İgmar Bergman’ın başyapıt sayılabilecek Yaban Çilekleri adlı filmi vardır. Orada başkarakter Profesör Borg rüyasında kendisiyle hesaplaştığı bir mahkeme salonu görür. Borg, bu mahkemede kendisiyle hesaplaşırken kusurları da ortaya çıkar: Duygusuzluk, bencillik, acımasızlık… Modern çağın kuşkusuz en büyük eksiği olan ‘insan olmada yetersizlik’ durumlarıdır aslında bunlar. Bu hesaplaşmanın sonunda ise Prof. Borg’un cezası ağır olacaktır: Yalnızlık. […]
İgmar Bergman’ın başyapıt sayılabilecek Yaban Çilekleri adlı filmi vardır. Orada başkarakter Profesör Borg rüyasında kendisiyle hesaplaştığı bir mahkeme salonu görür. Borg, bu mahkemede kendisiyle hesaplaşırken kusurları da ortaya çıkar: Duygusuzluk, bencillik, acımasızlık… Modern çağın kuşkusuz en büyük eksiği olan ‘insan olmada yetersizlik’ durumlarıdır aslında bunlar. Bu hesaplaşmanın sonunda ise Prof. Borg’un cezası ağır olacaktır: Yalnızlık. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü alan Kış Uykusu filmi tam da bu eksik yanlarımızı çağrıştırıyor belleklerimizde. Hikaye ise eski bir tiyatro oyuncusu ve oldukça varlıklı olan Aydın, onun genç eşi ve ablası etrafında örülüyor.
Modernizm çıkmazında insan
‘Aydın’ karakteri, “diğerleri” hakkındaki görüşlerini kurgularken, aydınlanmacı bakış açısını temel alan; modernist onca yazar, çizer ya da politik aktivistin bir yansıması…
Bilindiği gibi, modernist düşünce, öncelikle akıl yoluyla, bireyin dinsel unsurların baskısından kurtularak özgürleşmesi idealiyle yola çıktı. Zamanla farklı özellikler kazanan bu düşünce biçimi, aynı zamanda aydınlanma fikrine dayalı olarak gelişen bir projeydi. Bu projeyi uygulamak için, ‘bilgi’ sayesinde oluşabilecek genel geçer, evrensel kuralların var olması gerektiği/var olduğu ve bilgi sahibi olan kişilerin topluma öncülük etmesinin kaçınılmazlığı vurgulanıyordu. Ve “aydınlanma düşünürleri toplumsal mühendislik, rasyonel planlama, rasyonel toplumsal düzenleme ve kontrol sistemlerinin kurumsallaşması aracılığıyla gelecek üzerinde bir denetim kurmayı hedefliyorlardı”.[1] Ayrıca “ aydınlanma düşünürleri insan deneyim ve pratiğinin serbest akışını rasyonelleştirilmiş biçimlenmelerle sınırlama riskini alıyorlardı.”[2] Sonuçta, modern toplumda akıl bir tür araca dönüşürken, öncü elitlerin toplumu ‘ilerletmesi’ fikri, toplumun/bireyin özgürleşmesi fikrinin yerini aldı. Akıl da bir tek tip insan modeli yaratma çabasına girişti. Bu çaba, geleneksel değerlerin yeterince ‘ileride’ olmadığı için törpülenmesi gerektiği sonucunu yarattı ve toplumdaki kültürel çeşitlilik ve zenginliğin gereksiz olarak görülmesine neden olmaya başladı. Çünkü modernleşme projesiyle çağdaş insanın ve çağdaş toplumun profili çizilirken, belirli kalıplar ölçüt alınmakta ve bu, günlük yaşam pratiğine, toplumların farklılıkları göz ardı edilerek, uygulanmaya çalışılmaktaydı.[3]
Filmdeki Aydın karakterinin modern dünyanın kalıpları içerisine sıkışmış ve aynı zamanda inandığı genel geçer doğruların uygulayıcısı olarak tasvir edildiğini söyleyebiliriz.
Eski bir tiyatro oyuncusu olan Aydın, halkına yabancı olmasına rağmen, toplumun geleneksel kültürel yapısı hakkında ahkam kesen ve bu yapıyı kuşbakışı eleştiren bir aydın, sanatçı olarak karşımıza çıkıyor. Shakespeare metinlerini ezbere bilen, yıllarca tiyatro sahnesinde bu metinlerdeki karakterleri canlandıran Aydın, ablası Necla’nın gerçek hayatı sorgulamaya yönelik sorularına ise alaycı yaklaşarak, geçiştirmekle yetiniyor. Diğer yandan, hayata ve insana yönelik sığ yaklaşımına rağmen, yine de yazarak sanat üretmeye çabalıyor. Bu, daha çok, onun kendini var etme ve eşi Nihal’in ilgisini çekebilme çabasına dönüşüyor. Dolayısıyla, karakterin yaşamının merkezinde yer alan sanat uğraşısı ve diğer birçok pratiği sadece bir kişisel tatmin için gerçekleştirilen eylemler olarak ortaya çıkıyor. Böylece, Aydın karakteri bize tanıdık bir soruyu da sorduruyor: Sanat neden yapılır ki? Yönetmenin bu soruya yanıtı Aydın’ın yaklaşımından farklı gibi görünüyor: ‘insan denilen muammayıve onun bağlı olduğu daha da büyük muammayı anlamlandırmaya çalışmak’ için.
Sınıfsal çelişkiler
Hiç kuşkusuz, modern devlet olarak tanımladığımız devlet tipi kapitalizm olarak adlandıracağımız büyük dönüşümün ürünlerinden biridir. Kapitalizm ise yaklaşık 300 yıl önce Batı Avrupa’da kendini göstermeye başlayan yeni toplumsal ve ekonomik düzen, olarak tanımlanabilir. Kapitalist düzende sınıflı toplum yapısı gelişmiş ve ezenin ezilen üzerinde hegemonyası birçok açıdan genişlemiştir. Kış Uykusu’nda da yönetmen bu sınıfsal çelişkileri senaryoya oldukça belirgin şekilde yansıtmış görünüyor.
Filmde Aydın, eşi Nihal ve ablası Necla üst sınıftan bir aileyi, Hidayet ile imam ve ailesi ise alt sınıfları temsil ediyor. Üst sınıfları temsil eden karakterlerle, alt sınıfları temsil eden karakterlerin sorunları haliyle birinden farklı… Üst sınıfları temsil eden karakterlerin dertleri, toplumsal statüdeki konumlarından ötürü de, çoğunlukla, hayata anlam katma çabası etrafında şekilleniyor. Alt sınıfları temsil eden karakterlerin temel derdi ise geçim sıkıntısı. Bu, aynı zamanda, kirayı ödeyemediği için ev sahibi Aydın karşısında eğilip bükülen imam karakteri ve bulunduğu konumu kaybetmemek için acımasızlık konusunda Aydın’ı aratacak kadar kendi sınıfından uzak bir duruş sergileyen Hidayet’in ortak derdi. Bu arada, güce boyun eğmeyi reddeden; hatta başkaldıran karakterlerle de tanıştırıyor bizi yönetmen. Ve bu karakterler üzerinden vicdan, onur, ahlak gibi kavramları da, zaman zaman romantik sahnelerle, bizlere sorgulatıyor.
İki kadın: Nihal ve Sevda
“Erkek, kadın kadar cesursa korkaktır, kadın aklı başında bir adamdan daha çok konuşuyorsa gevezedir. Evin içinde erkek ve kadının görevleri birbirinden faklıdır. Erkek kazanmak, kadın korumak zorundadır…”[4]
Aristo, Politika’da bu lafları edeli yüzyıllar oldu. Ancak filmdeki Nihal ve Sevda karakterleri, bu lafların sadece geçmişin birer dokümanı değil, bugünün gerçeği olduğunun kanıtı gibi.
Kadının toplumsal yapının içine tüm öznelliklerini yitirerek sıkışıp kalmış halini, öncelikle, Aydın’ın eşi Nihal üzerinden gözlemliyoruz. Kocası tarafından sürekli yapılan “özgürsün” vurgusuna rağmen, çekip gidemediği için aşağılayan bakışlara katlanmak zorunda kalan bir kadın Nihal. Ve aynı zamanda, hegemonyanın tek koşulunun zor kullanmak olmadığının; dolayısıyla aslında özgür olmadığının da farkında… Diğer yandan, kiracılarının karısı olan Sevda karakteri ise, kocası ile başka bir erkek konuşurken, kocası tarafından evin içine geri yollanan, evlerine misafir geldiğinde ise hizmet etmek zorunda olan bir kadın. Bu iki kadın arasında çok fark var gibi görünse de, Sevda’nın üzerindeki baskının yarattığı iktidara baş eğme durumuyla, Nihal’in, erkeğin egemenliğine rıza göstermesi arasında pek bir fark yok aslında. Üstelik söz konusu iki kadın için de kamusal alanda kendini var edebilmek pek de mümkün gözükmemekte. Öyle ki buna yeltendikleri her durumda, karşılarındaki erkek tarafından kendilerine müdahale ediliyor. Yüzyıllardır süregelen, kadının özel alana hapsedilmiş olması durumu, zengin bir malikanede ya da yoksul bir mahallenin tek katlı evinde… Görünen o ki, ‘özel alana’ hapsolmuşluk- sıkışmışlık bu iki kadının önemli bir ortak noktası.
Sonuç
“Bu yabancılaşma ve otomatlaşma içinde delilik seviyesi de gittikçe artıyor. Hayatın hiçbir anlamı ve neşesi yok. Hiç kimse mutlu değil; hissetmeyenler, sevmeyenler hariç. Zira 19. yüzyılda problem şuydu: ‘Tanrı öldü!’ 20. yüzyılda ise problem: ‘insan öldü’. 19. yüzyılda insani olmamak zalimlik demekti. 20. yüzyılda ise bu kavram şizofren bir kendi kendine yabancılaşma anlamına geliyor. Geçmişte tehlike insanların köleleşmeye başlamasıydı. Geleceğin tehlikesi insanların robotlaşmaya başlamasıdır. Doğrusu, robotlar isyan etmez. Ama, insanileştirilen robotlar duyarsız kalamazlar… Onlar kendilerini ve dünyayı yok eden ‘golemler’ olarak kalacaklar. Çünkü anlamsız bir hayata daha fazla dayanamazlar.” [5] Eric Fromm’un günümüz yaşam biçimini özetleyen bu sözlerinin içine, şehirli-köylü, çağdaş-geleneksel, alt sınıf-üst sınıf, kadın-erkek gibi zıtlıklar üzerinden “insan denilen muammayı” anlamaya çalışan Nuri Bilge Ceylan’ın filmini yerleştirdiğimizde karşımıza çıkan karanlık bir siluet… O karanlık silueti dağıtacak olan ise, yönetmenin bize ima ettiği gibi, kimi zaman küçük bir “taş”tan daha fazlası değil…
[1] David Harvey, Postmodernliğin Durumu, İstanbul, Metis, 2006, s. 280.
[2] A.g.e., s.284
[3] Serap Suğur ve Nadir Suğur, “Geleneksel Toplumdan Modern Topluma Geçiş” (http://w2.anadolu.edu.tr/aos/kitap/ioltp/1268/unite02.pdf)
[4] Aristotales, Politika, çev. Furkan Akderin, İstanbul, Say, 2013, s. 95
[5] Eric Fromm, The Sane Society, 2002, s.352
Kaynakça
Aristotatles, Politika, Say, 2013.
İlhan Tekeli, “Modernizm ve Postmodrnizm Kavramları Üzerine”,
Gösteri Dergisi, Mayıs 1992.
David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Metis, 2006.
Eric Fromm, The Sane Society, Routledge, May 1956.
İlhan Tekeli, “Modernizm ve Postmodrnizm Kavramları Üzerine”,
Gösteri Dergisi, Mayıs 1992.
http://w2.anadolu.edu.tr/aos/kitap/ioltp/1268/unite02.pdf
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.