Nikaragua devrimi tarihe “şairler devrimi” olarak geçmiştir. Aslında Orta ve Güney Amerika’daki bütün devrimleri böyle adlandırmak mümkündür. Devrimin izini sürenler karşılarında devrimci romantizmi bulur. Her bir öyküde destansı bir yön vardır; naiflik ve mütevazılık devrimin karakteridir. Kişiler ve kurumlar kutsanmaz; yoksulların özgürlük tutkusu hareketin odağıdır. Che’den, Marcos’a; sıcak, samimi, şairane ve ironik bir dil dikkat […]
Nikaragua devrimi tarihe “şairler devrimi” olarak geçmiştir. Aslında Orta ve Güney Amerika’daki bütün devrimleri böyle adlandırmak mümkündür. Devrimin izini sürenler karşılarında devrimci romantizmi bulur. Her bir öyküde destansı bir yön vardır; naiflik ve mütevazılık devrimin karakteridir. Kişiler ve kurumlar kutsanmaz; yoksulların özgürlük tutkusu hareketin odağıdır.
Che’den, Marcos’a; sıcak, samimi, şairane ve ironik bir dil dikkat çeker. Devrimi başarmış ya da iz bırakmış devrimci hareketlerin metinlerine dikkat edildiğinde dışarıdan, emredici değil, içerden, kapsayıcı bir dil kullanıldığı görülecektir. Bu, vazifeli gibi yapılmadığından, vazifeli gibi yapıldığında iğreti duracağından, inandırıcılığı tartışılır kılacağından kuşku yoktur.
Asli olarak yoksulların öznesini oluşturduğu bir hareketin aksi bir dil tutturması zaten mümkün değildir. Kimsenin bir başkasına üstünlüğü, ayrıcalığı yoktur ve bu politik kültür bizlerin hayalini kuramayacağımız ölçüde içselleştirilmiştir.
Karısını gözünün önünde ırzına geçip öldüren Diktatör Somoza’nın Ulusal Muhafızları’nı karşısına dizip “İşte şimdi intikam alma zamanım geldi. Benim intikamım sizin saçınızın teline bile dokunmamak olacak” diyen Nikaragua’daki Sandinist devrimin ilk İçişleri Bakanı Tomas Borge bir söyleşide, “Neden bir devrimciden daha çok bir şair gibi konuşuyorsunuz?” sorusuna maruz kalmış, “Zaten her devrimci bir şairdir” diyerek, şair ruhun devrimin belirleyicisi olabileceğini göstermiştir. Karısını katledenleri saçlarının teline dokunmayarak cezalandırmak, açıkçası Nikaragua devriminin garantisi olmuştur; devrimcilerin nasıl bir toplum tahayyülüne sahip olduğunu anlamamızı sağlayacak önemdedir.
Başka ironik örnekler de vardır, şiir ile devrim ilişkisi bağlamında. Bulgar şair Nikola Vaptsarov antifaşist savaşın en kızgın günlerinde, “Toplar gürlerken müzik susmalıdır, şiir yazmayacağım artık” der ve “şimdi şiirin zamanı değil” diyerek yeni bir şiire başlar.
Türkiye devrimini, bu yönüyle Latin devrimleriyle benzetmek olasıdır. Türkiye solu, şiir severdir, şairi boldur. Ne zaman başı sıkışsa; içerde, dışarda, işkencede, cezaevinde şiire sığınır, şiir yazmaya koyulur. Onların Neruda’sı varsa, bizim de Nazım Hikmet’imiz vardır; onların Viktor Jara’sı varsa, bizim de Ali Asker’imiz vardır.
Buraya kadar sorun yoktur. Sorun, şiirle simgelenen sıradan, mütevazı, kibirli olmayan, iktidardan ve hükmetmekten uzak tarza ne kadar yakın olduğumuzla alakalıdır.
Ne yazık ki şiirle haşır neşir hayatımız, bizi, Latin devrimlerinin kültürel iklimine yakınlaştırmamış, aksine ağdalı lider sultası, önderlik egosu politik ilişkilerin insanı mutlu etme ihtimalini dahi yok etmiştir. Ne yazık ki, Latin Amerika’nın Kesik Damarları”ndan Anadolu coğrafyasına uzanan çok az şey olmuştur.
İlginç bir “sol”umuz olduğu açıktır. EZLN’nin (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu) metinlerini ya da Marcos’un konuşmalarını elimizden düşürmez ancak işin şiirsel ve romantik kısmıyla yetinir, “adını ve yüzünü saklamanın” taşıdığı politik anlam üzerinde durmayız. Bırakalım gerilla hareketini, sıradan kurumlarda, hasbelkader yönetici olanlarımızın kendini muktedir ilan etmesi, ayrıcalıklı görmesi, “iktidarın” tadını çıkarması şaşırtıcı olmamaktadır.
Hayallerini satmayanlar, teslim olmayanlar
Birkaç gün önce Subcomandante Marcos’un veda mektubu yayımlandı. “Işık ile Gölge Arasında” başlıklı “Veda Mektubu”yla Marcos, EZLN’nin sözcülüğünü bıraktığını duyurdu; “Marcos ölecek”, “kolektif bir yeniden doğuş” yaşanacaktı.
Olmayan “adından” ve “yüzünden” bile vazgeçmenin taşıdığı değer, bu defa hayatı ve devrimi anlamamızı sağlamaya yarayacak mı yoksa sadece Latin Amerika’nın devrimci romantizmine has hoş bir anekdot olarak belleklerimizde yer mi edecek? diye sormaya hazırlandığımızda, gerçeğin öyle olmadığına dair iddia haber sitelerine düşüverdi. Meğer Marcos görevini bırakmamış, 2 Mayıs’ta öldürülen Zapatist önderlerden öğretmen Solis Lopez’in (halk arasında bilinen ismiyle Galeano) adını almıştı. “Veda Mektubu”ndaki şu satırlar bunun içindi: “’Subcomandante Galeano’nun doğması için Subcomandante Marcos’un ölmesi gerekiyor. Bundan sonra Subcomandante Marcos yok, Subcomandante Galeano var.”
Bu yanlış anlaşılmadan bazılarımızın oldukça neşelendiğini söylemeye gerek var mı? Aksi durumda, adını ve yüzünü bile gizleyen birinin, önderlik/sözcülükten “kolektif yeniden doğuş” için vazgeçiyor olmasının saflarda yaratacağı dalgalanma ya da olur tarafıyla, yaratacağı soru işareti, rahat kaçırmaya yetebilirdi.
Ne de olsa, Marcos’un tabiriyle, birileri kendini “paslanmaz çelik” gibi görmeye, tarihi kendinden başlatmaya, kendinden öncekileri ve kendini var edenleri küçümsemeye, yok saymaya devam etmeliydi.
Şimdi rahatladık. Ne de olsa Marcos bırakmıyor, liderliğini sürdüreceğini şiirsel ve duygusal bir üslupla izah ediyordu.
“Veda mektubu”, okunmadan bir köşeye atılabilirdi artık; düzen değişmez, iktidar nimetleri el altında tutulurdu.
Marcos bırakmamıştı işte. O nedenle bir önemi olabilir miydi son mektuptaki bu satırların: “Eğer tutarlı olmak başarısızlıksa, başarının yolu -iktidar rotası- tutarsızlıktır. Fakat biz oraya gitmek istemiyoruz. Orası bizi ilgilendirmiyor. Bu parametreler içinde yenmektense başarısız olmayı tercih ederiz.”
Marcos “Veda Mektubu”nda demiş ki, “mezarına bıraktığınız taşlarda, kendinizi satmamayı, teslim olmamayı, vazgeçmemeyi öğreneceksiniz.”
Gezi direnişinde yitirdiğimiz Halkevci Ahmet Atakan “adının ve yüzünün olmadığı” günlerde fiyakalı bir poz vermişti duvar yazısının önünde: “Ne oldu lan, büyük adam olamadıysak, hayallerimizi satmadık ya.”
Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Ahmet Atakan’ın yaslandığı duvarın kenarından uç veriyor; adı ve yüzü olmayanların, hayallerini satmayanların, teslim olmayanların, vazgeçmemeyi öğrenenlerin Marcos’un selamını çoktan aldığı anlaşılıyor.
Bırakalım başkaları sadece Güney Amerikalı devrimciler tarafından kaleme alınan metinlerin lirik anlatımının büyüsüyle yetinsin. Biz taşıdığı derin anlamın kıymetini bilelim: “Paslanmaz çelik” olan sadece yoksullardır.