Başbakan ve oğlu, zırhlı makam otosunun siyah camlı korunaklı loşluğundan dışarıya doğru bakarlarken artık kendileri için de tekin olmayan Türkiye’yi görmüş gibiydiler. Bu karanlığa yerleşmiş endişeli bakışlara; yolsuzlukla yakın illiyetleri ortaya çıkınca siyasi etiğe dokuz gün direnen dört bakanın Başbakan’ı karşılamak için gittikleri hava limanında Goya’nın Kara tablolarının andıran “irasyonel” pozlarla tarihe geçtiği fotoğraflarda da […]
Başbakan ve oğlu, zırhlı makam otosunun siyah camlı korunaklı loşluğundan dışarıya doğru bakarlarken artık kendileri için de tekin olmayan Türkiye’yi görmüş gibiydiler.
Bu karanlığa yerleşmiş endişeli bakışlara; yolsuzlukla yakın illiyetleri ortaya çıkınca siyasi etiğe dokuz gün direnen dört bakanın Başbakan’ı karşılamak için gittikleri hava limanında Goya’nın Kara tablolarının andıran “irasyonel” pozlarla tarihe geçtiği fotoğraflarda da rastlardınız.
Tarihsel tecrübeyle söylersek de maalesef tahakküm ederek eko/egosunu duymaya bağımlı muktedirin “dünyasını” kaybetmesi onu trajik bir figüre değil patetik bir duruşa indirgerdi.
Anlaşılan 17 ve 25 Aralık yolsuzluk operasyonları, “Cumhuriyet’in en görkemli büyümesi” yani neoliberal piyasacı rejimin şişkin midesine neşter vurunca fışkıran rant ve rüşvet soy kütüğü Başbakan’a “tekinsiz Türkiye’yi” derince duyumsatmış olmalıydı.
Gezi direnişine katılan 13 yaşındaki çocuğun TCK’ dan yargılandığı ülkemizde, yüz binlerce hak ihlallini “vatan hainliğiyle” özdeştirip, mahşeri polis şiddetini öve öve bitiremeyen Başbakan…
Yolsuzluk soruşturması için ifadeye vermeye göndermediği oğlunu resmi makam arabasına bindirip siyasi PR’ını organize fanlarıyla her adım başı yaparken acaba kendi yarattığı sabahı akşamı öngörülmez “uğursuzluğa” gebe Türkiye’den ürküyor muydu ?
O Türkiye ki; sokakta üç kişinin yanyana gelmesini “milli iradeye darbe” algısına hapseden, kendinden olmayanı sokakta, evde, okulda, işyerinde “fişleyerek” tecrit eden, en küçük muhalefeti gayri insanileştiren, rıza üretmeyenlerin pencereden gösterdiği ayakkabı kutusuna dek gözaltına aldıran iktidar cürmünü temsil ederdi.
O Türkiye gölgesi altında kalmış ellerindeki bir avuç toprakla oğullarına dokunan ya da yıllardır beti benzi bir hücrede solmuş yakınlarını hapishanede ziyarete sürgün edilmiş on binlerce aile vardı.
Ergenekon, Balyoz, Oda TV, KCK gibi operasyonel “konsept” davaların “savcılığını” kamuoyuna karşı üst perde sesiyle yıllarca gönüllülük ilkesiyle götüren Başbakan, dümdüz edilmiş siyasi alanın keyfini yıllarca tek başına çıkartırken, tasfiye ettiği askeri vesayetin bütün baskı kurumlarını yönetmekten duyduğu hırçın kibri yüzüne kazımıştı.
31 Mayıs 2011’de Hopa da yedi bin polisle “eşkıya” avına çıkan Başbakan, biber gazıyla öldürülen emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun adını bile ağzına almayı reddettiği zaman “polis şiddetini” yüklenmiş otokratın portresi o gün içimizi ezerek önümüze düşmüştü.
Ve O Türkiye ki; o tarihten sonra Başbakan’ın muhalif grupları “kriminalize” edip yargıya direkt talimatlar verirken elindeki hüküm tokmağını vurdukça politik gücünü mutlaklaştırdığı Türkiye olacaktı.
Failleri Madımak Oteli’ne beş dakika ötede evinde eceliyle ölen Sivas Katliam davası zaman aşımına uğrayınca “hayırlı olsun” diyen Başbakan’ın elbette Roboski katliamında da “mülklendiği” devlet kıyımını sorgulatmazdı.
Ama Avrupa’nın en büyük AVM’si ve en yüksek kulesinin yanına Avrupa’nın en büyük işçi mezarlığını da inşa eden Türkiye’nin “şişkin performansını” CEO gibi yöneten Başbakan, imar rantından özelleştirmeye, mülkiyet transferinden kara para aklamaya bir dizi yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasına oğlu,bakanları ve devlet ihale zengini sermaye-medya grubuyla karışınca ülkenin yargı-polis aygıtında “paralel devlet” örgütünü farketmiş ve memlekete acilen “hukuk devleti” lazım olmuştu.
Bizim gördüğümüz ise “maşallah” tüm kontrgerilla aksam ve metotları yerli yerinde zehir gibi işlek ama vatandaşına asgari adaleti zul gören ceberut müesses devlet ve kurumlarının; küreselleşmenin neoliberal birikim rejimine uygun update edilmiş haliyle yerli yerinde durduğuydu..
Bunca zaman despotik icraatlarını “ileri demokrasi” lakırdısıyla savuşturan lakırdı sahipleri de varsın bu “karanlıkla” karşılaşınca Haşhaşileri görsündü ziyanı yok.