Yarım asrı geçen bir süredir devam eden ve Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Elen halklarının gündelik hayatlarının bir parçası haline gelen Kıbrıs Sorunu’nda yeni bir süreç yaşanıyor. Aslında, yeni süreçler dahi rutine bağlanmış bir durumda Kıbrıs öznelinde. Müdahil olma biçimleri ve dereceleri zaman içinde farklılık gösterse de 50’li yılların sonundan itibaren Kıbrıs hakkında çeşitli özneler, çeşitli […]
Yarım asrı geçen bir süredir devam eden ve Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Elen halklarının gündelik hayatlarının bir parçası haline gelen Kıbrıs Sorunu’nda yeni bir süreç yaşanıyor. Aslında, yeni süreçler dahi rutine bağlanmış bir durumda Kıbrıs öznelinde. Müdahil olma biçimleri ve dereceleri zaman içinde farklılık gösterse de 50’li yılların sonundan itibaren Kıbrıs hakkında çeşitli özneler, çeşitli müzakereler ve planlar yürütüyor. Kıbrıs halkları ise bunca yıldır bölünmüş yurtlarında iki farklı ülkedeymişçesine birbirlerinden ayrı yaşıyor. Aradan geçen 40 yılda halklar arası etkileşim egemen çevrelerin yoğun çabalarıyla yok denecek kadar aza indirildi. Böylece ada halklarının Kıbrıs ile ilgili söz, yetki, karar hakkı için verebilecekleri ortak mücadelenin önündeki en büyük engel yaratılmış oldu. Kısacası adanın bölünmüşlüğünün en büyük mağduru bizzat ada halkları oldu. Yani Kıbrıs’ta bir barış, en çok Kıbrıs halklarının ihtiyacı. İşte bunca yıldır süren görüşmelerde yeni bir sürecin daha eşiğindeyiz. Müzakereler büyük bir hızla başladı. Özel temsilciler bu hafta karşılıklı olarak Ankara ve Atina’ya ziyaretlerde bulunacak. Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Elen bir heyetin böyle ziyaretlerde bulunması tarihte ilk kez yaşanıyor. Açıkçası müzakerelerin, yarım asrın aksine farklı bir sonuçla neticelenmesi ihtimali bir hayli yüksek. Peki; ama bu süreç neleri barındırıyor? Yıllardır ateşkes koşullarının hüküm sürdüğü Kıbrıs’a barış mı geliyor?
Kıbrıs’ta geçmişte ne olduğu ve bugüne nasıl gelindiği ile ilgili arka plan bu yazının konusu değil. Bu konuyla ilgili daha önce yine sendika.org’ta yayınlanmış olan “Kıbrıs’ta Bir Taşeronluk Öyküsü ve AKP” isimli makaleden yararlanabilirsiniz. (http://www.sendika.org/2012/10/kibrista-bir-taseronluk-oykusu-ve-akp-ali-sahin/)
Ancak yazıya bir zemin oluşturması için Kıbrıs’ın tarihine yine de kısaca değinebiliriz.
Kıbrıs, hem emperyalizm ve onun taşeronları olan Türkiye ve Yunanistan gibi diş dinamiklere hem de Kıbrıs’taki yine emperyalizm destekli iki halkın faşist çevrelerinin yarattığı çatışmalarla iç dinamiklere bağlı olarak bir bölünme yaşadı. Bu bölünmenin son adımı adada yaşanmış iç gelişmelerle NATO’nun bölgedeki çıkarlarını tehlikeye sokan Makarios`u[1]durdurmak için TC devleti tarafından gerçekleştirildi. Ancak yıllardır bir kahramanlık ve kardeşlik destanı olarak sunulan TC 1974 müdahalesi, iddia edilenin aksine ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirildi. Tabii ki; bir taşeron olarak Türkiye de adadaki varlığını güçlendirerek bundan fayda sağladı. 1974’teki çıkarma ile Makarios tehlikesi bertaraf edildikten sonra emperyalizm için Kıbrıs’taki sorun pratik oranda çözülmüş oluyordu. Artık mesele emperyalizm açısından pratik anlamda çözülmüş olan bu sorunu yasal bir duruma sokma meselesi idi. Yani emperyalizm için 1974’ten bu yana devam eden sorun adada lehine bir şekilde sonuçlanmış olan durumu yasallaştırma sorunudur. 1974’ten günümüze kesintili ve özneleri değişken olarak devam eden görüşme ve müzakereler, bölünmüş ya da birleşik olduğu fark etmeyen fakat uluslararası anlamda yasal olan bir Kıbrıs yaratma çabalarıdır. İşte yeni bir süreç olarak iki yıla yakın bir süreden sonra yeniden başlayan müzakereler de böyle bir çabanın ürünüdür. Ancak bu kez bazı değişiklikler var…
Doğalgazın “kerameti”
Bilindiği gibi Kıbrıs’ın güney kıyılarında bulunan doğal gaz rezervleri, ABD başta olmak üzere AB’den İsrail’e kadar birçok ülkenin iştahını kabartıyor. Çin bile yeni başlayan müzakere sürecinden duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. Türkiye ve Yunanistan gibi adada emperyalizmin taşeronu olarak görev üstlenen ülkeler de bu doğal gaz pastasından pay kapmak istiyorlar. İşte birçok ülkenin müdahil olduğu Kıbrıs Sorunu’nu yeniden gündem yapan şey, bu doğal gaz. Çünkü medyada açıkça dillendirildiği kadarıyla, doğal gazın Avrupa’ya aktarılması ile ilgili ekonomik olarak en kazançlı yol Türkiye üzerinden bir boru hattı geçirmek. Ancak Kıbrıs’ın mevcut durumu, uluslararası hukuk anlamında gayri yasallıklar barındırdığından ötürü(adanın kuzey yarısı Türkiye’nin işgali altındadır) bu proje için şu anda uygun değil. Bundan dolayı adanın bütünün uluslararası hukuka dahil edilmesi emperyalizm için bugüne kadar olduğundan çok daha acil bir hale geliyor. ABD’nin şu andaki sürece bu kadar müdahil olması büyük oranda bununla ilgili. Çeşitli ABD diplomatlarının adada yoğun olarak bir “barış elçisi” gibi cirit atması bu ivediliğin göstergesi. Doğal gaz o kadar önemli ki; Kıbrıs içi dinamikleri dahi farklı yönlere götürebiliyor. Şu anda kuzeyde ve güneyde başkanlık koltuğunda bulunan isimler sağcı bir geçmişe sahip. Ancak adanın geleceği ile ilgili ekonomik planlar, onları ve onlar gibi yıllardır adada halklar arası düşmanlık için çabalayan diğer sağcı kesimlerin hemen hemen hepsini dahi daha ılımlı konuşmaya itiyor. Adanın güneyinde de kuzeyinde de bu “barışçı” hava hakim. Öte yandan şu an için muallak bir ortam olsa da, Kıbrıs’a Türkiye’den borularla su taşımak gibi çeşitli ekonomik ve ticari projeler bu süreçle ilişkilendiriliyor. Tüm bu gelişmeler emperyalizmin adadaki yasallaştırma ihtiyacını söylem ve şekilsel düzeyde “barışçı” bir yöne kaydırmasını sağlıyor. Fakat onların “barışı” kendi çıkarlarını koruyan bir anlayışa dayalı, Kıbrıs halklarının çıkarlarına dayalı değil. Çünkü emperyalizm kendi Kıbrıs Sorunu’nu çözmeye çalışıyor.
Kıbrıs halkları ne durumda?
Yukarıda vurgulanan noktalarla birlikte söyleyebiliriz müzakere sürecinin bir anlaşma ile sonuçlanması ihtimali son derece yüksek. Fakat soruna Kıbrıs halklarının çıkarları açısından bakıldığında Kıbrıs Sorunu’nun Kıbrıs halklarının söz, yetki, karar sorunu olduğu gayet açıktır. Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Elenler tam 40 yıldır birbirlerinden ayrı yaşıyorlar. Aradan geçen bu 40 yılda halklar yalnız fiziksel olarak değil, bu fiziksel ayrılığa bağlı olarak sosyo- ekonomik olarak da birbirinden ayrıldı. Kıbrıslı Türkler, sözde bir devlet olduğu iddia edilen ancak gerçekte TC devletinin 40000 askeriyle kontrol altında tuttuğu bir alt yönetim olan kktc ile kendi kendini yönetme iradesinden mahrum edilmiş durumda. TC Devleti`nin 1974`ten bu yana üretimden koparma, ekonomik olarak bağımlı hale getirme ve kültürel anlamda asimile etme gibi çeşitli biçimlerde sürdürdüğü yok etme politikaları Kıbrıslı Türkleri bir yok oluş sürecine sokmuştur. Türkiye’deki AKP iktidarıyla birlikte bu süreç, şu ana kadarki en yüksek noktasındadır.
Kıbrıslı Elenler ise uluslararası anlamda yasal bir devlet altında yaşamanın verdiği avantaja sahip ve Yunanistan ile olan ilişkilerinde, Kıbrıslı Türklerin Türkiye ile olan durumuna kıyasla çok daha özerk bir ilişkiye sahip olsa da, Troyka’nın dayattığı neo-liberal politikalarla ekonomik ve siyasi anlamda yoğun bir baskı altında. Neo- liberal politikaların yarattığı yoksulluk Kıbrıslı Elenleri hiç olmadığı kadar zor bir duruma soktu.
Kısacası, Kıbrıs halkları için 40 yıldır süren ayrılık ne kadar derinleşmiş olursa olsun adanın birleşmesi ve halklar arası bir barış ihtiyacı bir zorunluluk olarak varlığını sürdürüyor. Ve bu zorunluluğun mücadelesi, iki halkın devrimcilerinin omuzlarında bir görev olarak duruyor. Fakat bu görev, adada bir anlaşma için yürütülen müzakereler konusunda olduğundan fazla bir beklenti yaratmamalı.
Şu an için Kıbrıs halkları müzakere sürecinin tamamen dışında bulunuyor. Müzakere sürecinde iki halkı temsil ettiği iddia edilen Nikos Anastasiadis ve Derviş Eroğlu dahi halkların çıkarlarından ziyade sermaye kesimlerinin çıkarlarıyla ilgileniyor.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, bir anlaşma fiili olarak adada bir birleşme yaratsa da bu anlaşma ada halkları arasında bir barış değil egemen çevreler arasında bir barı olacaktır. Ada halkların bir anlaşmaya birleşme anlamında referandumda “Evet” demesi şüphesiz ki barış için olumlu bir adımdır. Ancak barış “liderlerin” imzaladığı ve halkların önüne koydukları bir metin ile yaratılmaz. Barış halkların mücadelesi ile yaratılır.
Bu yüzden iki halkın devrimcileri, sürecin şu aşamasında müzakerelerde Kıbrıs haklarının sözünün ve çıkarlarının konuşulması, olası bir anlaşma durumunda ise egemenlerin sunduğu ile yetinilmemesi ve daha ilerisi için mücadele etmelidir.
Olası bir anlaşma, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Elen halklarının gündelik yaşamlarını ekonomik, kültürel ve siyasi yönde birleştirebildiği oranda barış için bir zemin sağlayacaktır. Kıbrıslı Türk sol liberal çevreler bir anlaşmayı Avrupa Birliği ile özdeşleştirerek bir AB güzellemesi yaratsa da bir anlaşmanın yaratacağı bu zemin, olası bir anlaşmanın en önemli ve tek olumlu tarafıdır.
2003’ten bu yana sınır kapıları açılması sonucu halklar arası karşılıklı geçişler yaşansa da iki halk birbirinin yaşamına büyük oranda yabancıdır. Bunun sebebi de iki halkın yukarıda vurguladığımız gibi fiilen iki ayrı “ülkede” yani iki farklı sosyo-ekonomik koşullar altında yaşamasıyla ilgilidir.
Fakat şunu da belirtmeliyiz ki bu yakınlaşma zemini illaki halklar arası güveni ve kardeşliği artıracak diye bir garanti yoktur. Çünkü iki halkın fiili yakınlaşması özelikle neo-liberal politikaların doğal sonucu olan yoksulluğun arttığı koşullarda faşizmin ve şovenizmin yükselmesine, dolayısıyla halklar arası yeni gerilimlere de sebep olabilir. İki halkın faşist çevrelerinin ilk hedefinin bu olacağına hiç kuşku yoktur. Bundan ötürü olası bir anlaşma öncesi ve sonrasında da iki halkın devrimcileri halkların yakınlaşması için fiilen mücadele vermek zorundadır.
Bu düşüncelere dayanarak şunu söyleyebiliriz ki; olası bir anlaşma, bütünüyle alkışlanacak bir ortam değil özellikle iki halkın sol kesimleri için emek ve barış eksenli mücadelesi açısından yeni görevler doğuracak yeni koşullar yaratacaktır.
[1] Makarios, Bağlantısızlar diye adlandırılan ülkelerle ve Sovyetler Birliği başta olmak üzere Doğu Blok’u ülkeleri ile iyi ilişkilere sahipti. Bu iyi ilişkiler, Makarios’un ideolojik görüşü üzerinden değil tamamen pragmatik politik duruşu ve dönemin politik atmosferi üzerinden şekillenmiş ilişkilerdi.
* Ali Şahin
Baraka Aktivisti
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.