Eğer ileride Türk hükümeti, geçmişte Suriye ile yapmış olduğu gibi, Güney Kürdistan hükümetiyle de, ortak bakanlar kurulu toplantısını yaparsa, buna hiç şaşmamak gerekir Öyle anlaşılıyor ki, ABD ve bir bütün olarak Batılı güçler, halihazırda hemen bir Bağımsız Kürdistan Devletini istemiyorlar. Kürdistan’ı bölen ve parçalayan bu güçlerin bizzat kendileri olduğundan hareketle, özünde bunun da anlaşılmayacak bir […]
Eğer ileride Türk hükümeti, geçmişte Suriye ile yapmış olduğu gibi, Güney Kürdistan hükümetiyle de, ortak bakanlar kurulu toplantısını yaparsa, buna hiç şaşmamak gerekir
Öyle anlaşılıyor ki, ABD ve bir bütün olarak Batılı güçler, halihazırda hemen bir Bağımsız Kürdistan Devletini istemiyorlar. Kürdistan’ı bölen ve parçalayan bu güçlerin bizzat kendileri olduğundan hareketle, özünde bunun da anlaşılmayacak bir tarafı yoktur.
Buna rağmen Kürdistan’ın siyasal güçlerinin, bu konuda mutlaka çok ısrarlı olmaları gerekiyor. Besbelli ki, ABD’nin esas planı, son zamanlarda daha da belirginleştiği üzere İran üzerinden bir yere varmaktır. Ortadoğu politik denkleminde İran’ın konumu biliniyor. Bir de, belki de buradan hareketle, İran ve Doğu Kürdistan denklemini, kendi sistemsel çıkarları doğrultusunda, bir yerden bir yere kavuşturacaktır. Bu bağlamı kurduktan sonra, Kürdistan merkezli planlarını daha rahat hayata geçirmek istiyordur. Olabilir, ama hiç kuşkusuz ki Kürtler de, kendi ülkelerinin ve halklarının çıkarlarını öncelemelidir. Kaldı ki Kürtlerin eli, bugünkü tarihsel momentte herkese karşı daha fazlasıyla avantajlıdır, güçlüdür.
Bunun en somut örneği, Türkiye Devletinin pratiğinde cereyan ediyor. O kadar ki, daha düne kadar, sadece devletin resmi mercileri değil, bütün bir Türk siyaset dünyası, kendisini anti Kürt bir konumda ve Kürdistan’a izin vermeme tavrı üzerinden buluyor veya ifade ediyordu. Bu Türk politik damarı, iflah olmaz bir biçimde halen içten içe Kürt ve Kürdistan düşmanlığını yapıyor, tabii ki bundan vazgeçmiş değiller. Ancak her ne kadar bunu yapmış olsa da, artık elinden fazla bir şey gelmeyeceğini de, en çok kendileri anlamış bulunuyorlar.
Özellikle IŞİD’in, Musul’u ele geçirmesiyle yaşanan süreç, bu realiteyi çok iyi resmetti.
Çünkü Kürdistan güvenlik güçleri de, bu süreçte Kerkük’ü kendi denetimine aldı. Buna rağmen en uç olan bir MHP bile, çok fena halde sessizliğe gömüldü. Sözüm ona, Misakı- Milli olarak addedilen Musul ve Kerkük’ün, bu biçimde “elden gitmesi”, kesinkes onların dünyalarını karartmıştır. Ne rehinelere ilişkin olarak, ne de elçilik ve bayrak sembolü konusunda hiçbir biçimde gıkları dahi çıkmamıştır. Evet, güç ve politika ilişkisi, işte bu açıklıkta tezahür etmiştir.
En başta Kemalist ulusalcılar olmak üzere, İslamcılara ve oradan da sosyal şoven solculara kadar bu böyle olmuştur. Bundan böyle, artık AKP’nin Neo-Osmanlıcı hülyasının da, çok kof bir şey olduğu ispatlanmıştır. Öte yandan ekonomik gücün, parallah denen kuvvetinde kerameti ortaya çıktı. Bunun AKP devletini ne denli dizginlediğini görüyoruz. Güney Kürdistan’la yapılan petrol ve doğalgaz anlaşmalarını, bu bakımdan iyi okumak gerekiyor.
Aksi halde Barzani, her gün bangır bangır Kürdistan’ın artık bağımsız olması gerektiğinden bahsedebilir miydi? Düşünün ki, Türk Devleti bu konuda hiç sesini çıkarmıyor. Dahası, Erdoğan ile Neçirvan Barzani neredeyse aynı hükümetin birer kabine üyesi gibi özel üstüne özel görüşüyorlar. Eğer ileride Türk hükümeti, geçmişte Suriye ile yapmış olduğu gibi, Güney Kürdistan hükümetiyle de, ortak bakanlar kurulu toplantısını yaparsa, buna hiç şaşmamak gerekir. Bunun nedeni şudur: Egemen sınıfların nezdinde, hiçbir ideoloji ve politik çıkar, ekonomik çıkarın gücü kadar, kar hırsı kadar önemli değildir. İşte bunun adı kapitalizmdir. Hiç kimse de bunun önünde duramaz.
Bu işin bir yanıdır. İkincisi ise, gelinen aşamada Kürdistan gerçekliğinin Ortadoğu denkleminde ulaştığı jeopolitik düzeydir. Şayet Kürdistan bu denli bir önem kazanmamış olsaydı, tabii ki Türk devleti de, asla bu kadar sesiz kalmazdı.
Evet. Unutmayalım ki, Türkiye şu anda sadece sesiz kalıyor. Yoksa kesinkes Kürdistan’ın bağımsızlığına karşıdır. Özetle, şu anda ABD ile TC devleti, detaylarda olmasa da, en azından biçimsel olarak bir Bağımsız Kürdistan Devletinin ilanını istemiyorlar. Dediğim gibi, her gücün bu konuda bir gerekçesi, kendince çekincesi vardır. Bu nedenler ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, ama nihayetinde gelip aynı noktada buluşuyorlar: Bu, bağımsız bir Kürdistan devletinin olmaması, kurulmaması noktası oluyor.
Peki, bu halde Kürdistan siyasal hareketleri ne yapmalılar? Bu konuda ilk önce Güney Kürdistan Yönetimi’nin siyasetinden, onun bu yönlü tutumundan bahsetmek gerekiyor. Şu anda Güney Kürdistan’ın pozisyonu, diğer Kürdistan parçalarına kıyasla çok daha avantajlı bir durumdadır. Bu nedenle Barzani liderliği tarihi bir sınavla karşı karşıyadır. Bu, aynı zamanda, 1975’te baba Molla Mustafa Barzani’nin, ABD’de noktalanan yaşamının negatif olarak addedilen, iz bırakan pratiğinden de ders çıkarmak gibi bir şansı ona veriyor.
Gerçi son süreçte, kamuoyuna yansıyan açıklamalara bakılırsa, Barzani, daha bir Kürdistan olmaya çabaladığını gösteriyor. Hem baba Barzani’nin pratiğinde, hem de bizzat kendisinin, 1990’lı ve 2003 yıllarında içerisine düştüğü yetmezlikleri biraz aşacağa benziyor.
Yani “artık Irak’ın bir üniter devlet olarak konumu sona ermiştir ve yeni bir olguyla karşı karşıyayız” demesi, bu bakımdan çok önemlidir. Aksi halde eğer John Kerry’nin resmi tavsiyelerini dinleyecek olursa, bu, eski hatalı pratiğin bir tekerrürü anlamına gelecektir.
Hatırlamakta yarar var: Bilindiği üzere, 1990’lar sürecinde Saddam’la kucaklaştı ve yine 2003’lü yıllardan itibaren de, adeta ABD’nin bir memuru gibi, ona çizilen sınırlar içerisinde kaldı ve bir türlü de bunu aşmadı, aşmayı zorlamadı.
Oysa dostluğun ve müttefikliğin ikili bir karakteri vardır. Buna, karşılıklı çıkar esasları denilir. Yalınız Güney Kürdistan Yönetimi, gerek ABD’ye karşı, gerekse de TC- AKP devletine karşı bu konuda teslimiyetçi bir duruşu, çizgiyi aşamadı. Buna göre, sadece Güney Kürdistan’a has bir diploması ilişkisi yaşandı. Bütün bunların üstünde de, Güney Yönetimi, Kürdistan’ın diğer parçalarına karşı anlaşılması zor bir ilgisizliği, alakasızlığı yaşadı.
İşte bunun için PKK bu politikaya, ilkel milliyetçilik adını koydu. Oysaki esas olarak Barzani’nin yapması gereken; milliyetçilik düzleminin, ölçüsünün, dört parça Kürdistan’ı bütünlüklü olarak içermesiydi, bunu temel almasıydı. Haliyle modern milliyetçilik bunu gerektiriyordu. Açık ki bu durumda da ilkel değil, normal ve evrensel bir milliyetçilik pratiği söz konusu olurdu.
Buradan hareketle, Güney Kürdistan’ın sahip olduğu konum itibariyle, durum her bakımdan bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması için hazırlıkların yapılmasını gerektiriyordu.
Bütün bunları yapmadığını biliyoruz. Neredeyse, Irak’ın devlet birliği ve toprak bütünlüğü Kürtlerin üzerine vazifeymiş gibi, bu düzlemde kesintisiz bir pratik politika sürdürüldü. Hatta hafızasını yoklayan herkes, şunu çok iyi olarak hatırlayacaktır ki; “Bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması bizim zararımızadır, aleyhimizedir” denilmiştir. Evet, Barzani’nin bu türde verdiği sayısız demeçleri vardır. Burada esas mesele, ileriye doğru ders çıkartmaktır.
Gerçekten ABD bu konuda çok ciddi hatalar yaptı. Deyim yerindeyse, ABD, Kürtleri, Irak’ın yeniden yapılandırılması için, adeta bir çimento harcı olarak kullandı. Nitekim bunca mal ve can kaybından sonra, IŞİD’in ortaya koyduğu pratik gösterdi ki, Irak’ta bu biçimde bir üniter devlet modelinin yaşaması imkânsızdır. Dün de, bugün de bu yönlü yapılan bütün politikalar zorlamadır.
Haliyle zorlama olunca da, işin doğası gereği kaçınılmaz olarak kırılmaları beraberinde getirir. Düşünün ki, ortada ülkenin toprak bütünlüğünü koruyacak ne bir ordu, ne de başka bir güvenlik gücü vardır. Bu arada 2011 yılında ABD’nin güçlerini geri çekmesi de, özünde bir kaçıştı, kaçmaydı. Öyle ki, kendisi bile tüm askeri güçlerini geri çekmek zorunda oluyorken, federal bir Kürdistan statüsü karşılığında, Güney Kürdistan yönetimi kurbanlığa yatırıldı ve ya bir vefa borcunu ödemeye mahkûm kılınmıştır. Bu şu demektir, bütün bir Irak’ın belasını Kürtlerin üzerine yığmaktır.
Dolaysıyla bu durumda her şeyi Kürtlerin sırtına yükleyerek nereye varılabilir ki? Kaldı ki denildiği gibi, bu biçimde bir federasyon içerisinde bile, artık yaşamanın koşulları kalmadı.
Burada önemli olan tarihi husus şudur: Sadece Güney Kürdistan’a sıkışıp kalmak intihardır. Kürdistan dört parçadır ve her dört parçanın stratejik olarak kader birliği söz konusudur. Dahası, Kürtler bunu böyle görmek ve okumak istemeseller de yine de bu böyledir. Hem uluslararası emperyal güçler, hem de sömürgeci bölge ülkeleri Kürdistan’ın bir ve tek olduğunu herkesten iyi biliyorlar. Çünkü bunu bizzat onlar bölmüş, parçalamış ve bölüşmüşlerdir. Örneğin tam da bu yüzden, Kuzey Kürdistan Kürtleri, hemen her konuşmalarının, ya başında ya da sonunda “biz asla bir Kürdistan devletini kurmak istemiyoruz, ayrılmak istemiyoruz, demelerine rağmen, yine de bir türlü inandırıcı olamıyorlar. Kesinlikle herkesin kafasının içinde, bir bağımsız Kürdistan’ın kurulması bulunuyor. Böyle olmamış olsa, en ufak bir Kürdi hareketlenmede, “aha ayrılacaklar, Kürdistan’ı kuracaklar” denilmezdi.
Bu şuna benziyor. Biri senin mal varlığını hırsızlamış, çalmış ve fakat buna rağmen sen çıkıp, yok sen benim malımı çalmadın, hırsızlık yapmadın ve o mal benim değildir, senindir, dememişsin.
Dolayısıyla sen istediğin kadar bunun tersini ona söyle, ama o, bu konunun iç yüzünü çok iyi biliyor. Onun için, Kürtler mutlaka daha gerçekçi olmak durumundalar. Son bir örnek daha vermek istiyorum: Herkes elini vicdanına koyup, görsel ve yazılı Türkiye medyasına iyi bir baksın. Artık her eğilimden insanlar, biz Deniz Gezmiş’e, Mahir Çayan’a ve İbrahim Kaypakkaya’ya bir biçimde saygının gösterildiğini, bir sahiplenmenin az çok yapıldığını fark edecektir. Peki, acaba aynı şey Mazlum Doğan’a, Hayri ve Kemal’e karşı da söz konusu mudur? İşte ben de naçizane, Iraklılaşmanın, İranlılaşmanın, Suriyelileşmenin ve de Türkiyelileşmenin resmini bu ortak değerlerin terazisinde tartıyorum, yorumluyorum.
alihidir20@hotmail.com
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.