Cemaat’inden CHP’sine bütün sistem içi aktörler ABD’den gelen işaretlere göre pozisyon alırken, kendi kabahatlerini gizlemek için “dış mihrakları” suçlayan AKP’li komplo teorisyenlerinin varlığı nedeniyle ABD’nin operasyondaki merkezi rolü yok sayılabilir mi? Tanıl Bora’nın “anti-politik habislik” dediği tam da böyle bir şey olmasın. Hem de “her daim iktidarın asıl sahibini destekleyen politik bir habislik”e olanak yaratanından… […]
Cemaat’inden CHP’sine bütün sistem içi aktörler ABD’den gelen işaretlere göre pozisyon alırken, kendi kabahatlerini gizlemek için “dış mihrakları” suçlayan AKP’li komplo teorisyenlerinin varlığı nedeniyle ABD’nin operasyondaki merkezi rolü yok sayılabilir mi? Tanıl Bora’nın “anti-politik habislik” dediği tam da böyle bir şey olmasın. Hem de “her daim iktidarın asıl sahibini destekleyen politik bir habislik”e olanak yaratanından…
Başkanlık sarayının kapısına dayanıp içine girmeyen bütün halk ayaklanmaları gibi Haziran İsyanı da iktidarın tepesindeki hasta adamı siyaseten öldürdü ama cenazesini kaldırmadı.[1] Çünkü yönetilenler artık eskisi gibi yönetilmek istemiyordu ama yönetmeye de henüz hazır ve talip değildi. Gezi buydu.
Ve şimdi o ceset kokarken Tayyip’i iyi bilen muhterem Cemaat ön safta, iktidar blokunun yerli yabancı bütün unsurları arkadan başlarını uzatarak “hadi artık” diyor, “şu cenazeyi kaldıralım.” Çünkü egemenler, dış politikasıyla, ekonomisiyle artık yönetemez hale gelen adamın “benden sonrası tufan” diyerek sarıldığı koltukta daha fazla kalıp kendisiyle birlikte bütün bir sistemi de çökertmesini istemiyor. 17 Aralık’ta başlayan operasyon da bu.
Tayyip Erdoğan her ne kadar Haziran İsyanı ile 17 Aralık operasyonunu aynı kefeye koymaya çalışsa da, halk isyanından yükselen “yetti artık” itirazıyla, yolsuzluk operasyonu eşliğinde iktidar blokundan gelen “yetti artık” uyarısı arasında kökten bir fark var. Birincisi aşağıdan ve sistem karşıtı bir devrimci itirazı, ikincisi yukarıdan ve sistemi hem miadı dolmuş adamdan hem de isyan tehdidinden kurtarmaya yönelik bir sistem içi müdahaleyi temsil ediyor.
17 Aralık operasyonu ile başlayan operasyonun bir amacı Tayyip Erdoğan yönetimi altında 2012 yazından beri sallantıda olan Türkiye’yi yeniden yola getirmekse, diğer amacı da sistemin krizine devrimci bir müdahale olan Haziran İsyanı’nın sistem karşıtı enerjisini soğurmak, sisteme eklemlemek.
İşte tam da bu noktada operasyonun arkasındaki asıl dinamiği teşhis ederek halkın itirazını egemenlerin itirazından ayrı tutacak politik araçlar geliştirmek, yani solun bağımsız bir tutum almasına öncelik vermek, devrimci bir siyaset üretebilmek açısından zorunluluktur.
Ne var ki operasyonun arkasındaki asıl dinamiği teşhis etme çabasını gereksiz, hatta zararlı bulan yaklaşımlar da var. Tanıl Bora’nın Birikim’deki “Operasyon” başlıklı yazısı da bu açıdan tartışmaya değer.
Tanıl Bora, Birikim’in Ocak 2014 sayısındaki “Operasyon” başlıklı yazısında, özetle, Cemaat operasyonu görünümündeki politik müdahalenin arka planındaki güçleri ortaya koyma çabasının solu anti-politik bir pozisyona iteceğini savunuyor.
Tayyip Erdoğan’ın ve AKP medyasının 17 Aralık’ta başlayan operasyona ilişkin “dış güçlerin yönettiği komplo” benzeri değerlendirmelerini sıraladıktan sonra Sendika.Org’un 17 Aralık günü başlayan operasyonla ilgili haberini de aynı kategoriye soldan bir örnek diye gösterip eleştiriyor:
“Bir operasyonun arkasındaki esas operasyonu teşhis etme hevesinin solda da eksik olmadığını biliyoruz. Sendika.org internet sitesindeki bir yazının başlığı: ‘Cemaat görünümlü CIA operasyonu’, bunun taze örneğidir. Operasyon mefhumuna düşkünlük, komplo zihniyetinin bir sendromudur. (…) Her politik eylemin, her kamusal sözün arkasında, o eylemin failini, o sözün sahibini hiçleştirerek, araçsallaştırarak, deşifre edecek bir ‘operasyon’ arayan komplo zihniyetinin anti-politik habisliğini tekrarlamaya gerek var mı? Bu zihniyet, hiçbir konunun içeriğini konuşmaya meydan vermez, her konuyu güç mücadelesinin aritmetiğine vurur.”
İçerikten kasıt eğer “AKP’nin kent yağması ekseninde dönen yolsuzlukları” ya da “Suriye’deki cihatçı gruplara desteği” ya da “Paris ve Roboski Katliamları’nda sorumluluğu bulunduğu” ya da “Tayyip Erdoğan’ın anti-demokratik tutumu” ya da “Cemaat ile arasında bir gerilim bulunduğu” ise, bunlar, Cemaat’in emniyet ve yargıdaki kadrolarının AKP’nin tepesini hedef alan bir operasyon başlatmasıyla öğrenilmiş şeyler değil. Rantçı yağma, savaş kışkırtıcılığı ve katliamlar, AKP’ye karşı Kasım 2002’den bu yana kesintisiz bir siyasal-sosyal muhalefet yürüten, hatta bu yüzden “AKP karşıtı” sıfatı bir kabahatmiş gibi kullanılan sosyalistlerin ve onların önemli bir parçasını oluşturduğu toplumsal muhalefetin sürekli gündemindeydi, hala da öyle.
Hatta 17 Aralık’ta başlayan operasyon(lar)a ve tartışmalara konu olan bu gündemler, Haziran İsyanı’nın patlak vermesinde temel rol oynaya unsurlar arasındaydı. Direnişin ve isyanın Gezi Parkı’ndaki bir inşaat projesine karşı başlaması, Erdoğan’ın hukuk tanımaz anti-demokratik yönetme tarzını hedef alması, en kuvvetli odaklarından birinin TIR’ların savaş taşıdığı Hatay olması boşuna değildi. Aslında herkes her şeyi biliyordu. AKP yolsuzluğa davetiye çıkaran neoliberal kent politikalarına, mezhep savaşına davetiye çıkaran Suriye macerasına, tek adam yönetimine davetiye çıkaran yürütmenin güçlendirilmesi hedefine sermayenin, Cemaat’in ve ABD’nin bilgi, beklenti ve işbirlikleri haricinde girişmemişti. AKP süreci yönetebildikçe halka karşı işlenen suçların hesabını soran da yoktu. Operasyonu tetikleyen sorun Tayyip Erdoğan’ın artık bir “halk isyanı” tehdidini de açığa çıkararak yönetemez hale gelmesi ve düşüşünü engellemek için partisinin, devletin ve bütün ülkenin kaderini kendi kaderine bağlamaya girişmesidir. Operasyonun tetiklendiği adres ise Ortadoğu’nun yanı başındaki NATO üyesi müttefikinin bu hale gelmesine kayıtsız kalması mümkün olmayan ABD’dir.[2]
Cemaat’inden CHP’sine bütün sistem içi aktörler ABD’den gelen işaretlere göre pozisyon alırken, kendi kabahatlerini gizlemek için “dış mihrakları” suçlayan AKP’li komplo teorisyenlerinin varlığı nedeniyle ABD’nin operasyondaki merkezi rolü yok sayılabilir mi? Tanıl Bora’nın “anti-politik habislik” dediği tam da böyle bir şey olmasın. Hem de “her daim iktidarın asıl sahibini destekleyen politik bir habislik”e olanak yaratanından… İktidardan yana durmak gibi bir amacı olmadığı bilinen Bora’nın bir politik sürecin iç dinamiklerinin yok sayılmasına karşı haklı itirazı, o iç dinamikleri belirleyen ve dışarıda görünse bile aslında içselleşmiş olan temel dinamiğin yok sayılmasına vardığında vahim bir politik hataya dönüşüyor. Bu hataya düşenler değil mi ki AKP-Cemaat koalisyonunun orduyla girdiği iktidar mücadelesini kaçınılmaz olarak demokratikleşmeye kapı aralayan bir süreç ilan etmiş, en simge politik müdahaleleri de 12 Eylül 2010 referandumunda örgütlenen “yetmez ama evet” kampanyası olmuştu. O dönemde bu iktidar mücadelesinin ABD’nin izni ve yönlendirmesi dahilinde devletin/kontrgerillanın yeniden yapılandırılması süreci olduğunu söyleyerek, demokratikleşme iddialarını reddeden AKP karşıtı solun haklılığı zamanla anlaşıldı. Ancak eskisine rahmet okutan bir baskı rejimi kurulmuş, bu süreçte gerçek bir demokrasi mücadelesi yürütülmesinin olanakları “demokrasi ve özgürlük” adına AKP’ye destek çıkan kesimlerin çabalarıyla zayıflatılmıştı.
“Yetmez ama evet”çiler şimdi ise AKP’ye “Yetti artık” diyor. 12 Eylül 2010 referandumunun ardından haksız çıktıklarında değil, Tekel işçileri kış ortasında suya atıldığında değil, iş cinayetlerine kurban giden işçi sayısı 10 yılda 10 bini aştığında değil, grev hakkı yasaklanıp işçiler hükümet zoruyla sendikasızlaştırıldığında değil, Roboski Katliamı yaşanıp Tayyip Erdoğan TSK’ya teşekkür ettiğinde değil, Hopa’da Metin Lokumcu öldürüldüğünde değil, KCK-Devrimci Karargah-Oda TV-Hopa operasyonları yapıldığında değil, Paris Katliamı yaşandığında Taksim 1 Mayıs’lara yasaklandığında değil, Reyhanlı kana bulandığında değil, bugün dosyalara giren ama herkesin yıllardır bildiği ve birilerinin yıllardır direndiği yolsuzluklar yapıldığında değil, Gezi’yle birlikte milyonlar sokaklara dökülüp “Yetti artık” dediğinde de değil… Ama şimdi. Yani Cemaat kadroları eliyle AKP’ye devlet içi bir operasyon başlatıldıktan, ABD’den Tayyip Erdoğan’a açıktan müdahale çağrısı yapıldıktan, TÜSİAD sesini yükselttikten, AB temsilcileri kapalı kapılar ardında konuşmayı bırakıp kamuoyu önünde Tayyip Erdoğan’la dalga geçmeye başladıktan sonra… Ha bir de, yanlarına Cemaat’in açık alan örgütü Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkan Yardımcısı Cemal Uşşak’ı da alarak. Aslında “yetmez ama evet” derken ne yapıyorlardıysa “yetti artık” derken de aynı şeyi yapıyorlar. Devlet emperyalizmin ve sermayenin çıkarları doğrultusunda yeni bir operasyona tabi tutulurken, operasyonun yürütücülerine halkın gözünde meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar.
Başkanlık sarayının kapısına dayanıp içine girmeyen bütün halk ayaklanmaları gibi Haziran İsyanı da iktidarın tepesindeki hasta adamı siyaseten öldürdü ama cenazesini kaldırmadı. Ve şimdi o ceset kokarken Tayyip’i iyi bilen muhterem Cemaat ön safta, iktidar blokunun yerli yabancı bütün unsurları arkadan başlarını uzatarak “hadi artık” diyor, “şu cenazeyi kaldıralım.” Ama operasyonun yürütücüleri iki mezar çukuru kazmış. Biri artık yönetemeyen Tayyip için, diğeri de artık eskisi gibi yönetilmek istemeyen halkın isyanı için. ABD’nin işareti ile muhterem Cemaat’in tertiplediği cenaze törenine katılmanın halk kesimleri açısından ölümcül sonuçları olacaktır. Teminatı, cenaze törenini tertipleyen ya da operasyonu yürüten aygıtın yazdığı kahramanlık destanları, tertiplediği eski operasyonlardır.
Öte yandan halk isyanı ile gerçek politik bağlar kurmaya yetenekli tek güç olan sosyalistlerin bağımsız tutumlarını ve halk isyanı ile bağlarını koruması senaryoyu tersine çevirebilecektir. Açığa çıkan yolsuzluklara, hukuksuzluklara, savaş suçlarına karşı çıkarken operasyona uğrayanla operasyonu yürütenlerin suç ortaklığının vurgulanması; 27 Aralık’ta olduğu gibi halkın itirazını sokakta meşru-militan-kitlesel eylemlerle dile getirmesi; operasyona paralel ilerleyen sağ-CHP projesine karşı Ankara ortak sol aday çalışmasında olduğu gibi somut tavır alınması; 22 Aralık İstanbul kent mitinginde ilan edildiği gibi “bu hükümetin kente dair projeleri artık hükümsüzdür” denerek halk güçlerinin doğrudan eylemleriyle kentsel haklara sahip çıkılması, bu doğrultuda değerlendirilebilecek gelişmelerdir. Bu eğilimlerin devrimci stratejik bir çerçevede kavranması halinde sistemin kurtulması için, artık yönetemeyen Tayyip Erdoğan’dan kurtulması da yetmeyecektir. Teminatı, 2008’den bu yana dünya çapında dikiş tutturamayan emperyalist kapitalist sistemin krizi ve Haziran İsyanı’nda olduğu gibi halkların yükselen devrimci dinamizmidir.
[1] AKP’nin 2012 yazında hem Suriye’de hem de Türkiye Kürdistan’ında aldığı yenilgiler ve ekonomik kırılganlık AKP iktidarının geleceğini sallantıya sokmuştu. Bu durum bir yandan AKP karşıtı toplumsal itirazları yükseltirken bir yandan da iktidar bloku içinde yüksek sesli sorgulamaların açığa çıkmasına yol açıyor ve artık Erdoğan’ın siyasi geleceğine şüphe ile bakılıyordu. Gezi, AKP’nin çok boyutlu krizinin giderek derinleştiği bir dönemde gündeme geldi.
[2] ABD’nin AKP ile iktidara gelmeden ilişkilerin kurulması da dahil olmak üzere Türkiye siyasetinin kurucu akıllarından eski Türkiye Büyükelçisi ve Partilerüstü Politika Merkezi uzmanlarından Morton Abramowitz, Eylül 2012’deki Sallantı’daki Türkiye başlıklı yazısı ile kamuoyu önündeki ilk “uyarısını” yaparak AKP’nin hala alternatifsiz olduğunu ama Suriye savaşı başta olmak üzere dış politika ve Kürt sorununda girdiği sıkıntılı yolun, AKP’yi 2014’te bölünmeye ya da çözülmeye götürebileceğini yazdı. Mayıs-Haziran 2013’te Gezi Direnişi-Haziran İsyanı patlak verdikten sonra ise yine Abramowitz’in kendisi gibi eski bir Türkiye Büyükelçisi olan Eric Edelman’la “Retorikten Realite’ye– ABD’nin Türkiye Politikasını Yeri Düzenlemek” başlıklı Ekim 2013 tarihli raporu yayımlandı. Rapor AKP’nin mezhepçi ve otoriter yönelimi nedeniyle artık işlevini yitirdiğini vurguluyordu. Yine aynı ikilinin 23 Ocak 2014’te “ABD Türkiye’yi yola getirmeli” başlıklı yazısında ise Erdoğan’ın düşüşünün engellenemez olduğu ve ABD’nin artık açıktan müdahale etmesi gerektiği ilan edildi. Cemaat kadroları eliyle 17 Aralık 2014’te başlatılan operasyonun hazırlık süreci de 2012’de başlamıştı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.