Bir kere öncelikle günümüz koşullarında sanat üreticilerinin aslında birer “işçi” olduğunu kabul etmekle başlayabiliriz. Yani ilk olarak meslektaşlarım ve diğer sanatçı dostlarımın “Ben sanatçıyım, bu ülkenin değerini ben belirlerim” burnu büyüklüğünden vazgeçmesiyle başlanabilir Evet, bir baktım da uzun zaman olmuş dünyayla yazarak dertleşmeyeli. Hani olur ya düzenli takip edenler varsa, şimdiden özür dilemiş olayım gecikme […]
Bir kere öncelikle günümüz koşullarında sanat üreticilerinin aslında birer “işçi” olduğunu kabul etmekle başlayabiliriz. Yani ilk olarak meslektaşlarım ve diğer sanatçı dostlarımın “Ben sanatçıyım, bu ülkenin değerini ben belirlerim” burnu büyüklüğünden vazgeçmesiyle başlanabilir
Evet, bir baktım da uzun zaman olmuş dünyayla yazarak dertleşmeyeli. Hani olur ya düzenli takip edenler varsa, şimdiden özür dilemiş olayım gecikme için. Gelgelim yazının devamına.
Efendim bir süredir tartışmalara vesile olan TÜSAK hakkında farklı bir açıdan bakmak istemiştim. Hazır 1 Mayıs gelirken, mevzuyu kendi meşrebimce toparlayayım dedim.
Öncelikle baştan söyleyeyim TÜSAK’a hayır! Tavrım bu konuda net! Bu netliğin sebebiyse, Tiyatroların özelleştirilmesi bağlantısındaki bold yazıyla yazılan “pahalı ve verimsiz” kelimelerinin altında yatan dünya görüşüyle tamamen ayrı düşünmemdir. Yani sırf AKP karşıtlığı değil, tamamen politik ve sosyolojik algımdan, bu kurumun oluşmasına sebep olan aklın ve dünya algılama biçimimin karşıtlığındandır. Ancak meseleye birçok meslektaşımın dar kalıplarla, bilindik sözlerle karşı çıktığını görmek, beni hayli üzmekte. Baştan şunu konuşmak lazım; “Cumhuriyet kurumları tek tek kapatılıyor” cümlesi bizleri en fazla “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”e çıkarır. Ki bu da ne meseleyi doğru kavramamıza, ne de doğru mücadele yöntemleri geliştirmemize yarar. Evet, D.T. ve Opera Bale birer Cumhuriyet kurumudur. Ama asıl saldırı nihayetinde Cumhuriyet değerlerine değil, sanata ve emek cephesinedir. Bu cümlelerin altını doldurmaya geldi sıra.
Bir kere öncelikle günümüz koşullarında sanat üreticilerinin aslında birer “işçi” olduğunu kabul etmekle başlayabiliriz. Yani ilk olarak meslektaşlarım ve diğer sanatçı dostlarımın “Ben sanatçıyım, bu ülkenin değerini ben belirlerim” burnu büyüklüğünden vazgeçmesiyle başlanabilir. Toplumun her bireyinin yaşama kattığı değerden fazlası değil yaptığımız. Değerimizi bilelim ama bunu abartmayalım lütfen. Bu bizleri elitizmin kucağına iter ve bu elitizm “Toplum beni anlamıyor! Lanet olsun bu cahil sürüsüne” cümlelerini sıkça konuşturmaya başlar. Özellikle ödenekli kurumlarda mesai yapan dostlarımız şunu unutmamalıdır ki, şu ana kadarki tüm bilgi ve tecrübelerinizi bir maaş karşılığında mesai yaparak kullanıyorsanız hoşgeldiniz modern proleter tanımına.
Marks yıllar önce tanımlamış bu durumu. Yeniden keşfetmeye gerek yok. Emeğini belli bir iş saati üzerinde satıp, karşılığında mal ve para alan kişi işçidir. Yani öyle toplumun üzerinde özel bir şahsiyet değil, direk toplumsal işbölümünün birer halkasıdır. Sonuç itibariyle sanatın üretim ilişkilerini değiştirecek bir yaptırım gücü olmadığı içinse bir üst yapı kurumu olarak ifade edilmiştir. Tıpkı eğitim gibi. Yani neymiş, biz birer işçiymişiz. Ha özel tiyatro, ha ödenekli kurumlar, ha senfoni, ha opera-bale. İstesek de istemesek de bizler işçiyiz. Bu durumda emeğimize yapılan saldırıyı kendi sınıfımız kapsamında tartışmak ve yöntemler geliştirmek bizi daha doğru bir yola çıkarır.
Unutmayalım bu kurumların kapatılma istenmesinin gerekçelerinin başında “pahalı ve kar ettirmiyor” cümleleri geliyor. Peki bu kelimeler kimin argümanı: Sermayenin. Yani kapital sahibi kişi ya da zümrelerin. TÜSAK’ı yapılandırırken, hangi kavramlar koyuluyor önümüze, “performans payı”, “verimli çalışma”, “hantallaşmış bürokrasiyi işlevsel kılma” ve kadro değil “sözleşme” yani “taşeronlaştırma”. Bu kavramlar da neoliberalizmin emek düşmanlığının sacayaklarıdır. Bakın onlar ne de güzel sınıf tavırlarında ve argümanlarıyla karşımıza dikiliveriyorlar. Diğer kurdukları bütün cümleleri silip atın. Saldırı bu kelimelerin gücüyle karşımızda. Yıllardır (benim de bir dönem konukluk yaptığım) sistem var ya! Hani sözleşmeli oyuncu adı verilen. İşte onun ekonomik sözcük karşılığı taşeron işçidir. Ödenekli kurumlar belediyeye bir şirket açar, ihale usulüyle işçi alır, kimini park bahçelerde kimini de bizim gibi sahne üzerinde kullanır. Taşeron işçinin dibiyiz a dostlar. Yok bir sağlık emekçisinden farkımız. Ha yok ben hala “sanatçıyım” diye burun büyütmek isteyenler varsa şimdiden geçmiş olsun demiş olayım. Özel tiyatrolar çok mu farklı. Kaç tanemizin sigortası yatırılıyor sahne aldığımız kurumlarda? Kaçımız önümüzdeki yıllar için güvencede hissediyoruz kendimizi?
Kurumların içindeki A kadro sanatçı dostlarımızın yıllardır kurumların bütün yükünü omuzlayan sözleşmeli genç oyunculara “tekkeyi bekleyen çorbayı içer” demesidir bu kurumların bu hale gelmesine yol veren. Onların haklarının ancak yıllarca bekledikten sonra almalarını haklı bulan akıldır. İşte biz o vakit kaybettik sınıf tavrımızı. Kendi seçkinliğimizi kaybetmemek adına meslek birliğimizin ana damarını kestik, attık. Çünkü kendimizi özel hissettik kısmı güvencelerimizle, kadrolarımızla. “Eeee! Yeni mezun oyuncular, enstrümanistler, dansçılar da beklesinler açlık sınırlarındaki kazançlarıyla seçkin birer kadro almayı.” dedik ya, işte o an koyuldu herkesin arasına hepimizi darmadağın edecek bir bomba. Önce kurum içinde elitist olduk; birlikte sahneye çıkacağımız arkadaşa “sözleşmeli oyuncular bu kulise giremez” dediğimizde, sonra o elitist tavır hakları için greve giden sağlık emekçisinin derdini anlamamaya kadar gidiverdi. Sonra TÜSAK tartışması çıkınca “Ne oluyor gidiyor kurumumuz vs.” diye bildiğimiz slogana yapışıp kaldık. Yıllarca özellikle taşrada sahne alan dostlara değil, bu elitist tavrı bir kurum tavrı hale getiren “SANATÇILARA”dır sözüm. Yurtdışı turnesine giderken sayı azaltmak için vazgeçilen yevmiyeli figürasyonun yüzüne turne dönüşü bakabilen riyadadır.
Bu kurumlar gereklidir ve değerdir her bulunduğu çevrede. Ancak yapılandırma mutlak gerekli. Hem zihinsel hem yapısal olarak. Ama asla sermaye koşullarına uyum için uydurulan TÜSAK’la değil.
Gelin hazır 1 Mayıs geliyorken önce biz kendimizi bir tartışalım. Hatta Tiyatro Portal bu konuyu bir dosya haline getirsin. İsteyen herkes yazısınız yazsın buraya. Sendikalar ve demokratik kitle örgütleriyle mahalle forumlarını da içinde katarak tartışmaya başlayalım. Ama önce gelin sınıfımızı tanıyalım. 1 Mayıs’ta emeğimize kastedenlerin, bizi güvencesiz çalışmaya zorlayanların karşısına sanatın emek cephesi şeklinde çıkalım, Taksim’e, Kızılay’a, ülkenin tüm yasaklı meydanlarına. Bir anda olmayacak biliyorum. En azından 1 Mayıs’ı bizim emeğimizin mücadele günü olarak kazıyalım beynimize.
Burnu büyütmeye gerek yok, işçiyiz işte!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.