Cahit Akçam’ın Editörlüğünü yaptığı “Tarihle Söyleşiler” adlı kitabını iki gün gözümü kırpmadan okudum. 1976-1980 arası o dehşetli yılları bir kere daha yaşadım. Ne yalan söyleyeyim hiç bitmesini istemedim. Sanki bir zaman makinesine girmişim de o anı yeniden yaşıyorum. Yenimahalle’deki eve yeniden gidesim geldi. Benim böyle zaman zaman geçmişte yaşama hastalığım var sanırım. Gitsem de erkenden […]
Cahit Akçam’ın Editörlüğünü yaptığı “Tarihle Söyleşiler” adlı kitabını iki gün gözümü kırpmadan okudum.
1976-1980 arası o dehşetli yılları bir kere daha yaşadım. Ne yalan söyleyeyim hiç bitmesini istemedim. Sanki bir zaman makinesine girmişim de o anı yeniden yaşıyorum. Yenimahalle’deki eve yeniden gidesim geldi. Benim böyle zaman zaman geçmişte yaşama hastalığım var sanırım.
Gitsem de erkenden yemek yapsam arkadaşlara. Şimdi Hasan, bir haftadır bizde kalan bölge sorumlumuz Hayri gelir. (O zamanlar Hayri diye bildiğim insanın Sedat olduğunu bu kitaptan öğrendim.) Aç ve yorgun gelecekler biliyorum. Hep benim eve geldiğim gibi gelecekler.
Bir keresinde Hayri geç vakitte eve gelmişti, “Yiyecek bir şey var mı?” diye sormuştu. “Yok” dedik. Oysa evde patates vardı ve pişirebilirdim.
O tarihlerde bir arkadaşınızın akşam eve gelebilmesi bile yeterliydi. Çok gelemeyeni bilirim.
Mamak’taki arkadaşlarımızın hemen tümü hastaydılar. Ablam onlara ilaç taşırdı. Bizim köyün kızları bir küçük halı dokumuşlardı, “devrimciler için”. Bu halı satılıp iki bileziğe dönüştürüldü, bir gün gerekir diye. Ablam bu bileziklere ilaç alıp Mamak’a götürdü. “Yüzbaşı Şuşut’tan kaçırana kadar öldüm valla” demişti.
Tümünü bu kitapta yeniden yaşadım. Keşke bugünkü aklım olsaydı. O patatesleri pişirirdim.
Meğer bu örgütün tepesi nasılsa tabanı da öyleymiş. Yukarıdakiler ne düşünüyor ve ne yaşıyorlarsa aynı şeyi biz de düşünüyor ve yaşıyormuşuz. İşte bu nedenle gözlerimden yaş geldi. Bedenimin her yanından süzülerek, zehir zemberek bir tortu gözlerimden boşaldı.
Nasıl da haksızlık etmişim.
Kendi kendime “Sen insandan bağımsız bir örgüt hayal etmişsin, bir insan nerede olursa olsun canlı bir organizmadır” dedim.
Açlık, yorgunluk, korku, aşk, cesaret, cesaretsizlik, canını kurtarma, duruma göre davranma. Yeniden saldırmak için geriye çekilme. Tümü de canlıya has bir tutumdur. Bunları anlamadan ölümü kutsamışım.
Ölmeyenlere “Neden kahramanca ölmediniz” diye saldırmamın nasıl bir safdillilik olduğunu ayırdım.
Bir de örgüt denilen şeyin insandan bağımsız olduğu, insani sürecin dışında, ruhsuz, duygusuz, ama mutlaka sonuca götüren Bhaskara’nın devri daim makinası olmadığını anlamamdır.
Devrimci Yol Dergisi yazılarında önerilenlerin tümü; sol içi birlik, savunma ve direniş üzerinedir.
Aktif savunma, direniş komiteleri, silahlı direniş birlikleri hangi aklın ürünüdür?
Neden ki?
Unuttuk zahir. 1971’den 1980’e kadar yaşanılan katliamları, zamları, zulümleri, faşist terörü, öldürülen aydınları, bilim insanlarını, sanatçıları.
Ümit Kaftancıoğlu öldürüldüğünde yaşadığımız dehşeti şimdi nasıl anlatırım?
Devrimci Yol denilen şeyin bir yaşama biçimi olduğunu. Bir kültür olduğunu. Gericiliğe ve faşizme karşı yeniden yeniden dikelmek olduğunu anlamamız gerek.
Anlasaydık “Neden resmi tarihimiz yok” demezdik.
Resmi tarihi kim yazar? O devletin arşivlerinde vardır. Bakabilirsiniz.
Anlasak ve unutmasak “Devrimci Yol’un Hali Pür Melali” diye bir cümle kurmazdık.
Hal-i Pür Melali “Acınacak Hali” demektir.
O günden bugüne kalan yüzlerce Devrimci Yol’cunun bakın gözlerine.
Acınacak bir haldeler mi?
Tümüyle gurur duyuyorum. Hepsinin gözlerinizden öperim.
1970’lerde aldıkları bayrağı 1980’lere kadar taşımanın onuruyla yaşayan ve hala gagalarıyla can suyu taşıyan bu insanlara selam olsun.
Devrimci Yol dediğin faşizme karşı bir savunma hattı idi. Ölüme karşı var olma kavgası.
Devrimci Yol dediğinin içinde aşk da vardı.
Devrimci Yol’un içerisinde Alevi Sünni yoktu.
Devrimci Yol’un içerisinde Kürt Türk yoktu. Halklar vardı.
Devrimci Yol dediğin eskinin yerine yeniyi koymaktı
Devrimci Yol dediğin 1965’ten 1980’e süren bir GEZİ idi
Ölene destan yazıp, kalana laf etmek sığ bir paradoks olsa gerek.
Bugün öykündüğümüz GEZİ o insanların bir ömür vererek ektiği fidanların boy vermesidir.
“Tarihle Söyleşiler” öyküsünü biraz da böyle anlamalı.
1970’ten 1980 faşist darbesine kadar yapılan edilene bir bakarsanız GEZİ destanının bundan 40 yıl evvel nasıl yazıldığını anlarsınız.
Devrimci Yol’u anlamak için;
Önyargılarımızdan kurtulmamız gerek, kişisel karmaşıklıklarımızdan arınmamız gerek.
Yetersizliklerimizi görmemiz gerek. Yerleşik korkularımızdan kurtulmamız gerek.
Kabul edilmiş baskılardan arınmamız gerek, şartlanmaları ayırmamız gerek
Başarısızlıklarımızı kabul etmemiz gerek.
Herkes kabul ediyor zaten. Kitapta da yazıyor.
Şimdi onlara acımak ne oluyor?
Anlamayınca eskiye savurmak, ortayı kavurmak kolay iş. Yoksa konuştukça konuşası geliyor insanın. Kızdıkça kızası, bağırdıkça bağırası geliyor.
“Yemek yedikçe yiyesim yemedikçe yemeyesim,
spor yaptıkça yapasım, yapmadıkça yapmayasım,
Evde oturdukça oturasım evden çıktıkça girmeyesim geliyor…
Yani böyle her şeyi yaptıkça yapasım yapmadıkça yapmayasım geliyor.
Ne bileyim tuhaf bir hal.”
***
“Kimseye etme şikâyet, ağlama hiç haline
Başını yaslayacağın kızıl atlar orda bekliyor. Elini tutan mı var.
Ve dünden daha fazla köpük var ağızlarında ve dünden daha beter hırs bürümüş burunlarını
Dünden daha parıltılı koşumları, dünden daha fazla arpaları var.
Unutma bu arpaları. Bu arpaları yetiştiren Eski dediğin Devrimci Yol’cular.
Önce bir bak kendi Hal-i Pür Melaline
Mazine bak da, yürü istikbaline”
İbn-i Haldun’un dediği gibi, “Zaaf hangi tarafa aitse, tutsaklığı da o yaşar.”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.