*BirGün’ün Ordu Üniversitesi’nde görev yapan Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım ile “Türkiye Sağının Yolsuzluk Aşkı Yazı Dizisi” için yaptığı söyleşinin tam metni Hocam, “Hamidiye Rejimi Çözülürken” başlıklı yazınızda yolsuzlukla mücadele söylemi üzerinden sermaye hegemonyasının restorasyonu riski olduğunu yazdınız ve bu konuda kullanılan dilin önemine işaret ettiniz. Önce bu yolsuzlukla mücadele söylemi ile neoliberal hegemonyanın restorasyonu […]
*BirGün’ün Ordu Üniversitesi’nde görev yapan Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım ile “Türkiye Sağının Yolsuzluk Aşkı Yazı Dizisi” için yaptığı söyleşinin tam metni
Hocam, “Hamidiye Rejimi Çözülürken” başlıklı yazınızda yolsuzlukla mücadele söylemi üzerinden sermaye hegemonyasının restorasyonu riski olduğunu yazdınız ve bu konuda kullanılan dilin önemine işaret ettiniz. Önce bu yolsuzlukla mücadele söylemi ile neoliberal hegemonyanın restorasyonu arasında nasıl bir bağ var, orayı açalım mı?
Elbette. Biliyorsunuz neoliberalizm piyasa ilişkilerinin hayatın her alanına, devletin zor gücünü de yanına alarak yayılması ve sermayenin krizle mücadele stratejisi olarak 70’lerde yüzünü gösterdi. Washington Uzlaşması olarak bilinen neoliberalizmin birinci kuşak politikalarına Latin Amerika başta olmak üzere çevre ve yarı çevre ülkeler darbeleri de içerecek şekilde hegemonik olmayan yollarla eklemlendi. Bu strateji temelde devletin tüm sorunların kaynağı olduğunu söylüyordu, dolayısıyla katı bir özelleştirme/piyasalaştırma programı dayatıyordu. Fakat 1997 Asya Krizi sonrasında, özellikle çevre ve yarı çevre ülkelerde neoliberal tahribatın izleri keskinleşti. Bu noktada Dünya Bankası gibi uluslararası sermayenin önemli bir kuruluşu öne çıktı ve bir yandan patlamaya hazır, sistem dışı seçeneklere yönelme potansiyeli güçlenen alt sınıflara dönük yoksullukla mücadele stratejileri (bizde uygulanan sosyal riski azaltma projesi gibi) öne çıkarıldı ve devlete bu konuda yeni görevler yüklendi; diğer yandan da krizleri devletin yeterince şeffaf olmaması, hesap verebilirliğin eksik olması gibi nedenlere bağlayıp krizin yolsuzluğa batmış devlet yöneticilerinin ve şeffaf olmayan devlet yapısının sonucu olduğu fikri yayılmaya başlandı. Sermayenin sorumluluğu dışsallaştırma yöntemi diyebiliriz buna. Buradan hareketle 97 Krizi sonunda uluslararası tekelci sermaye ve ilişkili sermaye fraksiyonları, “yolsuzluk ve yoksullukla mücadele” söylemiyle ve yeni “içerme” politikalarıyla neoliberalizmi daha hegemonik hale getirmeye, bir tür denetleme ideolojisine dönüştürmeye, yani krizi fırsata çevirmeye çalıştılar. Bu her ülkede farklı biçimlerde yerlileşti. Post-Washington Uzlaşması denilen ve yönetişimcilik olarak da anabileceğimiz bu paket Türkiye’ye 2001 Krizi sonrasında Derviş aracılığıyla (15 günde 15 yasa) yerleştirildi ve AKP aracılığıyla, benim neoliberal popülist dediğim politikalarla da hegemonik hale getirildi. Özetle yolsuzlukla mücadele söylemi üzerinden neoliberalizm 2001 Krizi sonrası hem tarımda getirdiği kotalarla hem de kamuya dayattığı özelleştirme programlarıyla piyasacılığın zeminini pekiştiren; alt sınıfları yoksullukla mücadele/hayırseverlik politikalarıyla denetlerken devletin kamusallığını “yolsuzlukla mücadele” programı üzerinden tasfiyeye girişen bir nitelik kazandı. Ekonomik karar süreçlerinde sermaye gruplarına ise “bağımsız” ama oldukça bağımlı üst kurullar aracılığıyla doğrudan devlet içinde çıkarları temsil etme imkanları sağlanmış oldu. 97 sonrasında sermayenin restorasyon, pasif devrim programlarının hegemonik kılınması anlarında hep bu “yolsuzlukla mücadele” söyleminin öne çıktığını görüyoruz. Bugünkü gelişmelerde “yolsuzluk” karşıtı söylemin seçilmesini de böyle bir restorasyon hamlesi girişimi temelinde okumalıyız.
Bu durumda 17 Aralık Operasyonu sonrasında yolsuzluklar üzerinden kurulan ve oraya sıkışan mücadele diline dikkat etmek gerektiğini söylüyorsunuz.
Evet, burası önemli. Bakın az önce anlattığım haliyle olduğunda yolsuzlukla mücadele söylemi doğrudan üretim ilişkilerini hedef almaz; aksine neoliberalizmi ahlakileştirme girişimidir. Türkiye’de bu programı uygulamaya koyan Kemal Derviş tekelleşmenin önünü açmış; tarım üretiminde tütüne, şekere kotaları uluslararası sermaye lehine dayatmış; “yolsuzluk” ürettiği söylenen ve kriz yarattığı fikri halka sunulan kamu işletmelerinin özelleştirilmesi programı sonucunda, Türkiye tarihinin en büyük özelleştirme rakamları Derviş programının takip edildiği yıllarda AKP döneminde sağlanmıştır. Dolayısıyla sermayenin yukarıdan kurduğu “yolsuzlukla mücadele” söyleminde hiçbir kamucu/halkçı yan yoktur; aksine tarımda mülksüzleşme, işçileşme; kamu hizmetlerinde piyasalaşma ve özelleştirme ile sonuçlanmıştır. Bir defa bunun altını iyi çizelim ve 17 Aralık’a giden süreçte CHP’nin ekonomi politikalarının da bu temelde yeniden “yönetişimci” çizgide yapılandırıldığını ve bunun Derviş’in koordinatörlüğünde sürdürüldüğünü hatırlatalım. Nerede ve ne zaman Kemal Derviş’i görüyorsanız, bilin ki uluslar arası sermaye ile uluslararasılaşmış sermaye fraksiyonları yolsuzluk üzerinden bir restorasyona; ama kitleleri de eylemsizleştirecek, enerjisini çalacak şekilde, Gramsci’nin pasif devrim dediği türden bir restorasyona girişmeye başlamıştır diyebiliriz. Kaldı ki kurulan “yolsuzluk karşıtı” mücadele dili dikkat ederseniz TÜSİAD ve CHP tarafından üst kurulların bağımsızlığının ortadan kalkması; kamu ihalelerinde şeffaflık ve rekabet ilkesinin çökmesi üzerinden kuruluyor. O açıdan AKP’nin üzerinde yükseldiği bu yağmacı, ranta dayalı kalkınma modelinin Haziran’da ortaya çıkan halkçı-kamucu eleştirisinin yerini, Aralık programında yağmanın denetimsizlikten denetimliliğe geçişini ve devletin kaynak transferlerinde sermaye içi denge gözetilmesini savunan piyasacı restorasyon programı almak üzere; tehdit dediğim budur. Burada yolsuzlukla mücadele söylemi; dar sınıfsal çıkarların ötesine geçerek kendisini evrenselleştirme arayışının uzantısı. Gülen’in kasetlerindeki Koç vurgularıyla CHP’nin Cemaat’in açtığı yoldan kurduğu yolsuzlukla mücadele dilini birleştirin; yeni iktidar bloğunun hesaplamalarına ulaşırsınız. Bu açıdan ben hesaplaşmayı AKP-Cemaat çatışması olarak görmenin yeterli olmadığını düşünüyorum. Burada cemaatin yaptığı, sınıfsal bir kapışma içinde; geride kalan Silivri Hukuku’na dayalı baskıcı yeni rejim inşası sürecine verdiği katkılarla AKP koalisyonunun önemli bir bileşeni olmuş bir aktörün, çözülen projeden yolsuzlukla mücadele gibi bir kılıfa dayanarak kendisini ayırma, konumunu ahlakileştirme ve geçmişi aklama girişimi olarak görülmeli; yoksa kapışma yağmacılığın denetimli mi denetimsiz mi olacağı üzerinden işin içine finans sermayesini de Körfez sermayesini de katan uluslararasılaşmış bir sermaye içi fraksiyon kapışması.
Burayı biraz açalım mı?
Elbette. Dikkat ederseniz 17 Aralık “rüşvet ve yolsuzluk operasyonu”nda AKP’nin İran’la ilişkileri üzerinden başlansa da, özünde AKP’nin yağmacı birikim rejiminden yararlanan, ilkel birikime; ranta, inşaata ve enerjiye dayalı büyümeden faydalanan sermaye grupları ve özel olarak da Körfez sermayesiyle ilişkili fraksiyonlar hedef alındı. Bunun tesadüf olduğunu düşünemeyiz. Temelde hedefe konulan mekanizma yolsuzluk değil; AKP’nin üzerinde yükseldiği hegemonya projesinin maddi dayanakları. Burada TÜSİAD, TUSKON ve uluslar arası sermayenin tavrı “yolsuzluk” karşıtı ve şeffaflık üzerine kurulu. Bunun elbette burada yeterli düzeyde yer bulup açamayacağımız çok boyutu var. Ama neticede gelişmeler iktidar bloğunu yukarıdan birleştiren hegemonya projesinin çözülmesine ve yapılacak ayıklamalarla restorasyon hedefine işaret ediyor. Buradaki tartışmanınsa yağma programı denetimli mi olsun denetimsiz mi; dağılım fraksiyonlar arasında dengeli mi olsun dengesiz mi? tartışması olduğunu görmek zorundayız. Sonuçta soru şudur? İktidar bloğu içinde, yolsuzluk karşıtı söylem üzerinden kurulmak istenen hegemonik restorasyonda denetimli yağmacılıkla denetimsiz yağmacılık programı üzerinden halk hareketi kendisini ifade etmeli mi? Yanıt net; etmemeli; çünkü denetimli yağmacılarla denetimsiz yağmacılar güvencesizliğin, sendikasızlığın yaygınlaştırılmasında; hizmetlerin piyasalaştırılmasında, kamusal varlıkların özelleştirilmesinde; emekçi sınıfların İslami hayırseverlik sosuna batırılmış, hak temelinden yoksun pansuman tedavilerle denetim altında tutulmaları programında hiç ayrışmadılar ve ayrışmazlar. Biz Haziran mecrasını program olarak bunun karşısında okumazsak, Aralık kışı Haziran güneşini soğuracak; ki böyle bir denetleme, ön alma hedefinin bu restorasyon projesinde olmadığını kim söyleyebilir?
Bu durumda ne yapmak gerek? Yolsuzlukla mücadele önemsizdir mi diyeceğiz?
Kesinlikle hayır. Tam da bu nedenle yolsuzluk üreten mekanizmayı yağmacı birikim sistemiyle ve devletin bu süreçte açığa çıkan özelleşmiş çıkar bekçiliği karakteriyle ilişkilendirmemiz gerekiyor. Yani mülksüzleştirmeye, ranta; el koymaya dayalı yağmacılık programı karşısında iktidar bloğu içindeki mücadelede bir tarafa yedeklenmek yerine; AKP otoriterliğinin karşısında piyasacı yönetişim otoriterliğinde erimek yerine; modelin topyekün yağmacı ve piyasacı karakterine karşı durmak; devletin sınıf karakterini bu açıdan belirginleştirmek gerekiyor. Dolayısıyla şunu belirtelim; yolsuzluklar üzerinden oluşan toplumsal duyarlılığı yok saymayan ama yerinde de saymadan buradaki toplumsal enerjiyi piyasacı hegemonyanın karşısında halkçı-kamucu programın inşası sürecine katan bir siyasal müdahale ve bu program temelinde bir merkez inşası şart ve mümkün. Bunun için de özelleştirmecilerin otoriter yönetişim programıyla rantçıların despotik yağma programına karşı toptan müştereklerimizin; kamusal varlıklarımızın, hizmetlerin, iş güvencesinin ve eşit yurttaşlık haklarının savunusuna dönük bir yeni kamucu-halkçı duruş mecrası açıp bunun içinden de halkı karar ve katılım kanallarına katan bir demokratik cumhuriyet merkezi inşa etmek dışında yol yok. Burada doğru sloganın “Yağmaya Karşı Kamucu, Baskıya Karşı Demokratik Cumhuriyet” olduğunu ve bunun toplumsal öfke dinamikleri açısından ezilen tüm sınıf ve kimlik kesimlerinin beklentilerini harmanlayan bir programa dönüşebileceğini de düşünmeliyiz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.