Gezi, işçi sınıfıyla buluşamadığı için “yüksek siyaset”i felç edemediği gibi Erdoğan’ı da düşürmeye yetmedi Şunu artık görmek zorundayız: Gezi gibi Türkiye tarihinin en büyük isyan dalgası dahi Erdoğan’ı düşürmeye yetmemişken ve Erdoğan hükümeti Gezi’den bu yana daha da artan polis şiddeti ile sokakları terörize ederken, hâlâ bilindik sokak muhalefeti pratikleri ile hükümeti düşürmeye zorlamak ya […]
Gezi, işçi sınıfıyla buluşamadığı için “yüksek siyaset”i felç edemediği gibi Erdoğan’ı da düşürmeye yetmedi
Şunu artık görmek zorundayız: Gezi gibi Türkiye tarihinin en büyük isyan dalgası dahi Erdoğan’ı düşürmeye yetmemişken ve Erdoğan hükümeti Gezi’den bu yana daha da artan polis şiddeti ile sokakları terörize ederken, hâlâ bilindik sokak muhalefeti pratikleri ile hükümeti düşürmeye zorlamak ya da gözden düşürmeye çalışmak gerçekçi bir siyaset değil.
Erdoğan’ın sonunun Mübarek ya da Bin Ali ya da belki de Kaddafi gibi olacağının tek garantisi, muhalefetin sokağa sıkışmaması, fabrikalara, işyerlerine sirayet etmesinden geçiyor. Gezi, işçi sınıfıyla buluşamadığı için “yüksek siyaset”i felç edemediği gibi Erdoğan’ı da düşürmeye yetmedi.
Belki bu dediğime “17 Aralık operasyonu” örnek verilerek karşı bir eleştiri getirilebilir. Eleştiri büyük ölçüde haklı da olur; zira Gezi süreci yaşanmasaydı, 17 Aralık soruşturması da olmayacaktı. Bu soruşturma esasında hükümete bir “uyarı” verme amacını taşıyordu. Emperyalizm bu yolla Erdoğan’a “kendine gel, raydan çıkma” uyarısı yapmış oldu. Elbette bu uyarı, emperyalistlerin Gezi’ye hayırhah bakması ile açıklanamaz. Zaten böylesi bir analiz olabilecek en saf analiz olurdu! Hayır, esas mesele, Erdoğan ve AKP’nin temsil ettiği “İslamcı sermaye” fraksiyonunun emperyalizmi rahatsız eden politikalar benimsemesi gerçeğidir.
Emperyalizm, kendi amaçları doğrultusunda, Gezi ya da sokak muhalefeti gibi süreçlere sözde hayırhah bakmaya çalışarak, Gezi’yi kullanarak hükümete uyarı vermeye çalışıyor. Neymiş efendim, yok gösteri yapma hürriyeti… yok ifade özgürlüğü… yok basın özgürlüğü…
AKP’li yıllar olarak dönemleştirilecek 2002-2014 arası dönemde Türkiye burjuvazisinin içinde oluşan derin çatlağı, “Batıcı-laik burjuvazi” ve “İslamcı burjuvazi” ikiliğine yaslanarak açıklamak bu yazının sınırlarını fazlasıyla aşacağı için burada bu konuya girmiyorum.[1] Demek istediğim özünde şudur: 17 Aralık soruşturmasına rağmen, ortaya çıkan onca “tape”ye rağmen, Soma faciasına rağmen sokak muhalefeti, anlaşılması tuhaf bir şekilde Erdoğan’ı ve hükümetini düşürmeye yetmedi, yetmiyor. Hâl böyle iken, mücadele yine de “eski tarz”da mı devam etmelidir, diye kendimize sormamız gerekmiyor mu?
Soma’dan sonra sokak muhalefetinin hâlâ Erdoğan’ı düşürebileceğine inanıyor muyuz?
“Taktik” değiştirmenin şimdi tam sırası diye düşünüyorum, aksi takdirde yakın gelecekte muhalefetin tecrit olması gibi bir potansiyel önümüzde durduğu gibi, bu muhalefetin toplumun diğer kesimleri nezdinde (örneğin AKP tabanında) açması muhtemel gedikleri de toptan ters bir şekilde açmak yerine tıkamaya hizmet edeceği gerçeği de bir realite olarak önümüzde duruyor.
Mısır’da Mübarek’i ya da Tunus’ta Bin Ali’yi koltuğundan eden durum, bu adını saydığım ülkelerde proletaryanın sürece dâhil olmasıdır. Gezi’deki gibi “tekil proleterler” olarak değil, “sınıf varlığı” olarak hükümet karşıtı eylemlerde kendi işyerleri ve fabrikalarında yaptıkları grevler ile kriz derinleşmiş ve bu durum her iki ülkedeki “diktatör”leri koltuklarından etmişti. Çünkü buralarda emperyalizm ehven-i şer bir tutum aldı: Ya Bin Ali gidecekti ya da Tunus… Ya Mübarek gidecekti ya da Mısır… Türkiye’deki süreç emperyalizmi bu “kritik” kararı vermeye zorlayacak bir aşamaya henüz ulaşmadı. Emperyalizmi endişeye düşüren, sokak muhalefeti ya da Erdoğan’ın giderek otoriterleşmesi değil, Erdoğan ve partisi AKP’de temsil edilen “İslamcı sermaye”nin Türkiye’nin diğer hâkim sermaye fraksiyonlarını “kaale almadan” güttüğü ulusal ve uluslararası siyasetidir. Emperyalizmin Gezi’ye ya da Türkiye’deki sokak gösterilerine kendince hayırhah bakması, sözde “demokrasi” ve “özgürlük”ten dem vurması vs. kendi başına asla ciddiye alınacak şeyler değil! Eğer ifade özgürlüğü, demokrasi, özgürlük vb’den dem vuruluyorsa örneğin ABD Suudi Arabistan’a neden elle tutulur hiçbir eleştiri getirmiyor? Suudi Arabistan “diktatörlük”le yönetilen bir ülke değil mi?
Fazla uzatmadan şunları söylemek istiyorum. Erdoğan Soma sonrası yaptığı hemen her konuşmasında, kendi dışındaki muhalefeti, kendi tabanını konsolide etmek amacıyla, isim vermeden “Geziciler” ve “Bizler” dikotomisine tıkıştırarak tanımlıyor. Hepimizin çok iyi bildiği bu aktüel AKP/Erdoğan retoriği bir kez daha karşımızda.
Buradan iki sonuç çıkıyor: 1) AKP/Erdoğan, kendi dışındaki muhalefeti, kendi tabanı nezdinde gözden düşürmek için o bilindik retoriğinin sınırları dışında bir retorik üretemiyor. 2) İktidarın hegemonik siyasetinde ciddi bir kriz yaşanmaktadır; iktidar yeni bir “dil” üretmekten yoksundur ve köşeye sıkışmışlığının bilinciyle şiddet dozunu gitgide yükseltecektir. Okmeydanı’nda Uğur Kurt’un katledilmesi iktidar açısından bunun bir ilk adımıdır.
İktidar bu anlamda iyice köşeye sıkışmışken, AKP/Erdoğan’ın da bu köşeye sıkışmışlıktan çıkmasında kendi bilindik retoriği sandığımızın da ötesinde iktidarın elini güçlendiriyorken, hâlâ aynı “siyaset yapma tarzı” ile devam edilmeli midir, sorusu sizce de yerinde bir soru değil mi?
Soma faciası bütün toplum nezdinde, çoğumuzun görmezden geldiği “proletarya” gerçeğini gözümüze sokmuş iken hâlâ aynı siyaset yapma tarzıyla yetinmeli miyiz?
Soma’ya gidemesek bile, Soma faciasının açığa çıkardığı “taşeron gerçeği” ile proletarya temelli bir siyaset yapma tarzında “taktik” bir değişikliğe gitmenin zamanı gelmedi mi? Şundan hiçbir şüpheniz olmasın: Eğer proletarya temelli bir muhalefet ciddi bir biçimde Türkiye’yi bir deprem gibi sallamaya başlarsa, bu Erdoğan için sonun –kesin anlamda bir sonun ama– başlangıcı olacaktır. Erdoğan ve hükümeti de bunun çok iyi farkında; ve farkında olduğu için de polis şiddetinin dozunu artırma yönünde “taktik” bir değişikliğe gitti.
“Onlar” taktik değiştirirken “bizler”in aynı siyaset yapma tarzında diretmesi kesinlikle beyhude olacaktır. Sadece bu da değil; sokak muhalefetinin tecrit olması gibi bir tehlikeyle de yüzleşmek durumunda kalacağız.
Geçmişte Almanya’da Hitler’in “küçük burjuvazi”ye dayanarak büyük sermayenin “kanlı” siyasetini dayatmasında da temelde işçi sınıfı ile küçük burjuvazi arasındaki köprülerin kurulamaması gerçeği vardı.[2] Erich Maria Remarque’nın romanlarında, bu iki sınıf arasındaki köprülerin neden kurulamadığının detayları açık bir şekilde görülebilir. Örneğin hatırladığım bir anlatım şöyle: Ekonomik krize karşı Almanya’da işçiler fabrikalarında grev yaparken yoksullaşan küçük burjuvazi, bu gelişmelere hiç de iyi bakmaz; çünkü onlara göre işçiler daha iyi yaşam koşulları için mücadele etmektedir, ancak küçük burjuvazi yoksullukla boğuşmaktadır. Onlara göre bu durum, “işçilerin derdi de ne, biz burada yoksulluğun cenderesinde boğuşurken, onlar ne demeye ücret artışı talep ediyorlar” şeklinde “tercüme” edilmişti o zaman.
Başka bir örnek ise Birinci Dünya Savaşı sırasında Gelibolu’daki İngiliz askerleri ile İngiltere’de ücret artışı talebi ile grev yapan İngiliz işçileri arasındaki köprülerin kurulamaması gerçeğidir. Peter Hart Gelibolu [3] kitabında şunu anlatır örneğin:
“Britanya’da sendikaların başını çektiği grevlerle ilgili haberler Yarımada’ya ulaşınca, bu olumsuz duygular daha da ağırlaştı. İşçilerin davası ne kadar haklı olursa olsun, asgari ücretlerle bu korkunç koşullarda acı çekip hayatlarını tehlikeye atan askerler arasında işçilere fazla sempati duyulmuyordu.”
Kara Kuvvetleri Hizmet Birliği, 29. Tümen’den Teğmen Charles Cooke günlüğüne şunları yazıyordu o zaman:
“Ülkedeki kaytarıcılardan bıktık. Bir astın aldığından fazla kazanıyorlar ve rahat içinde yaşayabiliyor, bilinen riskler dışında risksiz işlerini yapabiliyorlar. Burada ne olursa olsun, insan terlemek ve devam etmek zorunda; çalışma süresi günde 24 saattir. Onları 24 saat bir araya toplayıp, bizim Tommyler gibi düzenli yemek olmadan, düzenli dinlenme olmadan, başları üzerinde bir örtü olmadan, günde bir peniye top ateşine tutmak onlara iyi gelirdi.”
***
Bunları neden mi söylüyorum? Türkiye’de de böylesi bir “ikilik” üzerinden siyaset inşa edilirken ve Erdoğan bunu son derece “becerikli” bir tarzda yaparken, aynı yalıtılmışlığa düşecek olmamızdır beni ürküten. Mütedeyyin olsun ya da olmasın, ama özellikle de mütedeyyin kesimlerde sokak muhalefeti için, “ya bunlar da ne istiyorlar böyle, Soma’da insanlar ölüyor, bunlar twitter mwitter ortalığı karıştırıyorlar, rahatımızı bozuyorlar” şeklinde özetlenebilecek bir “halet-i ruhiye” yok mu? Pekâlâ var. Zaten Erdoğan da buna oynuyor ve oynadığı sürece de bu ikiliğin “rant”ını yiyor –hem kendisi hem de partisi adına.
Bu ikiliği kırma, parçalama konusunda Soma faciası bizlere yeni bir pencere açmışken, siyaset yapma tarzını “proletarya-bazlı” değil de “sokak-bazlı” yürütmede ısrar etmek yakın ve uzak vadede elle tutulur bir sonuç vermeyecektir, diye düşünüyorum.
Dipnotlar:
[1] Konu hakkında ayrıntılı bir analiz için bkz. S. Savran, “İslamcılık, AKP, Burjuvazinin İç Savaşı”; K. Tanyılmaz, “Türkiye Büyük Burjuvazisinde Derin Çatlak”. Her iki makale de, Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, Yordam Kitap, (Haz.) N. Balkan, E. Balkan, A. Öncü, 1. basım, İstanbul, 2014 içinde.
[2] Elbette mesele sadece bu kerte ile açıklanamaz. Bir başka yazımda faşizmin yükselişini derin iktisadi kriz ile dönemin Komintern’inin izlediği basiretsiz siyasetin bir bireşimi olarak açıklamaya çalışmıştım. Bkz. http://tmblr.co/ZSd4rq1FPHofQ.
[3] Alfa Yayınları, Çev. Ahmet Fethi, 1. baskı, İstanbul, 2014, s. 466.
26 Mayıs 2014
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.