Çünkü “yükselen pazar”, “örnek ülke”, “marka demokrasi” logolarına sırtına geçirip küresel seçkinler kulübünde sıcak likidite bolluğunu “ekonomik büyüme” diye pazarlayıp burnu havada salınan Türkiye’nin trajik büyü bozum tarihi gelmişti.
Dünyanın sayılı cari açığı, en düşük tasarrufu ve sıcak para finansmanlı iç tüketime dayalı “büyüme modelinin” aşırı kırılganlığı yıllardır bilinirken bir de hükümetin “büyümenin” motoru inşaat ve “külçe altınlı” ihracat faaliyetleriyle küresel çapta yolsuzluğa battığı ortaya çıkınca, “yıldız ülke” ve “marka demokrasi” piyasa klişeleri daha fazla dayanamamıştı.
Hızla kepenklerini dünyaya karşı kaldıran Türkiye, “medeniyet birikimini” geçen yıl satılan 665 bin otomobil ve 1 milyon 992 tane çamaşır makinasıyla ölçerken patronu kızınca boynuna yular takıp sürüklediği, 5 milyon çocuk işçinin çalıştığı, “kıskananlar çatlasın” ülkesinin Başbakan’ı bakanlarıyla aile boyu karıştığı “yolsuzluk” iddialarını 13 bin km “yol” yaptık düz mantığına sığdırarak vatandaşın somut idrakine sesleniyordu.
Temsil ve denetleme işlevini yitirmiş parlamento, operasyonel dava üretmek üzere yapılanmış yargı, küresel sistemin ihtiyaçlarına memur edilmiş üst kurullar, siyasi iktidar’ın sermaye gruplarına mega ihale/alt yapı ve kamu banka finansmanı sağlayan yürütme gücünden mürekkep “ağır ekonomik liberalizasyon” yani piyasalara takdim “markalı demokrasisi” serüvenimiz buraya kadardı.
Küresel sisteme adeta hologramla ışınlanan Türkiye, büyüme modelinin iç işleyişine yuvalanmış rantlı yolsuzluk network ağı doğrudan siyasi iktidara çıkınca “sınırlı ve dar kazanımlı demokrasiye” ihtiyaç kalmamıştı.
Dolayısıyla 17 Aralık yolsuzluk soruşturması nesillerce halkın zihnine 17 Aralık darbe girişimi ve yargıya çöreklenmiş “çetelerin operasyonu” olarak “mutlak ve milli doğru” olarak kazınmalıydı.
Fırsattan istifade yargı bağımsızlığı, hukukun egemenliği prensipleri ve fiiliyatta zaten askıya alınmış anayasal düzen “milli iradeye” katılmasıyla “milli irade rejiminin” sağlam hemzemini sağlanacaktı.
Böylece bir zamanların Davos fatihi “Sudan’dan Kırım’a, Endonezya’dan Yakutistan’a, halkların teveccühünü devşirmiş kaç tane darbeyi bertaraf etmiş, bin yılın lideri, lazer katkılı karizma” Başbakan’ın “iktidar bekası” ve rantlı işlere karışan ailesi hukuk yürürlükten kaldırılıp zırhlanırken kim bilir bundan sonra yeni anayasa yazılırsa yolsuzluk ve rüşvet suç olmaktan çıkabilir.
Hatta Ağır Ceza mevzuatında yolsuzluk; ülkesine ve bölgesine TIR’larla, dozer ve greyderlerle “insani kalkınmışlık” taşıyan seçilmiş iktidara karşı kurulan “kumpas, darbe, tezgah” tanımına kavuşabilir.
Yolsuzluk yapanlarla gurur duymak, omuz omuza vermek, çarşafa dolanan Büyük Türkiye lümpenleri için yüce bir erdemi temsil edebilirdi.
Tabi ki “marka demokrasi ve büyüyen ekonomi” fantazmıyla gerçeklerle bağı kopmuş kalabalıklar Gezi direnişinde tedavüle sokulan iç, düşman, karanlık mihrak, ajan hedefi ama taşı toprağı neo-liberal sermaye birikimine çoktan katık edilmiş “vatan mitosuna” bağlılıkları ortadaydı.
Bu zenofobisi tırmanmış içe doğru çökmüş Türkiye’yi iyi tanırdık.
İş büyülü tirad “vatan haini”suçlamasında biterdi.
Bu topraklarda zaman aşımsız “uyutulan” hınçlı faşizan kitlesellik tüm dünyanın komplo kurduğuna inandığı ülkesinde “vatan hainlerini” avlamak için mobilize edilirdi.
Velhasıl son on bir yılda siyasi ve ekonomik gerçekliğimizi yamyassı eden siyasi iktidar Gezi ve 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasıyla savrulduğu “komplocu eski devlet şablonlarını” tüketince geriye sıçrayacağı tek zihin kategorisi “majik zihin” kalmıştı.
“Gelişen piyasa yıldızlarından” Güney Asyanın muhafazakar Müslüman neoliberalizm üssü,ucuz iş gücü deposu,yolsuzluklar ekonomisi Endonezya Başkanı kitabında ne yazmıştı? “Kütüphanede çalışıyordum, karanlık kalın bulutlar bir anda evime doluştu?” diye uğradığı “majik” bulut saldırısını anlatıyordu.
Sakın Türkiye de küresel majik bir saldırı altında olmasın…