Operasyonun siyasi sorumluluğunu AKP üzerine almıştı. Operasyonel yanını ise yani polis teşkilatı, yargı ve ordu içerisine yerleştirilen ajanlar ile ortaya konacak olan ve ordunun üzerine atılacak olan bazı terör ve suikast eylemlerinin organizasyonunu da “Cemaat” üstlenmişti AKP ve Fethullah Gülen Cemaati arasındaki çatışma ve anlaşmazlığın doğasını anlayabilmek için, bu iki gücün geçmişteki ittifaklarının politik çerçevesini […]
Operasyonun siyasi sorumluluğunu AKP üzerine almıştı. Operasyonel yanını ise yani polis teşkilatı, yargı ve ordu içerisine yerleştirilen ajanlar ile ortaya konacak olan ve ordunun üzerine atılacak olan bazı terör ve suikast eylemlerinin organizasyonunu da “Cemaat” üstlenmişti
AKP ve Fethullah Gülen Cemaati arasındaki çatışma ve anlaşmazlığın doğasını anlayabilmek için, bu iki gücün geçmişteki ittifaklarının politik çerçevesini ve bu çerçevenin gerçekleştirmiş olduğu bazı somut politikaları anlamak gerekmektedir.
Recep Tayip Erdoğan birçok kez, “bu yola” çıktıkları zaman ölümü göze aldıkları ve “kefenlerini üzerlerinde taşıdıkları”na dair birçok söylemde bulunmuştur. Dışarıdan bakan sıradan bir insan, Erdoğan’ın bu söylemler ile “Türkiye’nin demokratikleştirilmesi sürecinde” kendisine karşı gerçekleşebilecek olası suikast ve sabotajları kastettiği algısına kapılabilir. Aslında Erdoğan’ın bu söylemler ile kastettiği şey başkadır.
AKP ve Cemaat, 28 Şubat darbesinden sonra, klasik yöntemler ile iktidar olamayacaklarını anlamışlardı. Seçimlerde birinci parti olmanın ve hükümete gelmenin iktidar olmaya yetmediği, 28 Şubat darbesi ile sabit olduğundan, gelecek sefer başka bir yöntemin uygulanması noktasında bu çevrelerde genel bir görüş birliği oluşmuştu. İktidar olmanın önündeki en büyük engel, ordunun “devlet içerisinde devlet olma” konumuydu.
Anti-demokratik bir siyasal yapılanmanın sonucu olan bu durum, ordu önderliğinde bazı ekonomik, politik ve bürokratik kesimlere bir ayrıcalığa ve bu ayrıcalık bir tür “siyasal tekel”e neden oluyordu. Bu “siyasal tekel”in dışında gelişen eğilimler ya bu “siyasal tekel”in direkt ya da dolaylı müdahaleleri ile etkisizleştiriliyorlardı.
İşte 28 Şubat sonrası ortaya çıkan AKP’nin ve yine kendi çapında iktidar mücadelesi veren “Cemaat”in en önemli politik sorunu, iktidar olmalarının önündeki en büyük engel olan bu “siyasal tekel”i nasıl bertaraf edecekleriydi. Politik deneyim bunun klasik yollar ile olamayacağını göstermişti.
Gerici bir dönüşüm
Faşist bir oluşum olan bu “siyasal tekel”in bertaraf edilmesi için iki yol vardı:
1- Birinci yol, “Avrupa Birliği’ne üyelik perspektifini kabul ederek,” içeride liberallerin dışarıda da ABD ve AB’nin güçlü desteğini elde ederek ve bu temelde AB’ye uyum reformlarını uygulayarak, bu faşist siyasal tekeli tasfiye ederek yerine “AB standartlarında” bir burjuva demokrasisi geçirmekti.
2-İkinci yol ise, siyasal tekelin faşist biçimini değiştirmeden içeriğini değiştirmekti. Bu yol, halk hareketini uyandırmadan ve tam tersine onu baskı altında tutarak ama devletin zirvesinde bir iktidar değişimini gerçekleştirmeyi öngörmekteydi. Bu yol demokratik ve reformist metotları dışladığı için, ister istemez komplocu, darbeci, aldatıcı, terörist vs. gibi anti-demokratik araçların kullanımını gerektiriyordu, ki gerici sınıfların politik anlayışına denk düşmektedir.
AKP ve Cemaat’in siyasal hedefi, tutucu ve gerici bir toplum yaratmak olduğu için, politik araç ve taktikleri de aynı derecede gericidir. Bundan dolayı, ordunun gerici siyasal tekelini kırmak için, yukarıda belirtmiş olduğumuz iki yoldan ikincisini seçmişledir. Ama birincisini de bu ikinci yola bağlı olarak taktik bir araç olarak kullanmışlardır.
“Ergenekon komplosu”
1990’lı yılların sonlarında ve 2000’li yılların başlarında AKP ve Cemaat, hükümete geldiklerinde 28 Şubat türü bir deneyimi yaşamamak için yeni bir politik anlayış geliştirerek, ordu karşısında bir ittifaka gitmişlerdir. Bu ittifak, Cemaat’in polis ve yargı içerisindeki gücü ile AKP’nin gelecekte elde edeceği hükümet gücünün birleştirilmesini öngörüyordu. Bu ittifak, devlet bürokrasisinin ezici çoğunluğunu ele geçireceği için, ordunun politik tecridini de geliştirecekti. Bu noktada tek sorun, ordunun siyasi ve askeri olarak bastırılması için gerekli olan stratejik darbenin indirilmesiydi.
AKP-Cemaat ittifakı, orduya indirilecek stratejik darbeyi de “Ergenekon Komplosu” aracılığıyla yapmaya karar vermişlerdi. Bu komplo hükümete gelmeden çok önceleri kararlaştırılan ve planlanan bir komplodur. Bu komplonun siyasi yanını; yani toplum nezdinde savunulması, kollanması ve Yürütme düzeyinde gerekenlerin yapılmasının sorumluluğunu AKP üzerine almıştı. Operasyonel yanını ise yani polis teşkilatı, yargı ve ordu içerisine yerleştirilen ajanlar ile ortaya konacak olan ve ordunun üzerine atılacak olan bazı terör ve suikast eylemlerinin organizasyonunu da “Cemaat” üstlenmişti.
Böylece terörist eylemler, kamuoyunu aldatmaya dayalı psikolojik operasyonlar ve polis ve yargı kovuşturmaları ile ordu baskı altına alınarak,sistem içerisindeki siyasi etkisi ve disiplini zayıflatılarak ve de zaman içerisinde ordu içerisindeki kadrolaşma ile ele geçirilerek tamamen iktidar olmak planlanmıştı. Muhtemelen bu plan daha AKP 3 Kasım 2002’de seçimlerde birinci parti olmadan önce AKP ve Cemaat’in birlikte kabul ettikleri bir plandı. “Ergenekon Komplosu” AKP’nin siyasal kanatları altında ve onun korumasında Cemaat ile birlikte planlanan ve hayata geçirilen bir politikaydı.
“Ergenekon eylemleri” neden hep AKP’ye yaradı?
AKP-Cemaat ittifakı ile örgütlenen “Ergenekon Komplosu” sürecinde ilk elden sayılacak şu kirli eylemler yapıldı: Şemdinli Umut Kitapevi bombalanması, Danıştay suikasti, Rahip Sontoro Cinayeti, Hrant Dink Suikasti, Zirve Yayınevi katliamı, Diyarbakır Koşuyolu ve Dershane Katliamı, Güngören Katliamı, Ergenekon, Balyoz ve birçok uydurulmuş darbe planlarının sahte belgelere dayanılarak hazırlanması ve bu temelde birçok kişinin suçlanması ve cezaevine atılması vs.
Bir kısmı AKP’ye ama özellikle Cemaat’le ilginç bir bağlılık içinde olan BBP’den devşirilen tetikçiler eliyle gerçekleştirilen bu eylemler kontrgerillanın güncel versiyonu tarafından pratiğe geçirilmeden önce, eylem dosyası siyasi iktidarın 1 numarasının onayından geçiyordu. Hiç utanıp sıkılmadan Hrant Dink’in öldürülme emrini verenler, onun eşi ve çocuklarının yanına giderek baş sağlığında bulundu. Bu eylemler aynı zamanda tamamen kamuoyunu aldatmaya dönük olup, bu aldatma aracılığıyla aynı zamanda “kamuoyu imal” edilerek siyaseten “haksız kazanç” elde etme amacı da güdülüyordu.
Bütün bunlardan sonra Erdoğan’ın niçin sürekli “kefenle dolaştığını” belirtmesi daha iyi anlaşılmaktadır. Erdoğan bu komplosu kamuoyunda deşifre olduğu andan itibaren, askeri bir darbenin kapısını açmaya kadar götürecek olaylar zincirini tetikleyeceğini iyi bilmektedir. Bir iktidar değişiminde, “Ergenekon Komplosu” ile, Türkiye’yi baştan sona soyan yolsuzluğu birleştirildiğinde canını kurtaramayacağını iyi bilmektedir.
“Ergenekon Komplosu” resmen AKP-Cemaat ittifakının devletin temeline dinamit koyması ile eşanlamlıdır. Bu komplo, devletin üstten reformlar yoluyla burjuva demokrasisine (AB standartları da denebilir) geçiş olanağını da yok etmiştir. AKP-Cemaat ittifakı, AB’ye girme görünümü altında politik sistemi esnekleştirerek, bu komplo ile orduya öldürücü bir darbe vurmuşlardır. Bundan sonra ordu tamamen içe kapanarak ve bütün reformlara direnerek daha milliyetçi bir çizgiye kayacaktır.
Modern 31 Mart vakası
“Ergenekon Komplosu” kaba bir benzetme ile modern Türkiye’nin “31 Mart Vak’ası”dır. Bu hareketin günümüzdeki versiyonu, liberal biçimler içine saklanmış olduğundan dolayı fazla kimsenin dikkatini çekmemektedir. AKP ve Cemaat’in asıl hedefi, burjuva-demokratik bir toplum yaratmak değildir. Dini muhafazakar ve milliyetçi motiflere de dayanan gerici bir toplum yaratmaktır. Bu hedeflerini de taktik olarak liberal politikalar ile perdelemektedirler. “Ergenekon Komplosu”nun üstü kazındığı zaman altında “31 Mart Olayı”nın anlayışı çıkacaktır.
AKP Emniyet Teşkilatı’nı ve Yargı’yı “Ergenekon Komplosu” için Cemaat’e teslim etti ve Cemaat de bu komplo aracılığıyla devlet içerisinde daha kolay ve rahat yayılma olanağı buldu. Ordu ve onu destekleyen güçler karşısında stratejik bir ittifaka giren AKP ve Cemaat’in, ordunun ve onu destekleyenlerin bastırılmasından sonra ayrı planları vardı. Bu komplodan sonra AKP tamamen iktidar olarak Cemaat’i de yedeğinde tutma hedefi güderken, Cemaat de devlet içerisinde daha da güçlenerek, AKP’yi de ya içten ele geçirerek ya da zayıflatarak ve onun yerine geçerek onu kendi altına alma hedefi güdüyordu. AKP-Cemaat kavgası devlet kurumlarını kimin daha fazla ele geçireceği ya da kimin iktidarın dümenini daha fazla elinde tutacağı kavgasıdır.
7 Şubat 2012 MİT krizi ile başlayan, dershanelerin kapatılması tartışmalarıyla devam eden ve son olarak 17 Aralık ve 25 Aralık 2013 “Yolsuzluk ve Büyük Rüşvet” operasyonları ile devam eden AKP-Cemaat çatışmasında, Cemaat’in amacı Erdoğan’ı ve çevresini politik olarak zayıflatmak ve de AKP içerisinde Cemaat’e karşı daha ılımlı olan ve onun devlet içerisinde gelişimini engellemeyen kesimlerin ön plana çıkmasını sağlamaktır.
Cemaat, Erdoğan’ı ve çevresini tek yolsuz ve rüşvet operasyonları ile politik olarak zayıflatmak istememektedir. Bu operasyonlar ile CHP ve MHP’yi AKP’nin üzerine salarken, Paris Suikasti ile ilgili belgeleri kamuoyuna sızdırarak ve yine Hakkari’deki gibi provokasyonlar ile Barış Süreci’ni sonlandırmaya çalışarak, savaşın tekrar başlamasını sağlayarak Erdoğan’ı birçok yönden kıskaca almak istemektedir.
Cemaat, Erdoğan ve çevresini politik olarak etkisizleştirme stratejisinde, diplomasiyi de etkili bir şekilde kullanmaktadır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e gönderilen mektup, taktik olarak Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi, Gül ile Erdoğan’ın arasını açmaya dönüktü. Yine Halk Bankası ve MİT’in TIR’larına dönük operasyonlar da, ABD’nin Ortadoğu’daki İran ve Suriye politikasındaki hassasiyeti ile ilişkili olup, onu ABD ile daha fazla karşı karşıya getirmeye dönüktür.
Böylece Cemaat bu operasyonlar ile hem içte hem de dışta Erdoğan ve AKP’nin daha fazla tecrit edilmesini sağlayarak, kendi üzerine daha fazla gelmemesi noktasında cesaretini kırmaya çalışmaktadır. Eğer Cemaat’i tatmin edecek bir uzlaşma olmaz ise, Cemaat bu çatışma sürecini, Erdoğan ve AKP’yi tek başına hükümet olamayacağı bir düzeyin altına iterek ve hükümetten indirerek daha sonra Emniyet ve Yargı içerisindeki gücünü kullanarak, Erdoğan’ı ve çevresini kovuşturarak kendisine daha fazla bağımlı hale gelmesini sağlayacak bir düzeye götürmeye çalışacaktır.
Devlet yapısının dağılması olasılığı
Erdoğan’ın Cemaat’in stratejisine yanıtı, orduya daha fazla yanaşmak, Yargı’yı tamamen Yürütme’ye bağlayarak kuvvetler ayrılığını daha fazla yok etmek ve PKK ile Barış Süreci’ni sürdürmeye “daha istekli olduğu görünümü”nü oluşturmak oldu. AKP-Cemaat kavgası, her iki taraf için de büyük riskler taşımaktadır. Bu çatışma muhtemelen her iki tarafın iktidardan tamamen uzaklaşması ile sonuçlanacaktır.
AKP ve Cemaat için olumsuz durumlardan birisi de, özellikle ABD ekonomisinin kısmi toparlanmasından dolayı, ABD Merkez Bankası’nın (FED) tahvil alımlarını düşüreceğini açıklamasıdır. Tahvil alımlarının düşürülmesi, Türkiye’ye akan kısa dönemli sermayenin (sıcak para) daha da düşmesine neden olacağı için,cari açığın finansmanında büyük sorunlara neden olacaktır. Sıcak paranın düzeyinin düşmesi, cari açığın finansmanı sorunu, politik olarak kendi içerisinde bölünmüş bir politik yapı ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin savaş tehdidini sürekli ensesinde hisseden bir devleti, ekonomik olarak bekleyen sadece büyük bir ekonomik kriz olabilir.
Böyle bir ekonomik kriz, AKP’nin politik teşhirini tamamlayarak, ulusal ve milliyetçi güçlerin daha da güçlenmesine, ordunun tarafsızlığına son verip giderek daha fazla bu sonunculara yaklaşmasına ve Mısır tipi bir darbenin kapısını aralayarak daha totaliter bir rejime kapı açabilir. AKP hükümeti sonrası, Türkiye’nin soldan ziyade sağa ve daha fazla milliyetçi ve totaliter bir yapıya doğru kayması ve Ortadoğu odaklı olan yeni emperyalist paylaşım savaşına bu durumda girmesi, kendi politik birliğinin ve devlet yapısının dağılması ile sonuçlanacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.