Napolyon’a neden şarabın üzerinde durduğu sorulunca: “Bilader bunlar şarabı bulmuşlar ama içmesini bilmiyorlar, peygamberleri de bu nedenle onlara yasaklamıştır” demiştir. Doğruya doğru, öyle olmuştur Efendim her ne kadar günümüzde en pahalı şaraplar Fransızlarınki olsa da bundan beş bin yıl evvel devasa şarap küpü yapan Hititlerin hakkı açıkça yenmektedir. Zaten Hititlerin dilini çözen dilciler Hititçede şaraba […]
Napolyon’a neden şarabın üzerinde durduğu sorulunca: “Bilader bunlar şarabı bulmuşlar ama içmesini bilmiyorlar, peygamberleri de bu nedenle onlara yasaklamıştır” demiştir. Doğruya doğru, öyle olmuştur
Efendim her ne kadar günümüzde en pahalı şaraplar Fransızlarınki olsa da bundan beş bin yıl evvel devasa şarap küpü yapan Hititlerin hakkı açıkça yenmektedir.
Zaten Hititlerin dilini çözen dilciler Hititçede şaraba “Vino” dendiğini keşfetmişlerdir. Latincede “vine” denmesi ve Anadolu’da toprağa gömülü devasa şarap küplerinin bulunması bu gerçeğin tescilidir.
Malumunuz üzere Hititler Orta Anadolu’da yaşamışlardır.
Benim bir Hitit köylüsünün soyundan gelmediğimi de kimse ispatlayamaz.
Yunanlıların ve Romalıların şarabı keşfi çok sonraları olmuştur.
Bana kalırsa büyük savaşların nedenleri arasında şarabı saymamak eksik bir yaklaşımdır.
Napolyon’un ta Mısıra kadar gitmesi neyle izah edilebilir. Hele bir de yanında yüzlerce bilim insanı götürmesi.
Bu basit bir işgal değildir.
Napolyon’un bilimcileri şarabın sırrını öğrenmeye çalışmışlar ve muzaffer de olmuşlardır. Asıl büyük zafer budur.
Nitekim Napolyon’a neden şarabın üzerinde durduğu sorulunca:
“Bilader bunlar şarabı bulmuşlar ama içmesini bilmiyorlar, peygamberleri de bu nedenle onlara yasaklamıştır” demiştir.
Doğruya doğru, öyle olmuştur.
Batılı entelijensiyaya göre; bu bizim, yani Doğuluların genel karakteridir. İçmeyi bilmeyiz, oturmayı, kalkmayı, sevmeyi, yemeyi bilmeyiz. Kendi kendimize geçinemeyiz, bölemeyiz, bölüşemeyiz. Eti kokutmadan yiyemediğimiz gibi şarabı da köpürtmeden içemeyiz.
Bu nedenle şarabımızı çaldıkları kalmamış birde çanaksız olduğumuz fikriyatı ince ince işlenmiştir.
Sömürgeci batının egemenlerine gerekli olan; insan, asker gücü ancak henüz insanlığını tamamlayamamış, harem, hamam, erotizm, egzotizm, despotizm, miskinlik, çirkinlik, pislik, sapkınlık içerisindeki bir kavimler topluluğunu aydınlatacak, uygarlaştıracak, ileriye götürecek yegâne güç cennetle ödüllendirilerek seferber edilen kutsanmış Batılı köylü ve amele tayfasıdır.
Oldum olası bu Batılıların Doğululara karşı ilgisinin nedenine kafa yorarım.
Neden ama?
Senaristi, gezgini, filoloğu, antropoloğu, filozofu, edebiyatçısı, sanatçısı, siyasetçisi ya da herhangi bir turisti garip bir küçümseme ve “yazık ettiniz bu topraklara” edasında göz süzerler.
Mesela Dante: İslam’ın peygamberini “cehennemin dibine sürülmüş bir sahtekâr, kötülüklerinin bedelini iğrenç işkencelerle ödeyen bir günahkâr” olarak tasvir etmiştir.
Batı tiyatrosunda örneğin neden Doğulu kadınlar onca güzelken erkekler kaba ve çirkindir.
Bin bir gece masalları bana bin bir işkence gibi gelir.
Nasıl olup da kız çocuklarını diri diri toprağa gömen Arapların içindeki tüccar kadın Hatice’nin tiyatrosu yapılmaz. Üstelik kırk yaşında bir Arap kadının yirmili yaşlardaki bir erkekle cahiliye devrindeki fetrette nasıl evlendiği neden sanata konu edilmemiştir. Hatice neden toprağa gömülmemiştir. Kendisinden 15 yaş küçük bir erkekle nasıl bir evlilik yapmıştır. Ne tür bir nikah kıyılmıştır. Nikahı kimler kıymıştır. Neden araştırma konusu yapılmaz. Hatice ölünce malı mülkü neden kocasına verilmiştir. Öyle düşünürüm işte.
Neden hala Erasmus’la Türkiye’den Polonya’ya gitmiş öğrenciye Macar bir öğrenci:
“Türkiye den mi? Göbek dansı yapar mısın? Ama başına ve beline renkli bezler bağlamalısın” der. Neden?
Bir profesör konuşuyor: Hırsızlığın üstünü örtmeyelim, Roboski’yi unutmayalım, Ermeni katliamını es geçmeyelim, Kürt asimilasyonu ne olacak.
Tamam da çıbanın başını patlatsan ne olacak, dibine neden inmiyorsun.
Batı kriterleri, Batı demokrasisi, Batı kültürü, Batı medeniyeti.
Batı’nın yarattığı bu oryantalizm içimize işlemiş. Kurtulamıyoruz.
Garip bir hayranlık. Celladına aşık olmak gibi.
Afrika, Türkiye, Ortadoğu, Ermenistan, Kürdistan Batı’nın işgali altında.
Allah Allah diye vuruyoruz birbirimizi ve hala birbirimizle hesaplaşma derdindeyiz.
Sömürgecilik ve haydutluk bir karşı yaratmadan, bir çirkin, bir kötü, ıslah edilmesi gereken yoldan çıkmış sapkın bir kavim ya da hakkı yenmiş, soyu kurutulmuş, asimile edilmiş, bastırılmış bir topluluk yaratmadan kendini var edemez.
Batı Batı dediğimiz şey Doğu’nun şah damarlarına dişini geçirmiş bir vampir gibi.
Bu vampir bizsiz aç kalacak.
Lord Curzon, Lordlar Kamarası’nda 27 Eylül 1909’da yaptığı konuşmada bakın neler diyor.
“Doğu insanının yalnız dillerine değil, törelerine, hissiyatına, geleneklerine, tarihine, dinine de aşina olmamız, doğu ruhu diyebileceğimiz şeyi anlama maharetimiz, kazanmış olduğumuz mevkii gelecekte de koruyabilmemizi sağlayacak tek dayanaktır.”
Neden böyle konuşuyor?
Şarap bizim lakin çanak sömürgecilerin.
Şarabın saklanması en az yapımı kadar özen ister.
Meşe ağacından yapılma tahta fıçılarda 4-5 yıl saklanan şaraplar genellikle loş, sarsıntı ve gürültüden uzak serin mahzenlerde muhafaza edilir. Mesela Pensilvanya böyle bir yerdir. Türkiye’de yıllandırılan şarapların bedene faydası 8-10 yıl arasında değişir.
Şarabın etkisini artırmak için yanında Türk cızlaması, Kürt bızlaması, Ermeni kömbesi, Arap aşı, Çerkez pilavı, Tatar çi böreği, Laz lahana çorbası olsa da çanağı sık sık değiştirmek elzemdir.
Doğu insanı şaraba değil çanağa refleks göstermektedir.
Bir de çanağın sağdan mı soldan mı, nereden ikram edileceği mühimdir.
Mümkün ise vatan, yurtseverlik, özgürlük, bağımsızlık gibi müzik eşliğinde sunulmalıdır.
Gülbahar ardımdan sarkmış gene konuşuyor:
Yav kardeşim Türk, Kürt, Ermeni, Çerkes, Arap, Laz, Tatar, yani tüm Doğu halkları kendi şarabımızı yapamaz mıyız?
“Yapıyoruz yapmasına da hep dömi oluyor” dedim.
“İyi de” dedi “Papaz karası, kalecik karası, sergi karası, öküzgözü” ne olacak.
“Gülbahar sorun üzümde değil, şarapta da değil, çanakta.”
“Dömi şarap ne oluyor şimdi” dedi.
Şarabımızı çalan haydut sürüsü çaldıkları yerlere yerlilerden; yönetici, sanatçı aydın, seçkin, yazar, çizer takımı yerleştirirler. Hatta onların yakalarına, Devlet nişanı, Nobel ödülü, Yüzyılın Kahramanı gibi etiketler iliştirirler. Böylelikle kendi halkına, kültürüne, tarihine yabancılaşmış yerliler marifetiyle medeniyet dedikleri Batı sömürgeciliğinin terimlerini bütün bir toplumda içselleştirirler.
“E o zaman lütfen babamın şarap çanağına laf etme” dedi.
“Laf edersem ne dersen o olayım, lakin babanın içtiği sirke olmasın dikkat et.”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.