Türkler’in İslamiyeti nasıl zorla kabul ettiklerini bir kenara koyarsak, Türkistan Türklerinin İslam’ı kitleler halinde kabul etmeye başladığı 10. yüzyıl, Türk dünyası için tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Bu yüzyıldan itibaren Türkler, kendilerine özgü bir İslamiyet anlayışını benimsemişler, günümüz de dahil olmak üzere, Türklerin sosyal yaşayışları da, kurdukları devletler de, ne eski Türklerinkine, ne de Araplarınkilere […]
Türkler’in İslamiyeti nasıl zorla kabul ettiklerini bir kenara koyarsak, Türkistan Türklerinin İslam’ı kitleler halinde kabul etmeye başladığı 10. yüzyıl, Türk dünyası için tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Bu yüzyıldan itibaren Türkler, kendilerine özgü bir İslamiyet anlayışını benimsemişler, günümüz de dahil olmak üzere, Türklerin sosyal yaşayışları da, kurdukları devletler de, ne eski Türklerinkine, ne de Araplarınkilere benzemiştir. İşte bu dönemde ortaya çıkmaya başlayan eski pagan/şaman gelenekleri ile harmanlanmış ve belki de eski gelenekleri korumak adına Alevilik/Kızılbaşlık örtüsünün altına gizlenmek zorunda kalmış Türk boyları/ocakları İran tasavvufunun da etkisi ile kendi felsefi – tasavvufi öğretilerini oluşturmaya ve geliştirmeye başlamıştı. İşte tam olarak bu dönemde, Türklerde yetenekli bir çocuğun Kam ve Şaman geleneğinin bir parçası olarak bir dedenin/babanın/kamın eğitimine verilmesi çerçevesinde Arslan Baba’ya emanet edilen Ahmet Yesevi ve onun okulu, daha sonra bugün devletin aşağı katmanlarında artık gizlenemeyen ve özellikle bu coğrafyanın son beş yüz yılında zaman zaman açığa çıkan bir çatışmayı başlatacak iki öğrenci yetiştirmişti: Hacı Bektaş-i Veli ve Seyyid Muhammed Bahattin. Her ikisi de Türkmen olan bu iki zat, daha sonra Türklerin Rum vilayetlerini, Balkanları fethinde önden giden akıncıların, daha sonra kurumsallaşacak olan Yeniçerilerin ve ordunun ana iskeleti olan Tımarlı Sipahilerin akıl hocaları ve önderleri olmuştur. Bu nedenledir ki coğrafyanın birçok yerinde Bektaşi ve Nakşi tekke ve zaviyelerini görmek mümkündür. Peki, aynı millete sahip olmalarına ve köken itibariyle aynı öğretinden çıkmalarına rağmen nedir bu ayrılığın nedeni?
Bu çatışmanın altında yatan temel iki kavramı anladığımız takdirde yansımalarını da algılamış olabileceğimizi umuyorum. Nakşibendilikte Zahir, Bektaşilikte ise Batın ön plandadır. Zahir görüşe göre, fıkıh ve İslam hukukunun tek kaynağının nasslar, yani Kur’an ve Sünnettir ve bunlar üzerinde yorum anlamına gelen re’yin mümkün değildir. Fakat dünyevi hayat terk edilmeli ve o hayata karışılmamalıdır. Allah ve doğa için, insan için kendinden vazgeçerek bir yaşam kurulmalıdır bu tarikata göre. Gizli, cisim olarak görülmeyen, duyularla algılanamayan, varlığı gizli olan, ancak varlığı da kesin olarak bilinene batın denir. Hayal, duygu, akıl ve düşüncenin de görülmeyip eserleriyle varlıklarının kesin olarak bilinmesi gibi örneklendirilebilir. Başka ve en radikal ifadeyle Batınilik görüşünü bugünkü agnostiklere benzetebiliriz, yani Tanrı/Allah hem vardır hem yoktur, yani Tanrı’nın/Allah’ın varlığı bilinemez. Fakat her iki tarikat arasındaki çatışma buradan doğmamıştır. Nakşilik, bir Kürt Sufisi olan Mevlânâ Halid-i Bağdadî (1779 – 1827), şeriatı Batı emperyalizme karşı tek çare olarak kurgulayıp sistematikleştirdikten sonra Sünniler arasında ve artık Türkler dışında başta Kürtler ve ardından Araplar arasında da hızla yayılmıştır. Zahirilikten ve Şafilik kolundan fazlasıyla beslenen Halid-i Bağdadî’nin bu yeni Nakşi akımı olan Halidiye kolu, artık Şeriat ile yani Kuran’ın yasaları ile dünyevi hayatı birleştirme arayışındadır. İşte bu tarihten itibaren, Halifelik makamını da elinde bulunduran Osmanlı Sarayı en doğru adrestir. 1820 yıllarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda hızla yayılmaya başlayan Nakşibedîliğin Hâlidiye koluna intisâb etmiş olan birçok devlet adamının güçlenmesinden rahatsız olan II. Mahmut, 1828 yılında, önde gelen bir çok Hâlidî dervişi İstanbul’dan uzaklaştırmış, fakat üst kademelerde müntesîbleri bulunan tarikatın etkinliği, Yeniçeri Ocağı’nın yıkılması ve Bektaşi tarikatının yasaklanmasıyla daha da artmıştır. Daha sonra bütün kurum ve kuruluşların başına bu kolun müritleri getirilmiş ve tüm Bektaşi tekkeleri Nakşi tekkelerine dönüştürülmüştür. İşte Bektaşilerin yeraltına inmesi bu dönemde başlamış ve daha sonra Bektaşiler sahneye İttihat ve Terraki’nin birçok üyesi olarak çıkmışlardır. Prof. Dr. Irene Melikoff’un tespitine burada yer vermek gerekir sanırım: “Bektaşiler özgürlükçü (liberal) ve kurallara bağlanmayı sevmeyen insanlardır. Her zaman, din adamı egemenliğinin karşısında ve kendilerini tanrısızlık suçlamasıyla karşı karşıya bırakacak, dinler üstü duruşları olmuştur. Bu dönemler özellikle Türkçülük ön plandadır. Ulusçuluk / Türkçülük ve Alevi-Bektaşiliğin doğuş öğretisinde olan Sünni halifeye karşıtlık Alevi-Bektaşileri Jön / Genç Türk – İttihat ve Terakki ile aynı amaç içerisinde birleştirmiştir.” Nakşibendilerin yer altına inmesi ise bu tespit ışığında kolayca anlaşılabilmektedir. Türkiye’de eskiden yer üstündeyken Mustafa Kemal’in sindirmesi ile birlikte yer altına inmişlerdir. Çatışmaları çok şekillendirmek ve örneklendirmek mümkündür. Fakat kendisi de Gümüşhane Nakşi Tekkesi’nden olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Halid-i Bağdadî’nin yetiştirdiği bir soydan gelen Barzani ailesinin yakınlığı, Kürt Şafi inancından yoğun bir şekilde beslenen Selefilik ve onun gündemdeki ete, kemiğe, kana bürünmüş örgütü IŞİD arasındaki derin bağ buradan kaynaklanmaktadır. Bu süreçteki dönüm noktası ve bugün Recep Tayyip Erdoğan hakkında neden “son halife” denilebildiğini açıklayan tarihsel an ise şurada gizli: “Hilâfetin ilgasına ve Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkartılmasına dair kanunun” (431 sayılı) birinci maddesine göre: “…Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan, makam-ı hilafet mülgadır.”
Yani halifeliği TBMM üstlenmiştir! Dolayısıyla TBMM Başkanı ve/veya ülke Başbakanı doğrudan Halife’dir. Bundan sonrasında iş, Halife’nin gücünü kabul ettirmesindedir. Yeni Osmanlıcılık hayallerinin, IŞİD’in yoğun bir şekilde desteklenmesinin, çıkışı itibariyle halifeliği reddeden Şia’nın, Aleviliğin, Bektaşiliğin kısacası Haricilerin yok edilmesine veya şiddet ve zor ile bastırılmasına bu kesimin ve özelde Başbakan’ın sessiz kalmasının hatta desteklemesinin temel nedeni burada yatmaktadır. Mezopotamya ve Anadolu coğrafyasında Kürt şeyhleri ve Anadolu topraklarındaki aidiyet duygusu yalnızca İslam ve Osmanlı olan kesimlere verilmiş o üç söz dikkat çekicidir:
Bunlar yeraltında devam eden ve uzun bir süredir yer üstünde görülen savaşların temel sebeplerinden ulaşabildiğimiz, görebildiğimiz, algılayabildiğimiz ve yorumlayabildiğimiz kadarıdır. Burada özellikle, Kürt Özgürlük Hareketi’ne (KÖH) büyük iş düşmektedir. İslami tarikatların ağırlıklı olduğu ve büyün bu akımların arasında sol/sosyalist veya en azından özgürlükçü söylemlerle, beraberinde yükselen bir kadın hareketi getirerek var olmaya çalışmak KÖH’ün “Türkiye solunun diğer tüm bileşenlerinden” gelecek her türlü desteğe ne kadar ihtiyaç duyduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.