Filistinliler ve bazı ilerici yazarlar birkaç gündür soruyor: Arap ülkeleri ve Ortadoğu halkları bu acımasız Siyonist vahşet karşısında nerede? Onlar Tayyip Erdoğan’ından IŞİD’ine, Müslüman Kardeşlerinden Selefilerine, “Şii Hilalinin Belini Kırma” işinde! Onlar yolu açıyor, İsrail vuruyor! Ortadoğu, IŞİD’in Musul’u işgali ve Bağdat’a doğru ilerlemesiyle dünya gündeminde baş sıraya oturdu. Birkaç bin kişilik bir kuvvete sahip […]
Filistinliler ve bazı ilerici yazarlar birkaç gündür soruyor: Arap ülkeleri ve Ortadoğu halkları bu acımasız Siyonist vahşet karşısında nerede? Onlar Tayyip Erdoğan’ından IŞİD’ine, Müslüman Kardeşlerinden Selefilerine, “Şii Hilalinin Belini Kırma” işinde! Onlar yolu açıyor, İsrail vuruyor!
Ortadoğu, IŞİD’in Musul’u işgali ve Bağdat’a doğru ilerlemesiyle dünya gündeminde baş sıraya oturdu. Birkaç bin kişilik bir kuvvete sahip olan IŞİD, nüfusu 2 milyona yaklaşan Musul’u ve başka birkaç şehri çok kısa zamanda, zorlanmadan ele geçirdi.
Ortada kelimenin gerçek anlamında bir “tuhaflık” vardı. Nasıl olmuştu da, Irak ordusuna ait birlikler silahlarını da IŞİD’e bırakarak koca şehirleri terk etmişti?
Tüm dünya Musul’un şokunu yaşarken, olayın IŞİD’in boyunu aştığı, eski BAAS unsurları ve bazı Sünni aşiretlerin de IŞİD’le birlikte hareket ettiği anlaşıldı. IŞİD vahşi bir saldırganlıkla halklar üzerinde bir dehşet fırtınası estirirken; emperyalist merkezlerde yaşanılanların “despotik ve mezhepçi” Maliki yönetimine karşı bir Sünni ayaklanması olduğu yolunda yorumlar yapılmaya başladı.
12 Aralık 2011’de Maliki ile yan yana oturan Obama, “Hükümran, kendine güvenli, demokratik Irak’ın seçilmiş lideri Başbakan Maliki’ye hoş geldin demekten gurur duyuyorum” sözleriyle başladığı konuşmasında, Irak’ın etkileyici demokratik gelişmesini ve Maliki’nin bu sürece katkılarını uzun uzun övmüştü.
Peki nasıl olmuştu da, emperyal merkezler açısından “Irak’ın etkileyici demokratik gelişmesini sağlayan lider” kısa bir süre sonra “mezhepçi bir despota” dönüşmüştü? Mezhep farklılığının bir çatışma unsuruna dönüşmesi, Irak’ta esas olarak işgalci emperyalist güçlerin işgale karşı direnişi bölerek zayıflatmasına yarıyordu.
Irak’ta mezhep-ulus çatışması mı petrol savaşı mı?
Emperyal merkezlerden dalga dalga yayılan yukarıda sözünü ettiğimiz açıklama, gerçekliği bütünüyle ters yüz ediyor; yaşanan çatışmaların sonuçlarını nedenler olarak ortaya koyuyor ve ortadaki korkunç tablonun gerçek sorumlularını aklıyor.
Irak’ta mezhepler arasındaki çatışma ABD işgali sonrasında, ABD’nin kışkırtma ve yönlendirmeleriyle doruk noktasına ulaştı. Maliki despottu ama esas olarak bir mezhepçi değil sıkı bir ABD uşağıydı. Uşaklığının düzeyini ise, ABD işgaline karşı savaşan ve gönüllü Şii savaşçılara dayanan Sadr yönetimindeki Mehdi Ordusu’na karşı 2008’de ABD askerleri ile birlikte düzenlediği kanlı saldırılarla ispat etmişti.
ABD işgaline karşı savaşan Şii milislere karşı mücadele ettiği günlerde Maliki’nin gününün yarısını o dönemin ABD Büyükelçisi Ryan Crocker ve ABD işgal kuvvetleri komutanı general Petraeus’la birlikte geçirdiğini, haftada bir gün ABD Başkanı Bush’la telekonferans yoluyla görüştüğünü; Maliki sıradan bir milletvekili iken onu keşfeden ve elinden tutup onu zirveye taşıyan ABD’nin Irak’ta en uzun süre çalışmış yetkilisi Ali Khedery’nin Washington Post’a (3 July 2014) yazdığı Irak ve Maliki konulu yazıdan öğreniyoruz.
Irak’ın işgalinden sonra görev yapmış 5 ABD Büyükelçisinin ve 3 ABD işgal kuvvetleri komutanının başdanışmanlığını yapan Khedery, aynı zamanda ABD petrol ve petro-kimya devi Exxon Mobil’in Ortadoğu danışmanlığını uzun yıllardır yapmaktadır.
Khedery, Washington Post ve başka bazı kaynaklara göre, 2011 yılında Exxon Mobil ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında imzalanan, Exxon Mobil açısından “tarihsel nitelikli” olduğu söylenen milyarlarca dolarlık petrol anlaşmasının mimarı ve politik uygulayıcısıdır. Bölgede ve ABD’de son derece geniş ve derin bir ilişkiler ağına sahiptir.
Khedery, “keşfedip” zirveye çıkardığı Maliki’yi Irak’taki işgalci ABD yönetimine nasıl tanıttığını, Maliki hakkında kuşkuları olan bölge liderlerinin kuşkularını gidermek için nasıl bir lobi faaliyeti yürüttüğünü yazısında uzun uzun anlatıyor. Khedery, 2010 yılına gelindiğinde artık Maliki’nin tüm gücü kendi ellerinde toplamak istediğini ve bunun için de İran’la ilişkilerini sıkılaştırdığını, devletin yönetici kadrolarına İran yanlısı unsurları doldurmaya başladığını ifade ediyor.
Khedery bu durumu tespit ettiğinde, ABD çıkarlarının tehlikede olduğunu görerek, ABD yönetimini Maliki konusunda uyardığını ifade ediyor. Khedery, O dönemde İran’ın Kudüs Ordusu komutanı Kasım Süleyman’ın önemli Irak liderleri ile Tahran’da bir toplantı yaptığını ve ABD’nin bölgeden gidici, ancak İran ve Irak’ın kalıcı komşular olduğunu söylediğini, hesapların buna uygun yapılmasını istediğini belirtiyor.
Khedery, kendisinin Beyaz Saray nezdinde Maliki karşıtı lobi yapmaya başladığı 2010 sonunda, İngiltere Büyükelçisi John Jenkins, Türkiye Büyükelçisi Murat Özçelik ve ABD Büyükelçi Yardımcısı Robert Ford’un da aynı konumda olduğunu, ABD yönetimi nezdinde Maliki karşıtı bir kampanya düzenlediklerini ifade ediyor. Robert Ford’un Suriye operasyonunda ABD’nin en önemli yetkilisi olduğunu; Türkiye ve İngiltere’nin de aynı safta yer aldığını buraya not etmek gerekiyor.
Batının hedefi: Kudüs Ordusu
IŞİD’in Musul’u işgalinin ardından New York Times’ın etkili dış politika yorumcusu Friedman şunları yazdı: “Bölgesel hegemon olmak isteyen, silahlandırdığı Şii milislere ABD askerlerini öldürten, ABD askerlerinin Irak’tan çıkarılması için çalışan, 2011’de ABD askerlerinin Irak’ta kalmasına olanak sağlayacak anlaşmayı imzalamaması için Maliki’ye basınç yapan İran ve General Kasım Süleyman komutasındaki Kudüs Ordusu Devrim Muhafızları… İyi… Şimdi bizim askerlerimiz evlerinde ve İran’ın Kudüs Ordusu Devrim Muhafızları Irak, Suriye ve Lübnan’da zorluklar içinde… İyi günler.” (İnternational New York Times, 23 Haziran.)
Suriye, Irak ve Lübnan’daki vekalet savaşlarının emperyalist Batı cephesindeki en açık, en veciz ve en alçakça ifadesi olma özelliğini taşıyan bu satırlardaki ana hedef Khedery ile aynıydı: İran Devrim Muhafızlarının en önemli parçasını oluşturan Kudüs Ordusu ve onun komutanı Kasım Süleyman.
Suriye’de rejim güçlerinin kazandığı askeri başarıların ardından Irak ve Lübnan’da cihatçı çetelerin artan saldırıları; Suriye’de ilerleme kaydedemeyen ABD, AB, İsrail, Körfez Monarşileri ve Türkiye’nin, Irak ve Lübnan’da yeni cepheler açarak çatışmaya bölgesel bir nitelik kazandırmaya, vekalet savaşını genişletmeye çalıştıklarına işaret ediyordu.
Yaşanan askeri ve politik gelişmeler bu yönde ilerledi; Suriye’nin yıkıma uğratılması sürecinde emperyal merkezlerden ve bölge devletlerinden aldığı güçlü destekle palazlanan, bölgesel etkinlik alanları oluşturan, lojistik ve askeri olanaklarını genişleten cihatçı güçler, “bir sabah ansızın” ellerini kollarını sallayarak “Sünni halkın temsilcisi” olarak Musul’a girdiler ve hızla ilerlemeye başladılar.
Tüm bunların Maliki’nin “demokratik gelişmeye katkı yapan seçilmiş bir liderden”, “mezhepçi bir despot”a dönüşmesiyle ne ilgisi vardı?
Maliki, İran’ın basıncını ciddiye almış, bölgeyi yavaş yavaş terk eden ve boşluklar yaratan bir ABD görüntüsü karşısında İran’a yanaşmış; bunun nişanesi olarak da ABD’de neo-con ve liberal odakların göz bebeği olan bir başka özgürlük savaşçısı örgüt İran karşıtı Halkın Mücahitleri’nin Irak’taki merkezi olan Eşref Kampına askeri baskın düzenletmiş ve kampı dağıtmıştı.
Uzun zamandır ABD neo-conlarının sağladığı fonlarla yaşayan Halkın Mücahitleri yöneticilerinin Irak’taki yasal ve mali hakları bu operasyonun ardından ellerinden alınmıştı.
Maliki’nin Exxon Mobil ve BP gibi dünya petrol devleriyle yaşadığı sorunlar günlük basının sayfalarında yer almaya başlamışken; Maliki’nin Exxon Mobil’i hizaya sokması için Obama’ya geçtiğimiz aylarda yazdığı mektup basına sızdırılmıştı.
ABD finans tekelleriyle çok yakından bağlantıları bulunan ve Irak’ta oluşturulan finans sisteminin dünyayla bağlantısında önemli bir pozisyon işgal eden Irak Merkez Bankası Başkanı Sinan el Şabi ve Devlet Ticaret Bankası Başkanı Hüseyin el Uzri’nin Maliki tarafından görevden alınması da emperyal merkezlerle açılmaya başlayan mesafenin işaretleri idi.
Ancak Maliki’nin emperyal merkezlerle sorunlu bir ilişki yaşamasında belirleyici etki yapan asıl faktör, geçtiğimiz ağustosta Suriye’ye yönelik bir emperyalist saldırı gündeme geldiğinde aldığı tutum olmuştu. Maliki emperyalist saldırıya karşı çıkan net açıklamalar yapmış, daha önce İran-Suriye-Hizbullah olarak kodlanan Şii Hilali, İran-Irak-Suriye-Hizbullah olarak kodlanmaya başlanmıştı.
Geçen ağustosta kopartılan büyük fırtınaya rağmen ABD’nin Suriye’de askeri müdahale seçeneğini dışlaması ve ardından ABD-İran görüşmelerinin başlaması, Suudi Arabistan, Körfez Monarşileri, İsrail ve Türkiye’nin rahatsızlığını en yüksek seviyeye çıkardı ve yıkıcı faaliyetlerini tüm bölgede arttırmaya dönük eğilimlerini güçlendirdi. El-Nusra, IŞİD, İslami Cephe, tümü de Şii Hilalini dağıtmak amacıyla emperyal merkezler ve onların Ortadoğu’daki işbirlikçileri tarafından beslenen ve büyütülen gerici odaklardı.
IŞİD: Gericiliğin koçbaşı
Kuşkusuz ki, bu hareketlere katılan yoksul Müslüman kitlelerin çocukları hakim ekonomik ve toplumsal ilişkilere tepki duyan, öfkeli yoksullardı. Libya’da, Suriye’de sokaklara çıkan, öfke ve özlemlerini haykıran yoksul kitleler emperyalizmin kışkırttığı değil, eşitsizlik ve yoksulluğun harekete geçirdiği insan yığınlarıydı.
Ancak, ideolojik ve politik bir netlik ve buna uygun bir devrimci örgütlenmenin olmadığı koşullarda, bu öfke ve enerji başka kanallara da akıtılabilmekte, emperyalizmin bölgesel düzeydeki yıkıcı faaliyetlerinin yakıtı haline de dönüştürülebilmektedir.
IŞİD, ABD işgaline karşı İslami bir isyan olarak doğmuş; kısa süre sonra kanlı bir mezhep çatışmasının asli öğesi konumuna gelmişti. 2008 yılında Sünni aşiretlerin karşı örgütlenmesiyle büyük ölçüde etkisiz hale getirilmişti. IŞİD’i bugünkü gücüne ve konumuna ulaştıran süreç Suriye’deki vekalet savaşındaki performansı; bölgeyi tam da emperyal merkezlerin istediği gibi etnik ve mezhepsel temellere dayalı bir mezbahaya çevirme yönünde attığı cüretli adımlardır.
İsrail’in Hizbullah ve Şii Hilali karşısında 2006’da aldığı yenilgi, tüm bu gelişmelerin üst belirleyenidir. Emperyalist Batı Bloğu, “Bir daha asla” demiştir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da gelişen halk hareketleri, ideolojik-politik önderlik sorunlarını aşamadığı ve bir üst evreye sıçrayamadığı için, bu hareketlerin dinamikleri, 2006 yenilgisinin rövanşını alma hamlesinde öznelere dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Bir provokasyonla başlatılıp İsrail’in Gazze’ye acımasız bir saldırısına dönüştürülen operasyon, asıl gücünü bölgedeki cihatçıların yarattığı koşullardan almaktadır. Operasyon devam ederken ölü ve yaralı Filistinli sayısı hızla artıyor. Filistinliler ve bazı ilerici yazarlar birkaç gündür soruyor: Arap ülkeleri ve Ortadoğu halkları bu acımasız Siyonist vahşet karşısında nerede?
Onlar Tayyip Erdoğan’ından IŞİD’ine, Müslüman Kardeşlerinden Selefilerine, “Şii Hilalinin Belini Kırma” işinde! Onlar yolu açıyor, İsrail vuruyor!
2012 Ekim’inde düzenlenen AKP Kongresi’nde yabancı konuklar bölümünde oturan ve isimleri okunduğunda salondan yoğun alkış alanlardan birisi, IŞİD’in Musul işgalini “Sünni Devrimi” olarak selamlayan, kendi ülkesinde Şii katliamlarını düzenleyen bir örgütü kurmak ve yönetmekten ceza almış olan ve önce Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne, daha sonra Türkiye’ye sığınan eski Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi idi.
Onun yanında Kürdistan Bölgesel Yönetim Başkanı Mesud Barzani vardı. Barzani’nin yanında o dönemki Mısır Başkanı Mursi oturuyordu. Mursi’nin yanında ise, Filistin halkının katili Lübnanlı faşist örgüt Falanj’ın şefleri Emin Cemayel ve Semir Caca bulunuyordu.
Bu ekibi Ankara’da bir araya getiren bağ ise, Batı Emperyalist Bloğuna uşaklık ve ortak düşmanları Şii Hilali’ni yok etme arzularıydı. Aynı günlerde Türk basınında çıkan bir röportajında Suriye’deki Müslüman Kardeşler’in lideri olan ve bir süredir Türkiye’de yaşayan Şukta : “Hiçbir ülkenin sağlamadığı rahatlığı Türkiye sağladı bize” diyor ve “bölgede oluşan “Şii Hilali”nin belini kıracaklarını” sözlerine ekliyordu.
Irak’tan Filistin’e uzanan son saldırılar Şii Hilali’nin belini kırma operasyonunun Suriye ile birlikte daha da derinleştirilmeye çalışıldığının işaretlerini veriyor. Şii Hilali’nin belini kırma olarak adlandırılan proje Ortadoğu’yu gerici bir uluslar ve mezhepler savaşının merkez üssü haline getirerek bölgede emperyalist hegemonyayı yeni bir düzlemde tesis etme hedefine sahiptir.
Oysa ulusal ve mezhepsel çatışmalar her koşulda hükmünü yürüten kaçınılmaz “doğa yasaları” kudretinde değildir. Bu çatışmalar, yaklaşık 100 yıldır bölgeyi denetiminde tutan emperyal merkezler ve bölge egemen sınıflarının egemenliklerini sürdürme stratejilerinin ürünüdür.
Bu bağlamda, bölgenin ve dünyanın tüm devrimci-demokratik güçlerinin temel görevi Batı emperyalist bloğunun ve onların bölgedeki müttefiklerinin saldırganlığına karşı durmak ve işçilerin birliği-halkların kardeşliğini bıkmadan savunmaktır. Petrol gelirlerinin paylaşımı için kavga eden egemenlerle, onların sömürdüğü yoksul emekçilerin aynı çıkarlara sahip olmadıklarını; ulusal ya da mezhepsel aidiyetlerinin sınıfsal çıkarlarını ortaklaştırmadığını, bunun sadece bir yanılsama olduğunu bıkıp usanmadan anlatmak gerekiyor. Bölgenin mazlum halklarını birleştirici öğe ulusal ve mezhepsel farklılıklara yapılan vurgu değil; anti-emperyalizm temelinde ortaklaşmak olmalıdır.
12 Temmuz 2014
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.