Gencer Çakır’ın “Gezi Romantizminden Çıkmak Gerekir” başlıklı yazısı beni etkiledi. İçinde dile getirdikleri beni de rahatsız eden sorunlar. Yazısındaki kaygıların ve önerinin genel hattına da katılıyorum. Bu durum, yazının bende uyandırdığı kimi sorunlar üzerinden diyaloga girecek sağlam bir zeminin var olduğunu düşündürdü. Jacques Ranciere, eğer beyaza beyaz dedikten sonra, bunun tonlarını saptarken ayrışıyorsak, ortada bir […]
Gencer Çakır’ın “Gezi Romantizminden Çıkmak Gerekir” başlıklı yazısı beni etkiledi. İçinde dile getirdikleri beni de rahatsız eden sorunlar. Yazısındaki kaygıların ve önerinin genel hattına da katılıyorum. Bu durum, yazının bende uyandırdığı kimi sorunlar üzerinden diyaloga girecek sağlam bir zeminin var olduğunu düşündürdü. Jacques Ranciere, eğer beyaza beyaz dedikten sonra, bunun tonlarını saptarken ayrışıyorsak, ortada bir görüş ayrılığı, dolayısıyla diyalog zemini var demektir diyordu. Birimiz beyaz öbürü siyah diyorsa, tartışmanın zeminini ortadan kaldıran bir görüş karşıtlığı söz konusudur. Ben Gencer Çakır’la aramızda yazıda değinilen kimi noktalar üzerinde görüş ayrılığı olabileceğini düşünüyorum. Bir görüş karşıtlığı olmadığı kesin.
“Gezi Romantizminden Çıkalım”
İlk değinmek istediğim nokta “Gezi romantizminden çıkalım” önerisiyle ilgili. Aslında bu konuda, diyaloğu ilerletecek bir şeyler söyleyebilmek için, biraz daha bilgiye gereksinimim var. Bu “romantizm” kavramı burada ne anlama geliyor? Bana daha çok “Gezi”de yaşananlara metafizik bir anlam yükleyerek “yüceleştirmekten” vazgeçelim demek anlamına geliyor gibi geldi. Diğer bir deyişle, bu “Romantizm”, “Gezi”de yaşananlara zaman mekan içindeki varlıklarının ötesinde bir anlam yüklemeyelim demek anlamına mı geliyor? Bir başka seçenek de, “kavram yanlış kullanılıyor, aslında, “saplantı” (psikanaliz kavramları anlamında) yapmayalım, “fetiş”leştirmeyelim (başka bir şeyin yerine koyup o şeyin yokluğunu yadsımaya çalışmayalım) demek anlamına geliyor olabilir. Ben eğer bu ikinci anlamda kullanılıyorsa, kabul etmeye daha yakınım. Birinci anlamda kullanılıyorsa, “Gezi’de zamanda ve mekanda “realite” (duyumlar- fiziki deneyimler) içinde yaşananların, bunun dışına çıkan teori, kavramlar düzeyinde (Platon’un deyimiyle dilin içinde), anlamlandırılması, açığa çıkardığı bir “hakikat”, varsa bunu tanımlanmaya çalışılmak gerekmez mi?” diye sormak isterim.
Ben başına “Gezi” sözcüğü konarak anlatılan şeyi “olay” kategorisi içinde ele alıyorum ve bir hakikati olduğunu düşünüyorum. Hakikat verili bilgi sistemine uymayan şeyle ilgili olduğundan “inanıyorum” da diyebilirim. Bu nedenle de “Gezi”yi düşünme durumu, onu anlamlandırma, ondan dersler çıkarma durumu içinden çıkmaktan yana değilim. Bundan sonra komünist siyasetin başarılı olabilmesi için bu dersleri anlaması bunlardan öğrenmesi ve pratiğinde kullanmaya, pratiğini buna göre değiştirmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Benim için öncelik, “Bu dersler nedir? Bu dersler bizde, çalışma tarzında, propaganda alanında neleri değiştirmeyi gerektirir?” sorularına cevap aramakta bu “cevapları” tartışmakta yatıyor.
“Sokak muhalefeti”
Gencer Çakır, “sokak muhalefeti sınırlarına dayanmıştır” diyor ve ekliyor “Sokak muhalefetinin ara vermeden devam etmesi bence şu sonuca yol açacaktır: İstikrarsızlık git gide artacak; insanların zaten var olan memnuniyetsizliği daha da artacak ve Türkiye sürdürülemez bir noktaya varacak…”
“Sokak muhalefeti sınırlarına dayanmıştır”, saptamasına ben de katılıyorum. Ancak buna ek olarak yapılan saptama üzerinde aramızda önemli nüanslar olabileceğini düşünüyorum.
Örneğin, bu ek saptama adeta bir öneri izlenimi veriyor: Sokak muhalefetine devam etmeyelim! Bu izlenimim bu aşamada doğru mu bilemiyorum. Eğer doğruysa diye düşündüğümde de bir şeyler söylemek gereksinimi duyuyorum. Birincisi, sokak muhalefeti denen şey eğer kendiliğinden bir hareket ise, böyle olduğu durumlarda, komünist hareket açısından olağanüstü koşullar (aklıma bir örnek gelmiyor ama olabilir diyelim) dışında, buna katılmak ve anlamını kazanmasına, başarılı olmasına çabalamak dışında pek bir seçenek olmadığını düşünüyorum.
İkincisi, “sokak muhalefeti”, belli bir talebi ortaya koymayı amaçlıyorsa, yani baştan tanımlanmış bir hareketse, şöyle bir durum söz konusu oluyor: Bir grup insan, barışçı, demokratik yollarla bir talebini, sıkıntısını anlatmak için sokağa çıkıyor, ancak bugünkü rejimin doğası gereği büyük bir şiddetle karşılaşıyor. Şu veya bu nedenle sokak muhalefetine ara vermek demokratik hakların bir kısmını kullanmaya çalışmaya ara vermek, demokratik haklar mücadelesine ara vermek anlamına gelmeyecek mi?
Sokak muhalefetini fetişleştirmekten yana değilim. Bugünün ortamında “geçersiz bir taktiktir, vazgeçmek gerekir” denebilir ve bu teorik ve siyasi gerekçelerle pekala savunulabilir. Ancak, buna karşılık, “biz bu hakları kullanmaktan vazgeçmeyeceğiz. Devlet şiddetine uğramayı kabul ediyoruz. Bu devlet bize şiddet uyguladıkça meşruiyetini kaybedecektir, haksızlık daha bir görünür olacaktır” savı da savunulabilir. Ben bu iki sav arasında bir tercih yapmıyorum. Yalnızca eğer varsa “sokak muhalefetinden çekilmek” önerisinin açıklanmaya muhtaç kimi önemli sorunları içerdiğini göstermek istiyorum.
Sokak muhalefetini, çatışma kavramına, bunun teknolojisinin sorunlarına indirgemenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi şiddete başvurmayı reddedecek bir sokak muhalefeti seçeneği de pekala savunulabilir.
“Gedik açmak” üzerine
Gencer Çakır “Muhafazakâr-mütedeyyin tabanda gedikler açmayan bir siyaset kesinlikle yenilgiye mahkûmdur “ diyor daha sonra da yazısını şu saptamayla bitiyor: “ “Bizler” ve “Onlar” arasındaki “uygarlık duvarları”nı kalınlaştırmak yerine bu duvarlarda gedikler açmanın yollarını aramak zorundayız; aksi takdirde yalıtılmış bir halde kalacağız. 2015 yılının 31 Mayıs’ı bu senekinden bile daha sönük geçebilir, böyle bir tehlike de var.”
“Muhafazakâr-mütedeyyin tabanda gedikler açmayan bir siyaset kesinlikle yenilgiye mahkûmdur” saptamasına tamamen katılıyorum. Dahası, gelecek 1 Mayıs’ın nasıl geçeceğiyle ilgilenmeden, onun ötesine geçen bir “zaman”a bakarak, bu taban emekçi işçi bir kesimi barındırdığından, bu kesimin kazanılması sosyalist mücadelenin başarıya ulaşması, diğer bir deyişle kapitalizmin ufkunun ötesine geçilmesi için olmazsa olmaz koşuldur diyorum.
Ancak tam bu noktada aklıma, bu savı, çok çeşitli versiyonlarıyla,1970’lerin başından bu yana sürekli duymakta olduğum geldi. Örneğin, bunun bir versiyonu da şöyleydi, dilimiz, söylemimiz, kültürümüz halkın söylemine yabancı… Bu versiyon “Sol dinle barışmalı”, “Müslüman halk realitesini kabul etmelidir”e kadar geldi. Gencer Çakır bunu bu yazıda söylemiyor diye düşünüyorum. Ama bir başka Çakır’ın yıllardır bu tezleri savunduğunu anımsıyorum.
Gencer Çakır’ın benim de paylaştığım kaygısına dönersem: “Evet duvarda delik açmamız gerekiyor”. Bunu söyledikten sonra aşılması gereken iki sorunla karşılaşıyoruz. Birinci sorun şu: Bu yukardaki savlara içkin bir “biz” varsayımı var. Bu salt kavramsal değil aynı zamanda pratik yaşamda varlığı olan bir sorun. Biz’i tanımlamak, sonra da kurmak, inşa etmek gerekiyor. Bu olmadan gedikler açmaktan söz etmek, denemek, bu bağlamda stratejiler önermek tabii ki olanaklı, ama, etkin bir biçimde ilerleyebilmek için “Biz”in tanımlanmasına ve inşasına ilişkin sorunu öne almak gerekiyor. Gedik açma pratiği ile “biz”i inşa etmek arsında bir “diyalektik” olduğu düşünülebilir. Ancak, sofist bir gevezelikle suçlanmak istemediğimden, pratik sonuçlarını göremeden, birileri bana göstermeden, bu “diyalektik” konusunda ağzımı kapatmayı seçiyorum.
“Uygarlık duvarı”
Önce şunu söylemem gerekiyor. Ben “uygarlık duvarı” kavramının “uygarlık” kısmına karşıyım. Bu en azından iki farklı uygarlık varsayıyor. Bence bu “uygarlıklar çatışması”, “uygarlıklar diyaloğu” fantezilerinin bir yansıması.
Bugün tüm dünyada her şeyi birbirine benzeten, farkları, farkların getirdiği renkleri silmeye her şeyi sermayenin renksizliğine boyamakta olan tek bir kapitalist uygarlık var. Hepimiz aynı “dünya”da yaşıyoruz, tek bir kapitalist uygarlık içinde.
“Uygarlık duvarı”, aslında farklı ideolojilerin, sadakatlerin, daha da ileri götürürsem farklı “simgesel evrenlerin” varlığına ilişkin bunların yerine geçmeye çalışan bir kavram.
Bu duvarın öbür tarafında kitleleri dini ilkelere bağlayıp onlara öbür dünyada kurtulma umudu sunarak, düzen altında tutmaya, sermayenin hizmetine böylece sunmaya çalışan bir siyasi irade ve kurumları var. Duvarın bu tarafında, düne kadar, kitleleri Aydınlanma geleneğinden gelen, bilim, rasyonalite, ulus, ilerleme, sekülarizm gibi ilkelerle yöneterek sermayenin kullanımına sunmakta olan bir siyasi irade ve onun kurumları vardı. Bu ikincisi iktidarını kaybetti kurumlarını hızla kaybediyor, hatta deyim yerindeyse, daha fazla oy almak, iktidara yakın olabilmek için, çaktırmadan duvarın öbür tarafına geçiyor. Bu yüzden duvarın bu tarafında, komünist hareket hızla tek başına kalıyor.
Duvarın bu tarafı, Aydınlanma geleneği ve onun içinden çıkan komünist hareket, bir haklar ve özgürlükler söyleminin kavramlarını, buna ek olarak, üretim tarzı, sömürü, sınıf egemenliği gibi kavramları içeriyor.
Duvarın bu tarafında da, öbür tarafında da emekçiler sömürülüyor eziliyor. Ancak arada çok önemli bir fark var. Duvarın bu tarafındaki emekçiler ezilenler, ezilen uluslar LGBT hareketi vb., bu sıkıntılarını dile getirecek, konuşacak, aşmalarına yardımcı olabilecek kurumları, adımları düşünmelerine olanak verecek söylem seçeneklerine, kavramlara sahipler.
Duvarın öbür tarafındakiler de aynı sorunlardan sıkıntı çekiyorlar ancak, bu kavramlara sahip değiller. Sömürüldüklerini, ezildiklerini onlar da hissediyor, hatta “biliyorlar” ama buna karşı çıkmaları, hatta bunları düşünmeleri için gereken kavramlar, söylemler, Soma felaketinden sonra çok açıkça ortaya çıktığı, Başbakanın sürekli başvurduğu gibi en basitinden “takdiri ilahi” kavramıyla bastırılmış, erişilmez kılınmış durumdadır. Anti-Kapitalist Müslüman arkadaşlarımızın söylemlerini kurarken karşılaştıkları sorunlara, gidip diğer Müslümanlarla konuşmak yerine bizimle konuşmayı, birlikte olmayı tercih etmelerine bakmak bu konuda öğretici olabilir.
Duvarda gedikler açmak, aynı zamanda öbür taraftaki “kapatılmış” simgesel evrende delikler açmak, buradaki kavramları oraya taşımak anlamına gelecektir. Bu gedikleri açmak için, Gencer Çakır’ın da vurguladığı gibi ortak bir maddi zeminde, pratikte yer almaktan, bu pratiği paylaşmaktan başka bir yol yoktur.
Ancak bu maddi zemin, bu pratik her zaman ideolojiyle, duvarın her iki tarafından gelen kavramlarla, inançlarla önyargılarla birlikte var olur. Bundan kaçış yoktur. Kaçmaya çalışmak, teslim olmakla, duvarın öbür tarafına ilhak etmekle eş anlamlı olacaktır.
Bir alternatif sorunu
Bu kadar taşı toprağı oynatıp toz duman yarattıktan sonra, bu yazıyı bu kadar alt düzeyde bir konuyla bitirmek adeta şaka gibi bir şey olacak. Bu konu şu uzunca alıntının içinde yatıyor. Amaca ulaşabilmek için hepsini birden değerlendirmek zorundayım.
Gencer Çetin şu saptamayı yapıyor: “Sokak muhalefetinin ara vermeden devam etmesi bence şu sonuca yol açacaktır: İstikrarsızlık git gide artacak; insanların zaten var olan memnuniyetsizliği daha da artacak ve Türkiye sürdürülemez bir noktaya varacak… Ama sonra başımıza CHP gibi “kötünün iyisi” bir alternatif getirilecek. Tehlike buradadır! 30 Mart seçimleri öncesinde “tatava yapma bas geç” yaklaşımı bunun ilk işaretiydi. CHP şu an için uykuda bekletiliyor; ama onun da uyandırılma saati geldiğinde önümüze ‘alternatif’ olarak çıkarılacak” (abç).
Sokak muhalefeti ya ara vermeden devam edecek, ya da edemeyecektir. Bizi bu ilgilendirir, diye düşünüyorum. İstikrarsızlığın artıyor, ülkenin yönetilemiyor olması, bunun getirebileceği tehlikeler ve olanaklar, komünist hareket açısından son derecede ağır, yaşamsal tartışma konularını oluştururlar. Bunların yanında “başımıza CHP gibi ‘kötünün iyisi’ bir alternatif getirilecek” olması, ilgi konusu bile değildir.
Bu “önemsiz” konunun, kısa dönemde ve başka bir düzlemde bir anlamı var. Ama önce, “getirilecek”, “çıkarılacak” ifadelerinde kurtulmamız gerekiyor. Bu ifadeler, ülke siyasi coğrafyasını düzenleyen, bütünsel ve muktedir aklın varlığını varsayıyor. Sanırım bunun, komplocu anlayışlara kapı açan idealist bir varsayım olduğunda anlaşabiliriz.
Türkiye sürdürülemez noktaya varınca, sürdürülemez olan kapitalist düzen ve iktidar olacaktır. Bu noktada CHP’nin komünist hareket karşısında bir başka seçenek sayılabilmesi için, önce komünist hareketin seçeneklerden biri olacak konuma yükselmiş olması gerekmez mi? Bugün böyle bir durum yok. Yarın olduğu zaman, eğer olursa, büyük bir güvenle söyleyebiliriz ki CHP de bu CHP olmayacaktır. Nasıl bir şey olacağını şimdiden bilmek olanaklı değil diye düşünüyorum. “Buradan oraya giderken” hepimiz değişeceğiz CHP de… En fazla bunu söylemek olanaklı.
Bugünü düşünürsek, CHP bizim alternatifimiz değildir, yani ya biz ya o durumu yoktur. Bugün CHP, AKP’nin alternatifidir. Ama açıkça söylemem gerekirse, CHP’nin alternatif olabilmesi için AKP’nin hükümetten seçimle gitme olasılığını baştan kabul etmiş bir düzen partisi olduğunu varsaymamız gerekir. Ben bunu varsayamıyorum.
Bunu, bir an için varsaysak bile, o zaman, AKP’nin gitmesi, yerine CHP’nin gelmesi Gencer Çakır’ın deyimiyle “kötünün iyisinin geçmiş olması” anlamına gelecektir. “Seçenek olmak” ortaya çıkıp ben varım demek değildir. Seçenek olmak, kitleler gözünde belli bir inanılırlık düzeyine, güç birikimine ulaşmış, “projesi” yaygınca tartışılıyor, üzerinde düşünülüyor olmak demektir.
Bizim, seçenek oluşturamadığımız anda “kötünün iyisi”, en azından çalışma koşullarımızı hafifletecek, duvarda delik açmamızı az da olsa kolaylaştıracak bir seçenek olarak kabulümüz olmalıdır. Bu ahlaki bir sorun değildir. Bu mücadelenin pratiği içinde önümüze gelecek binlerce seçenek arasından, yapacağımız kabullerden biri olacaktır.
Burada esas sorun “CHP’nin ne kadar gericileştiğine, hatta duvarın öbür tarafına ne kadar geçtiğine” ilişkin değildir. Burada esas olan birincisi, “işimize yarayacak bir durum oluşacak mı oluşmayacak mı?” sorusudur. İkinci önemli soru da o sırada emekçi kitleler, duvarın bu tarafındakiler açısından CHP’nin kazanacağı anlama ilişkindir.
Tüm bunları düşünmeye olanak verdiği için Gencer Çakır’ın yazısına borçlu kaldığıma inanıyorum. Belki, bu düşüncelerimi paylaşarak, Gencer Çakır’ın yazısını, okunması ve üzerinde düşünülmesi gereken yazı olarak önererek, bu borcumun birazını ödeyebilirim.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.