Sendikacı işçinin sözcüsüdür, işçinin taleplerini, işçiyle birlikte dile getirir, “sendikacı” ise kendini hükümetin, işverenlerin basın sözcüsü olarak görür Son yıllarda, sendikacılıkta ne olması gerektiği ile ne olmaması gerektiği arasındaki fark her zamankinden daha fazla açılıyordu. Soma’da yaşanan facia ise bu farkı, daha da görünür, bilinir hale getirdi. Sendikalar, sendika kimliğini yitirdikçe, işyerlerinde işverenlerin oluşturduğu zor […]
Sendikacı işçinin sözcüsüdür, işçinin taleplerini, işçiyle birlikte dile getirir, “sendikacı” ise kendini hükümetin, işverenlerin basın sözcüsü olarak görür
Son yıllarda, sendikacılıkta ne olması gerektiği ile ne olmaması gerektiği arasındaki fark her zamankinden daha fazla açılıyordu. Soma’da yaşanan facia ise bu farkı, daha da görünür, bilinir hale getirdi. Sendikalar, sendika kimliğini yitirdikçe, işyerlerinde işverenlerin oluşturduğu zor ve rızaya dayalı çalışma kamplarının, uzantıları, gönüllü elemanları haline büründükçe bedelini işçi ödüyor. Düşük ücretle ve insanlık dışı koşullarda çalışarak, bazen de canıyla. İşçiden aidat alan, karşılığında sözleşme imzalayan, onun dışında hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir “sendikacılık”, Soma’da yaşanan katliamın parçası haline geldi.
Soma’da yaşananlar, “aman bir tatsızlık çıkmasın”, “aman huzurumuz kaçmasın”, “aman başbakanımızı üzmeyelim” ruh hali içinde iş gören “sendikacı” profilinin üstündeki örtüyü kaldırdı. “Sendikacıların” gerçek sendikacı kimliğinden ne kadar uzaklaştığı gözler önüne serdi. Her şey olduğu gibi, bütün çıplaklığı ile göz önünde olup bitmektedir, bu yüzden üstüne cümle kurmak, özellikle sendikal hareketi yakından izleyenler için lüks gibi algılanabilir. Ancak yine de bazı bilgiler, küçük hatırlatmalar yaparak sendikacı ile “sendikacı” arasındaki farkı ortaya koymaya çalışalım.
Sendikacı, 1963 Kavel grevinde Kemal Türkler‘in yaptığı gibi polislerin karşına dikilip, “Beni ezmeden buradan mal çıkaramazsınız” diye diklenir. “Sendikacı” polisle işçi karşı karşıya geldiği yerde, daha çok devleti kayıran bir yerden arabulucu rolü oynar.
Sendikacı, işçiyi hırsız gibi gören anlayışa karşı Rıza Kuas‘ın 15 Eylül 1968’de yaptığı gibi “İşçi arkadaş üstünü aratma!” kampanyaları düzenleyerek işverenlerin işçinin onuru ile oynayamayacağını gösterir. “Sendikacı” ise işverenin işçi üzerindeki her türlü tasarrufuna gerekçe bulmak için kırk takla atar.
Sendikacı Abdullah Baştürk gibi “Anayasal düzeni yıkma” suçlamasıyla idam istemiyle yargılandığı davada, 12 Eylül’ün kudretli hakimlerine, savcılarına “Siz benim ancak ceketimi asarsınız” diye meydan okur. “Sendikacı” ise işçi eylemlerinde “hükümet işçilere müdahale etmeyi planlıyor, ne diyorsunuz ?” sorusunu “O hükümetin bileceği iş!” diye yanıtlayarak müdahaleye kapı aralar.
Sendikacı, 16 Haziran 1975’te Türk-İş’in aldığı genel eylem kararında şaltere basarak iş durdurma eylemini başlatan Türk-İş eski Genel Başkanı Halil Tunç gibi sorumluluk alır. “Sendikacı” ise taşıdığı görevi, üstlendiği sorumlulukları unutarak “genel grevin sorumluluğunu kim alacak” diye sorar. Eylem kararı almamak için bin dereden su getirir.
Sendikacı devletin ve işverenin şiddeti karşısında işçinin yanındadır. “Sendikacı” ise işçilere uygulanan şiddeti ya görmez ya dozunu kınar.
Sendikacı her fabrikayı kendi çalıştığı işyeri gibi görür, orada ortaya çıkan sorunu kendi sorunu sayar, mücadeleyi kendi mücadelesi olarak sahiplenir. “Sendikacının” ise tek önemsediği kendi “işyeridir.”
Sendikacı fikrinin ideallerinin peşinden koşar, “sendikacı” kişisel çıkarlarının.
Sendikacı, işçilerin iş ve gelir güvencesi için mücadele eder, “sendikacı” kendi “iş güvencesi” için.
Sendikacı, sendikanın üye sayısını artırmaya, örgütlenme yapmaya çalışır, “sendikacı” örgütün mal varlığı yeterli olduğu sürece mevcut üye sayısının azalmasını bile dert etmez.
Sendikacı işçinin sözcüsüdür, işçinin taleplerini, işçiyle birlikte dile getirir, “sendikacı” ise kendini hükümetin, işverenlerin basın sözcüsü olarak görür.
Sendikacı hak talep eder. “Sendikacı” inayet dilenir.
Sendikacı “vermezsen almasını biliriz” der, “sendikacı” rica eder.
Sendikacı isyanın itirazın militanıdır, “sendikacı” boyun eğer.
Sendikacı işçiye mahcup olmamayı dert eder, “sendikacı”, işverene, bakana, müsteşara.
Sendikacı “sınıf” der, “sendikacı” “devlet!”
Sendikacı “örgüt” der, sendikacı “kurum”
Sendikacı, pastadan pay ister, “sendikacı” “Hepimiz aynı gemideyiz” klişesini tekrarlar.
Sendikacı işçinin gözünde makbul olmayı seçer, “sendikacı” işverenin, devletin.
Sendikacı, sözüyle, eylemiyle, anlayışıyla gündeme gelmek ister “sendikacı” başbakanın yanında fotoğraf karesine girerek.
Sendikacının lügatında demirbaş kavram mücadeledir, “sendikacı”nınki hizmet.
Sendikacı eylem yapar, “sendikacı” ise yapıyormuş gibi yapar.
Sendikacı işçiler ölmeden de şaltere uzanır, “sendikacının” işçiler yüzer yüzer ölürken bile eli gitmez şaltere.
Sendikacılar, sendikalar, 60’lı, 70’li yıllarda taş üstüne taş koyarak işçi haklarını geliştirdiler. 12 Eylül sendikacıların lehine olan dengeyi “sendikacılar” lehine bozdu. “Sendikacıları” esas aktör haline getirecek sistemi kurdu. AKP, bu düzeni daha da ihya etti. Fakat dikişler Soma’da bu defa iyice patladı. Yüzünden, gözünden, paçalarında riya akan, kendinden öncekilerin sağladığı kazanımları tükete, tükete, tükenmiş “sendikacılar” ve devletin ve işverenin koruma-kollaması altında, onların hizmetinde olan “sendikacılık” düzeni deşifre oldu.
Deşifre olan bu düzeni yıkmak, sendikaların ve sendikacılığın örselenen prestijini yeniden sağlamak, itibarını yeniden kazanmak en başta sendika üyesi işçiler olmak üzere herkesin boynunun borcu.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.