Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) 2001 krizi sonrası en yüksek faiz artışına 28 Ocak’ta imza attı. Faiz artırma kararı alınırken döviz kurunun hızlı değerlenmesi karşısında Türk Lirası’nın çöküşünün engellenmesi amaçlandı. Dolardaki her 1 kuruşluk artışın, büyük bir döviz borcu olan özel sektörün borç yükünü yaklaşık 2 milyar TL daha artırdığı koşullarda TCMB’nin başka da bir […]
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) 2001 krizi sonrası en yüksek faiz artışına 28 Ocak’ta imza attı. Faiz artırma kararı alınırken döviz kurunun hızlı değerlenmesi karşısında Türk Lirası’nın çöküşünün engellenmesi amaçlandı. Dolardaki her 1 kuruşluk artışın, büyük bir döviz borcu olan özel sektörün borç yükünü yaklaşık 2 milyar TL daha artırdığı koşullarda TCMB’nin başka da bir seçeneği yoktu.
Türk lirasının fiyatının (faizin) artırılması döviz kurunun yükseliş eğilimini durduramadı, durduracak gibi de görünmüyor. ABD Merkez Bankası’nın (FED) Türkiye gibi “yükselen piyasaları” dövize boğan para politikalarını değiştirmesi AKP hükümetinin de üzerine bindiği dalganın sonu anlamına geliyor. FED’in musluğu kısıp faizleri yeniden yükseltmesi bu kez tersine bir fon akışına neden oluyor. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarından gelen “not kırma” haberleri ABD doları ve Avro’daki yükselişin süreceğini gösteriyor.
Bu durum üç yıldır hedefi aşan enflasyon oranın bu kez çok daha hızlı yükselmesi demek. Nitekim 2014 için hedeflenen enflasyonun üçte biri daha ilk ayda gerçekleşti bile. Ancak Başbakan’ın iddia ettiği gibi faizler yükseldiği için değil, faizlerin yükseltilmesine rağmen döviz kurunun yükselmesinin yol açacağı bir enflasyon bu. 2013 enflasyonunun hedefin üstünde çıkmasının başlıca sebebi enerji fiyatlarındaki ve döviz kurundaki artış idi. 2014’te döviz kurundaki hızlı artış ithalatı pahalılaştırırken, özellikle ithalatın en büyük kalemi olan enerji maliyetlerini hızla yükseltecek. Kısacası emek hareketinin en önemli gelişme kanallarından biri hayat pahalılığına ve zamlara karşı tepkiler olacak.
Erdoğan artan hayat pahalılığının sıralı seçimler sürecinde bir maliyeti olduğunun farkında. Yıllardır ekonomik başarı masalları anlatmasını sağlayan dış konjonktür sona eriyor ve AKP iktidarı Türkiye kapitalizminin kronik cari açık, döviz yetersizliği gibi onlarca hükümetin başını yiyen içsel sorunlarıyla baş başa kalıyor. Türkiye’nin bir borç krizi yok diye övünürken, bu kez kamu borcu değil özel sektör borcunun yarattığı kırılganlıklarla manevra alanı kalmıyor.
Dış krediyle şişirilmiş iç talebe dayalı “hormonlu büyüme” döneminin bittiğinin bizzat Erdoğan da farkında. A, B, C planları olduğunu söylese bile kendi de biliyor ki, kriz anlarında sermayenin bir kısmının elenmesi gerekir ve burada devletin rolü önem kazanır. Yani bir blok olarak sermaye artık arkasında durmayacaktır. Ve yine biliyor ki farklı sermaye kesimlerini kurtarsa da A planının da, B planının da, C planının da olmazsa olmaz ortak noktası emeğe saldırıdır. “Aksi gibi” tam da seçimlere giderken!
Kurdaki hızlı artış maliyetleri yükselttikçe sermayenin ortak talebi işgücü maliyetlerinin düşürülmesi ve işten çıkarmaların kolaylaştırılması olacaktır. Nitekim MÜSİAD faiz artırımının kararı sonrası bir açıklama yayımlayarak hükümetten işletmeler üzerindeki yükü hafifletecek ek tedbirleri istedi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) Aylık Ekonomi Bülteni’nde de hükümetin “reel sektörü güçlendirecek reform tedbirleri” alması istendi. Patronların bu doğrultuda istediği tedbirleri de bir önceki krizin ardından 2009 yılında yayımlanan “TİSK’in Reel Sektörün Güçlendirilmesine Yönelik Görüş Ve Önerileri” başlıklı raporundan bulabiliyoruz: “Ekonomik sıkıntılar yaşanan bir dönemde, reel sektör sosyal şarjlarla boğuşmak zorunda bırakılmamalıdır.” “İşçi çalıştırmaktan kaynaklanan yükler dönemsel olarak azaltılmalı (Sosyal sigorta işçi ve işveren prim oranları, işsizlik sigortası prim oranları, fonlara yapılan ödemeler, kıdem tazminatı yükü gibi)”
Tam da bu süreçte, sermayeyi “sosyal şarjlar”dan kurtaracak, iş gücünü değersizleştirecek ve güvencesiz çalıştırmayı yaygınlaştıracak “taşeron yasası”nın seçimden önceye yetiştirileceği veya hemen sonra çıkarılacak ilk yasa olacağı bizzat Çalışma Bakanı tarafından duyuruldu. İşyerlerindeki tüm işçilerin taşeron şirketler aracılığıyla çalıştırılmasına olanak veren yasa tasarısı daha önce Üçlü Danışma Kurulu’nda sendikalara sunulmuştu. Bu tasarı aynı zamanda kamu işverenini taşeron işçilerin kazandığı davalardan kurtarmayı hedefliyor. Daha ucuz emek maliyetleriyle tasarruf edilen kamu kaynaklarının sermaye kurtarma operasyonlarında kullanılacağını tahmin etmek de zor değil.
Taşeron yasasının ardından özel istihdam bürolarına işçi kiralama yetkisi veren yasa tasarısı sırada. Hükümet bu dönüşümlerin ağır sonuçlarının gecikmeli yansıyacağını düşünerek seçim sürecinde dahi emeğe karşı baskınlar planlarken işçi sınıfı da gelişmelerin izleyicisi kalmayacak. Özellikle kıdem tazminatına karşı proaktif bir mücadele süreci izleyen DİSK’in örgütlediği #Direnİşçi kampanyası önemli bir deneyim oldu. ;şçi havzalarındaki yoğun bilgilendirme faaliyetleri sonrası yapılan yaygın kitlesel eylemlerle yasanın gündeme gelmesini engellendi. Bu çelme atılamasaydı kriz sürecinde işten çıkarmalar patronlar için sıfır maliyetli olacaktı. İstenince oluyor ve yeniden yapılabilir. Krizi sermaye lehine çözmek için atılacak her adım, karşısında siyasal iktidarın krizini derinleştirecek #Direnİşçi kuşağını elbette bulacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.