Soma’ya ilişkin psikolojik değerlendirme ve yorumlar, öfke-yas gibi hem yanlış hem de güya siyasi olmayan bir ikilik üzerinden yürütülüyor
Hükümet ve yandaşları “yas tutarken” sokağa çıkanları acıyı istismar etmekle suçluyor, muhalefetse öfkenin sağaltıcı etkisine, öfkenin yaşanmasına izin verilmesi gerektiğine vurgu yapıyor
Soma’daki işçi katliamından sonra herkes gibi psikologların da ilgisi Soma’ya yöneldi. Katliam ve bundan sonrasında neler yapılması gerektiği ile ilgili olarak psikologlar ve psikolog örgütleri açıklamalar yaptılar ve hatta Soma’da kimi yardım projeleri başlattılar. Psikologların bu ilgisinin yanı sıra, “Soma’nın psikolojisi” ile ilgili olarak medyada profesyonel ya da amatör yorumlara da sık sık rastladık.
Yaşadığımız olayın niteliği, Soma konusunda yapılan, psikolojik olanlar da dâhil olmak üzere, her yorumun siyasi anlamları olduğunu peşinen kabul etmeyi gerektirir. Soma’ya ilişkin psikolojik değerlendirme ve yorumlar, medyada ve toplumda öfke-yas gibi hem yanlış hem de güya siyasi olmayan bir ikilik üzerinden yürütülüyor. Hükümet ve yandaşları “yas tutarken” sokağa çıkanları acıyı istismar etmekle suçluyor, muhalefetse öfkenin sağaltıcı etkisine, öfkenin yaşanmasına izin verilmesi gerektiğine vurgu yapıyor.
Bu yazı böylesine rahatlıkla ve yaygınca kullanılan psikolojik terimlerin politik içeriklerini ve eleştirel/özgürleşmeci bir psikolojiden yana psikologların bu süreçte nasıl konumlanabileceklerini tartışıyor.
Psikoloji içindeki tartışmalara uzak okuyucuya bir giriş olması için, bu metnin yazarlarının yaygın psikoloji eğitiminde sıkça ileri sürüldüğü gibi psikolojiyi bir doğa bilimi olarak görmediğini belirtelim. Psikoloji dış dünyada bizden bağımsız olarak bulunan gerçekliği parça parça çözen ve böylece bir yap-bozun parçalarını tamamlamaya çalışan bir bilim dalı değildir. Diğer sosyal bilimler gibi psikoloji de çalışma nesnesini verili bulmaz. Onu belirli bir biçimde inşa etmek zorundadır. Bu inşa süreci, rastgele değil, bilim tarihi ve bilim sosyolojisi çerçevesinde kavranabilecek toplum ve insana dair ön kabullerin edinilmesi, tek tek bilim insanları farkında olsun ya da olmasın bu ön kabullerin üzerine temellenen kavram ve teorilerin üretilmesiyle gerçekleşir. Buradan hareketle, günümüzde psikolojide kullanılan kavram ve teorilerin belirli bir insan doğası ve ideal toplum tasarımından hareket ettiğini söyleyebiliriz. Hâlihazırda psikolojide hegemonik olan insan tasarımı, toplumla bağlantısı teorik düzeyde kurulamamış, kendinden menkul bir birey anlayışına dayanır. Bu insan tasarımı dolayısıyla psikolojik süreçler birey içi süreçlere indirgenerek anlaşılır ve bu süreçlerin tarihsel, toplumsal ve politik olanla ilişkisi kurulamaz ya da zaten verili anlayış gereği bu ilişkiler psikolojinin bireyine içkin değildir, sonradan dışsal olarak kurulması gerekir. “Dışarıdaki” yaşama “içerideki” psikolojik süreçlerle tepki veren bu birey tasarımı sayesinde, insanlar tarihsel olarak kâh toplumsal güçlerin kurbanı olarak görülür ve öznelikleri yadsınır, kâh toplumsal olanın sınırlarının üzerinde seçimler yapabilen, irade timsaline dönüşürler ve ne idüğü belli olmayan bir özgürlük yanılsamasıyla yaşamaya ikna edilmek istenirler. İster kurban, ister şişirilmiş öznelik olsun her durumda tarihsel olarak aldığımız özne konumlarının toplumsal ve politik olana nasıl içkin olduğu ve her halükarda statükoyu sürdürecek bireysel ideolojilerin buradan nasıl türetildiği tartışma dışı bırakılır. Daha önemlisi nesnel bilim yapmak adına, bu bireyi üretme sürecinin bizatihi bu statükonun bir parçası olduğu gerçeği ıskalanır. Birey ve toplum arasındaki diyalektiğin bu şekilde kopartılması, toplumsal ve politik olanı psikolojikleştirir ve tartışmayı toplumsal düzlemden bireysel düzleme çeker. Üretim kaynağının batı, beyaz, erkek ve burjuva olduğu bu birey modellerinin, evrensel olduğu zannıyla sınıf çelişkilerinin ve bilumum ezilmelerin üzerini nasıl örtmüş olduğu da konuşulmaz.
Eleştirel/özgürleşmeci psikoloji yaklaşımlarının ilk adımı ise bu süreci tersinden işletmek, psikolojinin toplumsal ve politik içeriği görünmez hale getirilmiş olan kavramlarının bu içeriklerini ortaya koymak ve toplumsal süreçleri kendi dinamikleri içinde, onları psikolojikleştirmeden açıklamaya çalışmaktır. Çünkü toplumsal süreçlerin psikolojikleştirilmesi bizim bu süreçleri doğru anlamamızı ve doğru toplumsal ve politik müdahaleler yapmamızı engeller. Bunun yerine bizi bireyi toplumdan soyutlayarak ele almaya yönlendirir. Psikolojik sorunların çözümü için bireyi toplumu değil önce kendini “düzeltmesi” gerektiğine ikna etmeye çalışır ve her bireyin ister istemez içinde yaşadığı toplum içinde aktif ya da pasif olarak politik bir özne olduğu gerçeğini göz ardı eder.
Psikolojinin bilgi üretme süreçlerine ilişkin bu temel noktalar göz önünde tutulmadan yaygın bir şekilde kullanılan psikolojik kavramları kendi toplumsal bağlamlarına yerleştirmek mümkün değildir. Sonuçta travma, yas ya da öfke gibi son günlerde sıkça duyduğumuz kavramların da siyasi anlamları vardır. Dolayısıyla bu kavramları kullanıp, bu kavramlar çerçevesinde insanlara “yardım etmeye” çalışmak yerine öncelikle bu kavramların bu siyasi anlamlarını çözümlemek ilk adım olarak görünüyor. Çünkü toplumsal gerçekliğe uymayan kavramlarla insanlara yardım etmek ve kendi “uzman” konumunuz sayesinde onları böylesi bir toplumsal gerçeklik tasarımına ikna etmek istediğinizde onlara aslında kendi çıkarlarını görmelerini zorlaştıracak bir ideoloji sunmuş olursunuz. Böylece insanların eylem olanaklarını genişletmek yerine daraltır, onları sistemin devamını tehdit etmeyecek bireysel çıkış yolları arayışında kaybolup gitmeye ikna etmiş olursunuz. Böylece hem “yardım etme” çabası tersine dönerek insanlara istemeden zarar vermenize yol açar, hem de aslında yüklenmek istemediğiniz bir işlevi, mevcut sömürü ve iktidar ilişkileri içinde zarar görmeden kapitalist toplumun devamına yardım etme işlevini yerine getirmiş olursunuz.
Travma
Psikologların çoğunun Soma’daki katliama yaklaşımı esas olarak travma kavramı üzerinden şekilleniyor. Yaşanan travmanın etkilerinin azaltılması ile katliamdan kurtulanlar, onların yakınları ve kurtarma çalışmalarında yer alanlara yönelik yeni ve ikincil travmaların yaşanmasının engellenmesi mevcut psikolojik çalışmanın ana eksenini oluşturuyor. Ayrıca psikologlar, toplumun ve medyanın muhtemel psikolojik sonuçlar hakkında bilgilendirilmesi, çocukların süreci en az etkiyle atlatması için nelere dikkat edilmesi gerektiğine dair açıklamaların yapılması gibi eğitsel bir faaliyet de yürütüyorlar.
Soma katliamı gibi olaylarda “travma” yaklaşımı, olguya ilişkin psikolojik bakışı o kadar egemenliği altına alıyor ki, travma çerçevesi içinde bazı bakış farklılıkları ortaya çıkabilse ve bunlar tartışılabilse bile, bu bakışın dışına çıkmak ve böylelikle bu tür durumlarda, travma söylemi dışında bir dil kurup sürece buradan müdahale etmek neredeyse imkânsız hale geliyor. Somaya psikolojik yardım için giden ya da bundan sonra gidecek psikologların kişisel iyi niyetlerinden bağımsız olarak, “travma” yaklaşımının, Soma’daki katliamı anlamak için nasıl bir çerçeve oluşturduğunu irdelemek ve bu yaklaşımın (niyetlenilmeyen) siyasi sonuçlarını ortaya sermek bu yüzden çok öncelikli bir hal aldı. Peki, Soma katliamı söz konusu olduğunda travma yaklaşımı bize nasıl bir anlama çerçevesi kuruyor ve daha önemlisi böyle bir çerçeveyi kurmak neye mal oluyor?
Aslen tıbbi bir terim olan travma, sadece terim düzeyinde değil, ilgili toplumsal olgunun kendisini tıbbi bir kategori haline getirerek ve böylece anlayış düzeyinde de bir tıbbileştirme yaparak toplumsal ve politik olana müdahale ediyor. Yakın zamanlarda neyin travma olduğu tartışmaya açılsa da, genel olarak mesleğin profesyonelleri hangi bireysel/toplumsal durum veya olayların travma olarak nitelenebileceğine dair oldukça net bir kategorileştirme yapabiliyorlar. Bu, travmatik durumlarda gereken yardımı tanımlamak, gerekli araçları oluşturmak için profesyonel aklın kendi mantığı içinde kaçınılmaz bir başlangıç noktası. Ancak, gene tek tek uzmanların niyetlerinden bağımsız olarak, daha bu ilk adımda tıp açısından potansiyel “hasta” ve kapitalizm açısından potansiyel “müşteri” kitlesinin profili belirlenmiş oluyor. Psikiyatrinin tanı kategorilerinden biri olarak travma, hatırı sayılır bir ölçekte kendi endüstrisini de yaratmış oluyor. Bir kez neyin travma olduğuna karar veren profesyoneller, travma olarak etiketledikleri olayın “mağdurlarında” “semptom” aramaya başlıyor. Ve aramaya başlayınca da“semptom” bulunabiliyor. Hatta semptom üretmeyen mağdur, bu kez de inkâr eden mağdur oluyor ve gene psikiyatri ve psikolojinin tanı kategorisinden kaçamıyor. Kısaca psikologlar, kendilerinin travmatik olarak tanımladıkları bir sürece verilen tepkilerin hepsini travmaya verilmiş tepkiler olarak yorumluyorlar. Böylece, bizatihi bu profesyonel sürecin “kendini doğrulayan kehanet” olarak işlemesi gayet mümkün hale geliyor.
Bunun bir adım sonrasında, bir kez “travma” denilen profesyonel kodlarla düşünmeye başlayınca, Soma’da olduğu gibi, insanların katliama verdiği tepkiler “semptomlar” biçiminde soyutlanıyor ve eldeki tıbbi model gereğince bu “semptomların” tedavisine odaklanılıyor. Ama belki daha önemli mesele, bu tıbbi modelin neyi yaptığı değil, yaptıklarıyla neleri görünmez kıldığı. Kişinin ya da kişilerin yaşadığı olaylara verdikleri tepkiler “semptom” olarak soyutlanınca, bu tepkilerin kişi veya grupların toplumla kurdukları özgün ilişkilerin birer tezahürü olduğu, sadece ve sadece bu özgül sosyal bağlam içinde anlama imkânı berhava ediliyor. Kişisel/kolektif varoluşun bütünselliğini es geçip, onu/onları semptomlara indirgeme gibi psikolojik analiz ve müdahale açısından vahim olan bu yaklaşımın ideolojik/politik sonucu da aynı derecede vahimdir. Eğer profesyonel olarak siz “travma” olarak adlandırdığınız her durumda, semptomlara ve semptomların tedavisine odaklanırsanız, travma olarak nitelediğiniz tüm olayları ve bunlara verilen tüm tepkileri de eşitlemiş olursunuz. Böylece bireylerin ya da kolektivitelerin devlet şiddetine, Soma’da olduğu gibi kapitalizmin kâr eğilimine ya da doğal bir afete verdikleri tepkiler arasında da bir ayrım kalmamış oluyor. İnsan, olumsuz yaşantıya hep aynı türde pasif tepkiler veren bir organizmaya indirgenmiş oluyor. Böylece insanın yaşantılarını aktif bir şekilde anlamlandırdığı, onlarla kendi toplumsal varoluşu (sınıfsal, etnik, dinsel, kültürel, cinsel vs. konumu) çerçevesinde aktif bir şekilde ilişki kurarak eylemde bulunduğu yadsınmış oluyor.
Bu anlamlandırma süreçleri ve eylem olanakları toplumsal ilişkiler içinde, onların sonucu olarak ortaya çıkarlar ve yine toplumsal ilişkilerin değiştirilmesinin nüvelerini de içlerinde barındırırlar. Bu yüzden insanların yaşadıkları “semptomlara” odaklanmak yerine, insanların yaşadıklarını nasıl anlamlandırdıklarını, bu anlamlandırma sürecinin hangi temellendirmeler üzerinde şekillendiğini ve ne tür alternatif eylem olanaklarına sahip olduklarını anlamak, yani “semptomları” yaşayan insanlara kendi toplumsal bütünlükleri içinde odaklanmak gerekiyor. Katliamı nasıl anlamlandırdığımız, onu kaza veya kader olarak mı, bir ihmalin sonucu olarak mı, mevcut üretim ilişkilerinin kaçınılmazlığı olarak mı ya da başka bir şekilde görmemiz, bizim hangi eylem olanaklarını kullanacağımızı belirler. Bu eylemlerin hangilerinin bizim nesnel çıkarlarımıza denk düştüğü, bizi içinde bulunduğumuz bağımlılık ilişkilerinden ve onları haklılaştıran, ya da önemsizleştiren ideolojilerden kurtarmaya hangilerinin daha uygun olduğunun çözümlenmesi özgürleştirici bir psikoloji yaklaşımı için ilk adımı teşkil ediyor. Travma yaklaşımı ise öznenin yaşadığı acıyla kurduğu ilişkiyi “semptomlara” indirgiyor ve aslında toplumsal olanı bireysel alana hapsetmiş oluyor. Bu yaklaşımın politik imaları toplumsal yapının değiştirilemez olduğu ve değişimin ancak bireylerin bu toplumsal yapıyı algılayış biçimlerinde gerçekleşebileceğine dair “topluma uyum sağlama” ideolojisiyle ilişki içinde düşünülmeli. Oysa insanlar yaşadıkları acıyı azaltmak ve benzer acılar yaşamamak için, kendilerinin bu toplumsal ilişkilere hangi maddi ve ideolojik bağlarla bağımlı olduklarını saptayabilirler, bu toplumsal ilişkileri değiştirmek için mücadeleye girişebilirler ve kazandıkları bu politik özne pozisyonu onların bireysel düzlemde yaşadıkları zorlanmalar ve sıkıntılar üzerinde de etkili olabilir.
Yas ve Öfke
Diğer yandan medyada yas ve öfke kavramları üzerinden bir tartışmaya tanık oluyoruz. Hükümet “ulusal yas” ilan ediyor. Peki, bu “ulusal yas” ne anlama geliyor? Eğer psikolojik olarak yas kayıpla ilgili bir terimse sormamız gereken şey “ulusun” neyi kaybetmiş olduğu. Madende ölenlerin yakınlarının kaybı oldukça nesnel olarak görülebilirken, facebook profiline “yas tutuyoruz” yazmaktan başka madencilerle ilişkisi olmayan insanların neyi kaybettikleri tartışılmayı gerektiriyor. Eğer gerçekten herkesin yas tutmasına yol açan nesnel bir kayıp varsa, bu kayıp toplumsal sınıfların ve çelişkilerin üzerinde herkeste eşit olan bir kayıp mıdır? Yoksa muhafazakârların bazı duyguların “milletçe” yaşanmasını bu kadar çok istemelerinin siyasi bir anlamı mı var? Çünkü ölene üzülmekte ortaklaşılan zemin bir anda işçiyi de, küçük burjuvayı da, siyasetçiyi ve patronu da bütünleştiriyor. Soma’daki işçilerin ölümü karşısında her gün ölüm riskiyle çalışan tersane ya da inşaat işçisinin duyguları ile Kayseri’deki lokanta sahibinin, İstanbul’daki ulusalcı öğrencinin ya da Ankara’daki muhafazakâr siyasetçinin duyguları arasında bir fark kalmıyor. “Ulusal yas” söylemi böylece toplumsal çelişkileri görünmez kılmaya ve sınıf savaşımında ısrar edenlerin meşruiyetini tartışılır hale getirmeye yarıyor. Sonuçta “yas” tutabilen bir toplum psikolojik bir bütün, bir organizmadır ve bu bütünlüğün bozulmasını sağlayacak eylemlerde bulunanlar da bu organizmanın yaşamasına karşı çıkan, dolayısıyla organizmanın dışına atılması gereken unsurlardır. Toplumun toplum olarak bir ruh hali sergileyebileceğini söyleyen bu organizmacı teori kolaylıkla anlaşılacağı üzere bir yandan da otoriter yönetimleri de meşrulaştırır.
Tabii ki toplumun her kesiminden insanın madencilerin ölümüne üzülmüş oldukları bir gerçek. Burada sorun bu üzülme halinin üzülen kişilerin nesnel toplumsal varlıklarından kopartılmış, soyut bir kavrama dönüştürülmesi. Oysa duyguları ve diğer psikolojik durumları, onları yaşayan kişilerden ve onların toplumsal ilişkilerinden bağımsız düşünemeyiz. Öyleyse herkeste ortak olan tek bir “yas” duygusundan değil, aynı katliama yönelik benzerlikleri olsa da, birbirinden farklı tepkiler veren insanlardan bahsediyoruz. Bu insanlar arasında iktidar ve üretim ilişkilerinin çelişkileri aynı şeye üzülürlerken de ortadan kalkmıyor. Üstelik toplumsal çelişkiler sadece iktidar ve muhalefet arasında da değil. Muhalefet çelişkili bir blok ve toplumsal yaşamı anlamak için bu çelişkilerin çözümlenmesi, toplumsal yaşamın köklü bir şekilde değişmesi için de bu çelişkilerin çözülmesi gerekiyor. İster “ulusal” ister “toplumsal” yas adını verelim, bu çelişkilerin üzerini örten soyutlamalardan kaçınmak gerek.
Benzer bir soyutlama yas ve öfkenin karşı karşıya getirilişinde de yapılıyor. Soma katliamı haber bültenlerine ulaştığı andan itibaren hükümet ve karşıtları arasında yas ve öfke üzerine kurulan siyasi bir hesaplaşma yaşandı. İktidar, protestoları “ölüler üzerinden siyaset yapmak” ve “ölü sevicilik” suçlamasıyla itibarsızlaştırmaya çalıştı. Oysa yas ve öfkenin birbirini dışlaması gerekmediği apaçık ortada olmasına rağmen iktidarın bu itibarsızlaştırma stratejisine karşı etkili argüman üretilemedi.
Hükümet yası, kayıplara saygı duymanın bir gereği olarak susulması gereken, acıyı sessiz bir tevekkülle paylaşmamız gereken bir süreç olarak okudu ve tam da buna yönelik bir algı yönetimi gerçekleştirdi. Bu algı yönetimi “ölüm bu işin fıtratında var”la başlayıp, pratikte tüm camilerde hutbe okutmayla ve Somaya sağlık biriminden çok daha fazla din adamı gönderilmesiyle devam etti. Yasa ilişkin kültürel geleneklerin de, bu ölümlerin “sıradan” ölümler olmadığı gerçeğini atlayarak, bu söyleme sessiz payanda olduğunu söylemek mümkün. Ancak bu otoriter-muhafazakâr algı çerçevesi kurulunca, protestocuları şeytanlaştırmak mümkün hale geldi. Oysa en kaba psikolojik bilgi bile, ecelle gelen ölümde dâhi öfkenin yas sürecinin doğal bir parçası olduğunu söyler. Ama öfkenin çok meşru bir biçimde yas sürecine içkin duygu olarak okunması, iktidarın argümanını baş aşağı çevirirken, bir ve aynı zamanda, kaybın niteliğine bakmaksızın yası standart bir süreç olarak okumamıza yol açar ve Somalıların öfkesinin ayırt ediciliğini ortadan kaldırır. Bu ise Somadaki öfkenin politik potansiyellerinin bir çırpıda gözden çıkarılması anlamına gelir. Öyleyse, yası ve öfkeyi soyut psikolojik yaşantı kategorileri olarak kavramaktan, yani psikolojikleştirmekten uzak durarak, Somadaki yası ve öfkeyi, verili özgül sosyal ve politik bağlamın bütünselliği içinde analiz etmenin yolunu bulmalıyız.
Böyle bir analize belki de Soma’da görülür hale gelen öfkenin, katliamdan sonra ortaya çıktığı fikrine şüpheyle bakarak başlayabiliriz. Madencilerin ifadelerine göre, işçilerin çoğu çalışma koşullarının can güvenliğini hiçe saydığının en başından beri pekâlâ farkındaymışlar. Düşük ücrete, kötü ve sağlığa aykırı koşullarda, güvencesiz ve can güvenliği riski altında çalışmanın, sürekli köşeye sıkışmışlık duygusuyla yaşamanın hiçbir öfkeye yol açmadığını, ancak bu koşulların sonucu olarak ölümler olduğunda öfkenin birden bire ortaya çıktığını düşünmek için bir nedenimiz yok. Ancak öfkenin katliama kadar sistem tarafından soğurulduğunu varsayabiliriz. Katliamla birlikte görünür hale gelen öfkenin farkı,yas yaşantısına yol açtığı düşünülen öznenin yani hükümetin ve kimi sendika yöneticileriyle bürokratların bu öfkenin hedefi haline gelmesidir. Halk öfkesini bu defa siyasi iktidara, patronlara ve sendika yöneticilerine yöneltiyor. Bu öfkeyi hayatı sürekli olarak başkaları tarafından belirlenen, başkalarının kâr hırslarının önemsiz birer nesnesi, üretim sürecinin değiştirilebilir bir parçası olarak yaşayan insanların ölümlere yol açtığına inandıkları öznenin karşısına politik bir özne olarak çıkmasının ifadesi olarak görmek mümkün. İşçiler bu defa öfkeleriyle birlikte hem katliamın, hem de yıllardır içinde yaşadıkları koşulların sorumlusu olarak gördükleri siyasilerden, sendika yöneticilerine kadar bir dizi sorumlunun karşısına çıktılar. Baskı ve korkutma çabalarına rağmen, yaşam ve çalışma koşulları ile ilgili olarak bu defa sözü siyasilere ya da sendika bürokratlarına devretmeyip, kendi adlarına kendileri konuşmaya başladılar. Böylece kendilerini içinde bulundukları durumdan kurtarmak adına içinde yaşadıkları toplumsal ilişkiler bütününe doğrudan müdahale ederek bir siyasi özne olarak gündeme oturdular. İşçilerin bir kısmının sendikalarından ayrılarak DİSK’e geçmeleri, baskı ve korku politikalarının etkisinin ancak geçici olduğuna, ama mevcut sistemin devamı için işçilerin rızasını sağlayan meşruiyet temellerinin yerinden oynadığına dair önemli bir ipucu.
Sorumlular
Aktif siyasi bir özneye dönüşen işçiler sınıf savaşımındaki deneyimsizlikleriyle karşılarında soyut bir “sistem” değil eşit düzeyde kapışabilecekleri somut özneler arıyorlar. Bu noktada da hükümetin sözcülüğünde neoliberal sistem bu talebi karşılayabilecek durumda. Bir iki şirket yöneticisi, birkaç bürokrat ve hatta gerekirse iki tane bakanı feda etmek, yani işçilere ve ölen işçilerin yakınlarına yaşadıkları şeyler için sorumlu bulmak hükümetin ve onun arkasındaki sermaye çevrelerinin gerektiğinde yapabilecekleri bir şey. Bu durumda “sorumlular hesap versin” talebi, eğer retorik bir talep değilse, katliamdan bir bütün olarak neoliberal sistemin değil de, o sistem içindeki birkaç unsurun sorumlu olduğunu kabul etmek ve düzenin yeniden tesisini, yani işçilerin yatıştırılmasını da talep etmek anlamına geliyor. Tabii ki sorumluların hesap vermesi talebi hükümetin meseleyi nasıl hasıraltı etmeye çalıştığını açıkça ortaya koyduğu için politik bir işleve sahip. Hükümetin hiçbir kurban vermek istemeyen otoriter tavrına karşı bu talep bir yandan hükümeti adım atmaya zorluyorsa da, bir yandan da oldukça liberal bir zemin üzerinde, “sorunu sistem içi çözelim” çağrısı da yapıyor. Sorumlunun şu ya da bu kişi değil, bir bütün olarak kapitalist sistem olduğunu, Batı Avrupa ülkelerinde bu tür kazalar daha az görülüyorsa, bunun nedeninin kapitalizmin gelişmişlik düzeyi ile değil, işçilerin örgütlenme düzeyi ve mücadele potansiyeli ile ilişkili olduğunu da bu talebin yanına mutlaka eklemek gerekiyor. Zaten devrimci siyaset bunu yapıyor. Ancak psikologların zaman zaman dillendirdikleri “sorumlular cezalandırılmazsa yaralar sarılmayacak” yolundaki tespitinde işin bu kısmı atlanıyor ve sorunun çözümü olarak “sorumluların” cezalandırıldığı, yaraların sarıldığı, ama üretim ve iktidar ilişkilerinin kaldığı yerden devam ettikleri daha az vahşi bir kapitalizm gösteriliyor. Kimi psikologların açıklamalarında Soma’da “adalet duygusunun” zedelendiğine vurgu yapmasını da bu liberal paradigma çerçevesinde görmek gerek. Ana akım psikolojinin üzerinde durduğu liberal zeminin bundan ötesine izin vermemesinden dolayı, aslında siyasal olarak kendini liberalizmin çok daha solunda tanımlayan birçok psikolog, böylece işçilerin ve işçi ailelerinin acılarının azaltılması için mücadele verirken, onların yeniden, içinde yaşadıkları kapitalist düzenin “adaletli” olabileceği illüzyonuna kapılmalarını talep etmiş oluyor.
Eleştirel Psikoloji
Eleştirel/özgürlükçü bir psikoloji pratiği tam da bu noktada işçilerin aktif bir siyasi özneye dönüşmelerini çalışmasının merkezine koymalı. Öncelikle işçilerin ve işçi yakınlarının öfkesinin yeri geldiğinde iktidarı olağanüstü hal tedbirleri almaya yönlendirdiğini, bu öfkenin sistemin köşe başlarını tutmuş herkesi korkuya düşürdüğünü unutmamak gerek. Madencinin sadece kayıplarına ağlamaktan ve travmatize olmaktan başka kaderi olmayan edilgin bir varlık değil, aynı zamanda hem kendi hem de bütün bir toplumsal yaşamı köklü bir şekilde değiştirebilme potansiyeli taşıyan bir özne olduğunu kabul ve ifade etmek gerekiyor. Ayrıca işçilerin aktif siyasi öznelere dönüşmesi süreci ilk defa yaşanmıyor. Son yıllarda giderek artan fabrika işgalleri ve Tekel direnişi gibi direnişler, (eğer bu özneleşme sürecini soyutlanmış bireysel düzlemde ele almazlarsa), psikologlara özgürleşme süreçleri ile ilgili bir dizi deneyim sunuyor. Bu deneyimleri çözümlemek, bu deneyimlerden hareketle kimi çıkarımlara varmak ve bu çıkarımları politik mücadelelerinde işçilerin hizmetine sunmak gerekiyor.
Bu işin teorik çalışmayla ilgili kısmı. Peki ama katliam bölgesine giden psikolog ne yapacak? Acı yaşayan insana destek olmayacak mı? Bu sorunun cevabı destek olmaktan ne anladığımıza bağlı. Aslında öngörülenin aksine henüz madenden ölüler çıkartılırken psikologların ölenlerin yakınlarına büyük yardımlarda bulunabilmeleri çok mümkün değil. Bu yardımın niteliği ancak kimi durumlarda ölüm haberlerinin çocuklara verilmesinde yardımcı olmak, çocukların mümkün mertebe ölülerden uzak tutulmasını sağlamaya çalışmak ya da çocukları farklı projelerle meşgul etmek ve kaygılarını azaltmaya çalışmanın pek de ötesine geçemiyor. Psikologların geride kalanlara yardımı aslında bu ilk sürecin sonrasında mümkün olabilir. Ancak bu yardımın gerçekleşmesi psikolojinin yukarıda bahsettiğimiz kavramsallaştırmalarının ötesine geçebilmeleriyle mümkün.
Psikologların öncelikle insanların hissettikleri, yaşadıkları, düşündükleri şeylerin neler olduğunu onlardan daha iyi bildiğini iddia eden “uzman” tavrından uzak durmaları gerekiyor. İnsanların kendi yaşadıkları ve hissettikleri ile ilgili kendi açıklamaları ve kendi temellendirmeleri var. Öncelikle bu açıklamaları, bu temellendirmeleri öğrenmek, anlamak ve insanların yaşantısını bizim onların yaşıyor olmaları gerektiğine inandığımız semptomları arayarak değil, kendi bütünlüğü ve gerçekliği içinde anlamaya çalışmak gerekiyor. Bunu yaparken de “acıları dindiren” uyuşturucu işlevini üstlenmemek gerek. Başkalarının yaşantısının uzmanı ve “anormal” bir hali, yani “semptomları” tedavi eden steril bir profesyonel olarak değil, kendi birikimi ve deneyimleri olan ve bu deneyimleri başkalarıyla paylaşmaya ve o başkalarının deneyimlerinden kendisi ile ilgili sonuç çıkartmaya hazır “eşitler” olarak insanlarla ilişki kurmak özgürlükçü bir pratiğin ilk adımı. Yaygın psikolojinin toplumsal sorunlardaki elitist konumlanışını bu şekilde reddettiğinizde pratik uygulamada da yaratıcı olmak, geleneksel psikolojinin steril terapi odasının dışına çıkabilmek gerekiyor.
Bu steril profesyonel pozisyonunun reddi, işçilerin mücadelesinde taraf olmayı ve bu taraflılığı ifade etmeyi de içinde barındırır. Çünkü psikologlar da herkes gibi yaşadıkları toplumda politik birer öznedirler ve bu özneliği kabul ederek aktif bir şekilde toplumsal hayata müdahalede bulunmaları kendi yaşam koşullarını değiştirmeleri ile ilgilidir. Kendilerinin toplumsal üretim ve iktidar ilişkilerinin neresinde durduklarını tartıştıklarında, psikologlar ister istemez kullandıkları teori ve kavramsallaştırmaların mevcut ilişkileri nasıl yeniden ürettiği sorusuyla yüzleşmek durumunda kalacaklardır. Günümüz toplumuna ve toplumsal mücadelelere açıklık getirme, sahip olan ve mevcut iktidar ilişkilerini psikolojikleştirerek üstünü örtmek yerine onları ifşa etme yeteneğine sahip kavramsallaştırmalar ancak bu adımdan sonra geliştirilebilir. Ama bunun için psikologların eleştirel psikolojinin çağrılarına kulak verip, meseleye psikolojinin toplumsal eleştirisi ile başlamaları gerekiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.