı traktör kasasına bunca insanın 133 yıllık emeği yüklenmişti.
“Demek bu ha, demek bu” dedi.
Babasıyla kesekle öldürdükleri fareler geldi birden aklına. İçini bir pişmanlık duygusu kapladı.
Tarlaya attıkları ilaçlar sanki boğazını sıkıyor, kurdukları tuzaklar ayağına dolanıyordu.
Yılan sanıp öldürdüğü kertenkelenin ölmeden evvel gözlerinden boşanan yaş içini şimdi kavuruyordu. İlçe tarımda kaç kez toplanılmıştı bu fareleri yok etmek için.
Müdürün söylediğine göre şu fareyi öldürebilmek için dünyanın en büyük kimya fabrikaları ne kadar çok para yatırmışlardı. Ve en çok ilacı en ucuzuna bize satmışlardı.
Anası elini kurtarmak için hamle yaptı. Bu yaştaki kadının bir fareyi öldürebilmek için bir anda nasıl böyle canlanıp güçlendiğine şaşırdı.
“Dur be ana dur da dinle” dedi.
“Bu farelikten çıkmış. Baksana gözlerine. Bırakalım bu hayvanı burada sabah erkenden yola çıkalım. Artık toplanmayı bitir.”
Yeniden karyağdı dağlarının peynir gibi kesilmiş çehresine baktı. “İtin kar yediği gibi.”
Ejderha görünümlü makinelere, mezar taşı görünümlü kayalara, mezarlık görünümlü kayalığa baktı.
“Şu dere kurumasaydı bari” diye düşündü. Ama köye elektrik vermişlerdi. “Şimdi kimse kalmayınca trafoyu da kaldırdılar” diye düşündü.
“Burada ne kadar nereye kadar kalabilirdik, en iyi kararı verdik” dedi içinden.
Şu rüzgârların sesi de olmasa gitmek çok kolay olacaktı ya.
Sanki bir şey diyorlarmış gibi geldi. Sanki giderse rüzgâr da susacakmış gibi bir hisse kapılmıştı.
Rüzgâr da susarsa?
Mermerleri düşündü, ışıl ışıl cami mermerlerini, abdest alma yerlerindeki mermerleri, eşik mermerlerini, mermer heykelleri, mermer kaplamaları, hamam mermerlerini.
“Bu mermerlerin ne olduğunu bilmiyorsunuz, bunlar milli gelire petrolden daha fazla katkı sağlıyor. Şu çalılardan hanginize ne fayda var, inatçılık vatana ihanete kadar gider” demişti Almorblenin mühendisi. “Lekesiz, çiziksiz, damarsız, sinirsiz mermerler o kadar kolay bulunmuyor.”
“Umudunu kesip köye yerleşmeye yeltenmiş zağar, garip be ana” dedi.
“Bak burada bir şey bırakmaz aç kalınca” dedi anası.
“Boş ver, şu gördüğün makine canavarlar koca ovamızı yedi bir şey demedik, diyemedik, öfkemizi içimize attık ve artık gidiyoruz, bırak garibi, bak nasıl da bakıyor. Sanki onu insana bağlayan bir şey var, hem buraya gelecek kurt kuş da kalmadı, boş ver gidelim, sabah erkenden celep Ali ineği almaya gelecek” dedi.
“Ne garibi, bu lanet hayvan aç kalınca taşı bile yer oğlum, yemese de hacamat eder” dedi.
Gökten bir yağmur damlası burnunun ucuna düştü. Ayağını bir sinek ısırdı, sırtı kaşındı, gözlerinin ardına bir yaş birikti, aklı öfkesinin önüne geçti, içine şeytan girdi. İnek kuyruğunu salladı.
“Mermeri de yer mi?” diye sordu.
“Yer ki hem nasıl” dedi “aç kalmaya görsün.”
“Ürkütme ana” dedi. “Elleme.”
“Bir yere de gitmiyoruz.”
Anası derakap çorba yaptı.
Sabah celep Ali geldi.
“İneği satmıyoruz, bir yere de gitmiyoruz” dedi anası, taze gelin gibi kırıtarak.
“Peki, siz bilirsiniz de ne yiyip içeceksiniz” diye sordu.
Cengiz kapıya geldi, fare arkasında bıyıklarını yaladı.
“Mermer yiyeceğiz” dedi “hem de sinirsiz tarafından” anası.
Ve anasının bu yaşta mermer yemeye kalkmasına hayretle baktı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.