Boğazına kadar düzen içi politikaya batmış, gözü kapitalist statüko dışında her şeye kapalı olanları dehşete düşüren düzenin politik krizinin şiddeti, bağımsız halk güçleri açısından eşitlikçi, özgürlükçü, kardeşliğe dayalı geleceğin müjdecisi oluyor Rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarının ilk günlerinde, ağır bir darbe alan Erdoğan ve hükümetinin birkaç fire vererek, bir direnme noktasına çekilebileceğini dile getirmiştik. Aradan geçen […]
Boğazına kadar düzen içi politikaya batmış, gözü kapitalist statüko dışında her şeye kapalı olanları dehşete düşüren düzenin politik krizinin şiddeti, bağımsız halk güçleri açısından eşitlikçi, özgürlükçü, kardeşliğe dayalı geleceğin müjdecisi oluyor
Rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarının ilk günlerinde, ağır bir darbe alan Erdoğan ve hükümetinin birkaç fire vererek, bir direnme noktasına çekilebileceğini dile getirmiştik. Aradan geçen zaman içinde, bakanlar istifa etti, kabine değişikliği gerçekleştirildi, Tayyip Erdoğan ve yeni hükümeti bir direniş hattı oluşturma yolunda hamleler yapmaya başladı.
Erdoğan’ın her hamlesi henüz tam olarak oturtulamamış yeni rejimi ve temel kurucu öznesi AKP’yi biraz daha dibe doğru çekiyor. Bu hamleler, AKP açısından 11 yıl boyunca rıza ve meşruiyet üretiminde yaşamsal öneme sahip olmuş içerideki unsurlarla kopuşları hızlandırırken, dışarıda uluslararası dayanak noktalarını inşa etmiş olan emperyalist merkezlerle gerilimi had safhaya taşıyor.
Yaşanılan politik krizin derinliği AKP’nin sahip olduğu diğer tüm “enstrümanlar”ı yavaş yavaş tüketirken, çıplak zoru ve kesintisiz yalan, süreklileşmiş manipülasyonla iş gören tahkim edilmiş ideolojik aygıtları temel dayanak noktaları haline getiriyor.
Yaşanan gelişmelerle birlikte, 2014 Türkiye’sinde tarih güncelleşiyor; politik alanda oluşan hareketlilik ve güç dengelerindeki hızlı değişimler Tayyip Erdoğan’ı kılık değiştirmeye, Louis Bonaparte’ın eski elbisesini giymeye giderek daha fazla zorluyor.
Uzun bir süredir AKP’nin hizmetinde olan ideolojik aygıtların rolü, Gezi İsyanı sürecinde geniş kitleler tarafından görünür hale gelmişti. Milyonlarca insan, AKP’ye hizmet eden ideolojik aygıtların işleyiş tarzlarını, gerçekliğin bu aygıtlar aracılığı ile nasıl çarpıtılarak sunulduğunu -ya da tümüyle karartıldığını- kendi öz deneyimleri ile keşfetmişti.
Tayyip Erdoğan ve AKP’ye uşaklıkta hiçbir sınır tanımama ölçütü esas alınarak seçilen (sayıları giderek azalmakta olan) ve Dolmabahçe’de Tayyip Erdoğan’ın karşısına dizilen gazeteci-yazar olarak adlandırılan “tetikçi” ordusunun pek çoğu görüşme sonrası yazdıkları yazılarında, başbakanın ve bakanların ne kadar kendine güvenli, rahat olduğunu vurgulama gereksinimi duydular. İhtiyaç keşfin anasıdır!
Akdoğan’ın “Milli orduya kumpas” icadı
Erdoğan’ın baş tetikçisi Yalçın Akdoğan’ın “Milli orduya kurulan kumpasın failinin ‘paralel devlet’ yani cemaat olduğu” anlamına gelen sözleri, bu tetikçi ordusu tarafından henüz “büyük bir taktik açılım”, “politik dehanın krizde şahlanışı” biçiminde güzellenemedi. Muhtemel ki, hemen her tür kepazeliği kolaylıkla hazmedebilen “tetikçi” ordusu, bu yeni “taktik açılımı” ve ardından gelen, has Kemalist Baro Başkanı ile Ergenekon ve Balyoz tutuklularının durumuna ilişkin görüşmeyi henüz tam olarak hazmedebilmiş değiller.
Marks’ın “görünen ile gerçek çakışsaydı tüm bilim gereksiz olurdu” sözü, sanırız, en fazla son dönem yaygın kullanım alanı bulan “paralel devlet” kavramını ve gündemleştirilmeye çalışılan yeni “taktik açılım”ı yerli yerine oturtmak için uygun bir zemin sağlıyor.
Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan, yazısında Başbakan’ın bir danışmanının çeşitli gazetecileri arayarak, “Paris suikastinden cemaatin sorumlu olduğu yönünde duyumlar aldıklarını, gazetecilerin bu duyumları araştırıp, haberler yapmasını istediğini” iddia etti.
Balyoz ve Ergenekon operasyonları ve yargılamaları ile “Milli Ordu”ya kurulan kumpasın tüm sorumluluğunun Cemaat’e, nam-ı diğer “Paralel devlet”e yüklenilmesine ilişkin yoklamaların ardından, Paris cinayetlerinin tüm sorumluluğunun da aynı yapıya yüklenmesi yönünde bir hareketlilik olduğu bu gelişmelerden anlaşılıyor.
“Paralel devlet ne işe yarar?”
Gülen Cemaati’ne yönelik söylemlerde “paralel devlet”, “örgüt” gibi adlandırmaların “tetikçi” edebiyatında giderek daha fazla yer kaplaması bir süredir yüksek dozajlı yeni bir manipülasyon dalgasının yolda olduğunun işaretlerini veriyordu.
Akdoğan’ın 7 Ocak’ta yayınlanan yazısı, “taktik açılım”ın yönelişlerine ilişkin daha somut ifadelere sahip. Akdoğan yazısında, “Paralel devlet”in Oslo’dan beri gerçekleştirdiği hamlelerle hükümet üstünde vesayet kurmaya çalıştığını, son yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile birlikte hükümetin bu durumun farkına vararak, bu yapıyı etkisiz hale getirmek için harekete geçtiğini iddia ediyor.
“Görünenle gerçek çakışsaydı tüm bilim gereksiz olurdu.”
Gülen Cemaati’nin devlet kurumları içinde kadrolaşması, belirli politik hedefler doğrultusunda ortak bir disipline sahip yapılar içinde bu kadroları istihdam etmesi yeni bir olgu değil. Uzun yıllara dayanan bir politik-örgütsel çalışmanın ürünüdür. Kökleri 1950’lerde emperyalist merkezler odaklı dünya çapında örgütlenmiş anti-komünist cephenin 60’larda Türkiye içinde şekillenen yapısının içindedir. Tayyip Erdoğan ve AKP’nin kurucu kadroları ile ilişkileri de köklüdür ve aynı tarihsel kaynaklardan beslenmektedir.
Gülen Cemaati’nin Türkiye’de devlet kurumları içindeki örgütlülüğü, politikadaki etkinliği uzun zamandır herkesin bildiği bir “sır”dır. Ancak, bugün bir başka “tetikçi” Abdülkadir Selvi’nin de son derece doğru ifade ettiği gibi, AKP ile iktidar ortaklığı yaptığı son 11 yılda “Cemaat’in gücü en az 15 kat büyümüştür.”
11 yıldır hep beraber büyüdüler. Halk güçlerine, emeğe dönük tüm saldırıları emperyalizm desteği ve gizli-açık devlet gücüyle hep birlikte gerçekleştirdiler. Diyarbakır’da gün ortasında gençler ve çocuklar katledildikten sonra, Tayyip Erdoğan, “kadın da, çocuk da ölebilir” dediğinde tüm tetikçiler aynı ortak manşetleri attılar. 2012 yılı yazında son yılların en kanlı çatışmalarına yol açan Kürt Meselesi’nde Tamil Çözümünü uygulamak konusunda askeri-politik olarak ortaktılar. KCK operasyonlarının politik meyvelerini yeme düşü gören AKP, ortağının başarılarını yere göğe sığdıramıyordu.
Reyhanlı’da bombalar patladığında tümü birlikte aynı hedef şaşırtan, halkları mezhep farklılığı temelinde düşmanlaştırmaya dönük haber ve yazıları yazdılar. Gezi’de gencecik canlar katledilirken aynı siperlerde idiler, halka zulümde “destan yazan” polisler ortak kahramanları idi.
Tıpkı geçenlerde açıklama yapan Fransız savcısının ifade ettiği gibi, “Paris cinayetlerine ilişkin tüm bulgular Türkiye’ye işaret ediyor, ancak Türk yetkililerden hiçbir yardım alınamıyor.” Tıpkı Roboski katliamının sorumluları hakkında hiçbir işlem yapılmaması gibi. Yakın zamanda Gever’de polisin işlediği cinayetlerin üstüne kalın bir sessizlik örtüsünü birlikte örtmeleri gibi.
O “devlet”in üstü örtülebilir mi?
Halka karşı bütün suçları birlikte işlediler ve fakat şimdi “paralel devlet” olarak adlandırarak üstünü örtmeye çalıştıkları bu mekanizma, cin AKP’lilerin sandıkları gibi, sıkıştıklarında buruşturup atabilecekleri basit bir kağıt değil. Organik olarak bütünleştikleri, hemen her süreçte ihtiyaç duydukları, iktidarlarını pekiştirmekte çok önemli rollere sahip olmuş asli bir unsur.
Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran “silah yüklü olduğu” iddia edilen ama “devlet sırrı” kapsamında olduğu için aranamayan TIR olayında olduğu gibi. “Paralel devlet” üstüne konuşanlar, öncelikle dünyada konuyla biraz ilgili herkesin bildiği, ama Türkiye’de devrimci muhalefet dışında herkesin açıkça konuşmaktan imtina ettiği Türk devletinin Suriye’ye dönük örtülü, yasadışı faaliyetleri üstüne konuşmak, Suriye’ye yasadışı yollardan yapılan silah ve militan akışının hangi gizli-açık devlet kurumları tarafından örgütlendiğini gündeme getirmek durumundadır. Bu yapılmadığı takdirde, hem Suriye’de akan kana ortak olunmaktadır, hem de içeride ve dışarıda kesintisiz olarak faaliyet halinde olan yasadışı devlet örgütlenmelerinin üstünün örtülmesine katkı sunulmaktadır. Bu konuda, hem dünya basınında hem Türkiye’nin ana akım dışında kalan basınında yeterli malzeme vardır.
Yeni “taktik açılım” oltasına ilk yakalananlar her zaman olduğu gibi, bir süredir yedek kulübesinde ısınma hareketleri yaparak sıranın kendilerine gelmesini bekleyen “saf demokrasi” taraftarları oldu. Kimisi “Tayyip Erdoğan öyle emin olmasın, her an darbe olabilir,” kimisi, “en azından AKP yasal bir parti ne yapmak istediği biliniyor, ama Cemaat illegal bir oluşum, örgütlenme yapısını ve hedeflerini bilmiyoruz” gibi gerekçelerle bir kez daha AKP’nin arkasına dizilmeye başladılar.
“Saf demokrasi” mücahitleri
Sahi, yasal parti, seçilmiş iktidar AKP’nin Ortadoğu’daki örtülü yasadışı, ateşe odun taşıyan, mezhep odaklı faaliyetleri ve gizli kapılar ardında gerçekleşen, sadece küçük bir kısmı görünür hale gelen rüşvet ve soygunları hakkında ne biliyorlardı? Muhtemel ki “saf salaklar” değillerdi, bir şeyler biliyorlardı, ama bildiklerini, peşine düştükleri “saf demokrasi” idealinin ödenmesi gereken “bedeli” olarak kabul ediyorlardı.
Başbakanın karşısına dizilen tetikçilerden ana akım dışında kalan Ali Bulaç’ın da yazısında ifade ettiği gibi, tetikçilerin çoğu AKP kanadının “şahin”lerini temsil ediyor. Bunda şaşırtıcı bir yan yok, ekmek kapıları, kariyerlerinin kaynağı zaten bu çatışmalarda “tetikçilik” yapmak.
“Saf demokrasi” mücahitleri ise, esas olarak, yaşanan çatışmanın şiddet ve yıkıcılık kapasitesinin ruhlarında yarattığı dehşetin etkisiyle, bozulan statükoların kuvvetle anımsattığı “kaos günleri”nden duydukları kaygılarla harekete geçiyor.
“Askeri vesayete karşı ölümüne mücadele” günlerinin şanlı anıları henüz taptaze iken, şimdi vesayetçi “paralel devlet”e karşı yeni bir mücadele döneminin mücahitleri olmaya çağrılılar. Bir kısmı çağrıyı alır almaz savaş baltasını topraktan çıkardı, diğerleri savaşın “ideolojik gerekçelerini” hazırlamakla meşgul.
Ancak derelerin altından çok sular aktı. “Yeni mücadele dönemi”nin koşulları eskisinden tümden farklı. Politik alanda varlığını ortaya koymuş yeni güçler var. Gezi İsyanı ile, bağımsız halk güçlerinin kendi çıkar ve özlemlerini politik alana kalın fırça darbeleri ile yazmaları olgusu var.
“Gelişmemiş demokrasi” sorunu mu?
Seçilmişlik de halk isyanı karşısında para etmiyor. Seçilmişlik şampiyonlarına soruluyor, dönüp diktatör Mübarek’in Mısır’da halk isyanının başlamasından önceki seçimlerde aldığı oylara baktınız mı? Seçilmişlik ve “saf demokrasi” şampiyonları yanıt veriyor: “Ama oradaki seçimler göstermelikti. Bağımsız medya yoktu. Yargı bağımsız değildi. Emniyet teşkilatı bütünüyle Mübarek’in denetimindeydi.” Doğrudur… Peki dönüp ülkenizdeki demokratik olduğu varsayılan kurum ve yapıların, bağımsız medyanın, bağımsız yargının, polis teşkilatının durumuna baktınız mı?
“Saf demokrasi” taraftarları, bu kaotik atmosfer karşısında dehşete kapılıyor ve konuşuyorlar: Batı’da böyle mi? Oturmuş bir gerçek demokrasi var. Olan biten ne Tayyip Erdoğan’ın ne de Fethullah Gülen’in suçu. Problem, tarihimiz ve kurumlarımızda. Öyle mi gerçekten? “Paralel devlet” olarak adlandırılarak hedef şaşırtılan gizli-yasadışı devlet oluşumları ve faaliyetleri sadece bizim gibi “gelişmemiş demokrasiler”e mi özgü?
Yakınlarda “gelişmiş batı demokrasilerinin sembolü ABD”de NSA’nın yasadışı dinleme skandalının ortaya çıkması üzerine yaptığı açıklamada Obama, yasadışı dinlemeleri savunmuş ve savunusunu “ulusal güvenlik ve terörle mücadele” ile gerekçelendirmişti. Avrupa basını aylarca, ABD ulusal güvenliği ile sistematik olarak dinlenmiş olan Avrupa merkezli sınai ve ticari şirketler arasındaki “tuhaf” ilişki üstüne tartışmıştı.
Geçtiğimiz yıl “gelişmiş batı demokrasilerinin bir başka sembolü Almanya”da açığa çıkan yabancılara dönük cinayetlerin faili ırkçı-Neo-Nazi örgüt ile Alman Gizli Servisi arasındaki derin ve güçlü ilişkiler mahkeme kayıtları ile ortaya serildi.
“Saf demokrasi” taraftarları için bunların düzeltilebilir sapmalar anlamına geldiğini, bir önem taşımadığını biliyoruz. Onlar bir dogma niteliği kazanmış “saf demokrasi” ideali yani “muasır medeniyetler seviyesine” ulaşmak için AKP trenine bir kez daha binecekler. Ama dediğimiz gibi, koşullar geçmişten çok farklı, geçmişte trenin raylarını inşa eden “muasır medeniyetler”, bu kez trenin raylarını sökmekle meşgul. Yani “saf demokrasici”ler için durum oldukça çetrefil.
Ve bir örtü işlevi gören “paralel devlet” değil ama hakiki gizli devletin 1947 yılında Ankara’da ABD’li CIA uzmanları marifetiyle kurulduğu, personel maaşlarının bir süre doğrudan ABD tarafından ödendiği ülkemizin pek çok kitapta yazılı olan bir başka herkesin bildiği “sır”rıdır. Hatta kendi ilk hakiki mücahitlik günlerinde AKP kadrolarının okuduğunu bildiğimiz kitaplarda da bu bilgi bulunmaktadır.
Deniz bitti
Acaba yeni “taktik açılım”, uzun zamandır dönüp bakmadıkları bu kitapları AKP’lilerin koltuk altlarına tekrar yerleştirmelerine yol açar mı? Mesela “çağdaş” Louis Bonaparte’ın koltuk altına bu kitaplar yakışmaz mı?
Koltuklarının altına hangi kitapları alırlarsa alsınlar, politik dehaları hangi “müthiş taktik”i üretirse üretsin, Tayyip Erdoğan ve AKP için deniz bitti. Geçmişin güzel günleri artık sadece uzak bir hayal.
Ajanslara düşen son haberlere göre, “Özgür Suriye Ordusu, Suriye hükümeti ile ateşkes konusunda anlaştı.” Kısa bir süre öncesine kadar Esad hükümeti ile herhangi bir diyalogu bile ihanet olarak kabul eden muhalefet, Cenevre 2’ye Esad hükümetinin katılımını kabul etti. Denizin suları içeride ve dışarıda işte böyle yavaş yavaş çekiliyor.
AKP’nin yeni “taktik açılımı”nın ömrü en fazla sonbaharda Kürt muhalefeti ve Gezi İsyanı’nın basıncı altında büyük bir gürültü ile ilan ettiği “demokratikleşme paketi” kadar olacak. Giderek derinleşmekte olan düzen güçlerinin politik krizi, gerek Kürt Özgürlük hareketi, gerekse bağımsız halk güçleri açısından son derece olumlu politik ve toplumsal koşulların olgunlaşmasına katkı sağlıyor.
Kapitalist düzenin dünya çapında her tarafından tel tel dökülen çürümüş yapılarının çatlaklarında halk demokrasisinin kurucu temel güçleri yeşeriyor. Bu eğilim Türkiye’de de hükmünü yürütüyor. Boğazına kadar düzen içi politikaya batmış, gözü kapitalist statüko dışında her şeye kapalı olanları dehşete düşüren düzenin politik krizinin şiddeti, bağımsız halk güçleri açısından eşitlikçi, özgürlükçü, kardeşliğe dayalı geleceğin müjdecisi oluyor. Bağımsız halk güçleri Cumartesi günü “Barış Demokrasi Adalet ve Emek Mitingi”nde sağından soluna tüm gerici burjuva güçlere karşı güçlerini birleştiriyor; tümünüz hak ettiğiniz yere tarihin çöplüğüne defolun gidin diyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.