Sadece son 10 güne bakıyorum, daha öncesine değil. Devletin, organların sürekli büyümesine ve nihai olarak ölüme yol açan MPS hastası bireylerin SGK tarafından karşılanan ilaçlarını, 2011 yılının Mart ayında yürürlüğe giren Sağlık Uygulama Tebliği’ne eklenen “İleri derecede zeka özrü saptanan hastalarda tedaviye başlanmaz, tedavi başlamışsa sonlandırılır.” ifadelerine dayandırarak ve ‘IQ derecesinin 50′nin altında olması’nı gerekçe […]
Sadece son 10 güne bakıyorum, daha öncesine değil.
Devletin, organların sürekli büyümesine ve nihai olarak ölüme yol açan MPS hastası bireylerin SGK tarafından karşılanan ilaçlarını, 2011 yılının Mart ayında yürürlüğe giren Sağlık Uygulama Tebliği’ne eklenen “İleri derecede zeka özrü saptanan hastalarda tedaviye başlanmaz, tedavi başlamışsa sonlandırılır.” ifadelerine dayandırarak ve ‘IQ derecesinin 50′nin altında olması’nı gerekçe göstererek kesmesini düşünüyorum. Kürtajı yasaklama tartışmaları dönerken, boyun damarları şişe şişe ‘Engelli olsa bile doğuracaksınız, tecavüz bebeği olsa bile doğuracaksınız, devlet bakacak.’ diyen utanmazların, engelli çocuğun ilacını kesmek için zeka seviyesi kriteri getirerek insanların ellerinden aldıkları hayatları düşünüyorum. Annelerini düşünüyorum onların. Böyle anlatıyor birinin annesi:
“Cemil, 2009 yılında Elaprase adlı ilacı kullanmaya başladı. Tedavi süresince ciddi iyileşme yaşadı. Fakat 2011 yılındaki değişiklikle zekâ testine tabi tutuldu ve testi geçmediği için ilacı kesildi. İki yılda çocuğumun organlarında 5 cm büyüme kaydedildi. Cemil ilacı kullandığında yürüyebiliyor, konuşabiliyordu. Şimdi durumu o kadar kötüleşti ki sürekli yatalak durumda ve yemek dahi yiyemiyor. Manisa Soma Devlet Hastanesi’nde doktor gözetimi altında bekliyor. İlaç o kadar pahalı ki bırakın ilacı almayı ilacın yüzdeliğini dahi ödeyemiyorum. Kısaca çocuğumuz özürlü diye devlet tarafından ölüme terk edildi.’’
Öyle. Bireyin sağlık hizmetlerine ulaşma hakkı anayasal olarak güvence altındayken, karşıladığı ilacı karşılamaya devam etmek için ‘IQ seviyesi kriteri’ koyduran SGK’nın ilk kadın başkanına; “Başbakanımız 3 çocuk diyor ama erken emeklilik sisteminin devamlılığı için en az 5 çocuk gerekli. Gerçekleri bilelim, bize ne lazım onu bilelim de. Bizim önümüzdeki yıllarda çalışacak genç nüfusa ihtiyacımız var ve o yıllara da çok kalmadı. Bu ülkeyi sevenler için durum bu.’ dedirtilebilen bir ülkenin, emeklilik sisteminin devamına zekaları yetmiyor diye herhalde, ölüme bırakılmış çocukları onlar.
Biraz daha yakın zamana geliyorum. Sincan Cezaevi’nde gardiyanların saldırısına uğrayarak işkence gördü çocuklar. Bu çocukların en az iki tanesi daha önce Pozantı Cezaevi’nde taciz ve tecavüze maruz kalarak buraya getirilmiş çocuklardı. Pozantı’dan tahliye olmuş biri, adli suçluların arasına konmuş çocuğun yaşadıklarını böyle anlatıyordu:
“S.Ö bana; ‘Beni öldürmeyin ben size bir şey anlatacağım. Z.Y, 3 ay boyunca her gün bana tecavüz ediyordu’ dedi. Orada bulunan herkes şaşırdı, nasıl sana her gün tecavüz ediyor ve biz farkında olmuyoruz diye. S.Ö. bana ‘Abi bana her gün uyku hapı veriyordu ve beni tuvalete götürüp orada tecavüz ediyordu’ dedi. Saat 11.00′den sonra koridor ve tuvaletin lambalarını yakmak kesinlikle yasaktı. Bundan dolayı tecavüzün farkına varamadık. Saat 11.00′den sonra ortak alana inmek yasaktı. Tuvalet ve koridor kapısının üzerinde ‘kapıyı açmayınız’ yazısı vardı, oysa her zaman tuvalet kapısı açık olmalıdır. Gün içerisinde de durum böyleydi. Z.Y, S.Ö’yü tuvalete götürüp tecavüz ediyordu. Biz de hiç bir şekilde farkına varmadık.”
Pozantı cezaevinde tutsak çocuklara taciz ve tecavüzü ortaya çıkartan gazeteci Zeynep Kuriş tutuklandı. Pozantı cezaevi müdürü, daha büyük bir cezaevine müdür oldu. Pozantı cezaevi müdür yardımcısı, cezaevi müdürü oldu.
Geçtiğimiz hafta ise Sincan’da saldırıya uğramış çocuklardan birinin yaşadıklarını, kendi dilinden okuduk:
“Bulunduğumuz koğuşa tazyikli su, biber gazı ile saldırı yapıldı. 50-60 gardiyan biz 7 kişiyi ellerindeki demir sopa, karavana vs. gibi sert cisimlerle işkenceye maruz kaldık. Ellerimizi arkadan ve ayaklarımızı plastik kelepçe ile bağlayıp hücrelere atıldık. Daha sonra hücrelere gruplar halinde gardiyanlar gelip bizi savunmasız bir şekilde tekme ve tokat dövdüler.”
İşkenceden hemen sonra götürüldükleri doktorun gözle görülür darp izi bulamadıkları çocuklar, tekrar doktor görmek için 8 gün beklediler. Üzerine, yeniden başka bir cezaevine çıplak sevk edilenleri oldu.
“M.K.’nin babası Raşit K, ‘Gardiyan koğuşlarına gaz bombaları atarak çocuklara işkence yapmış. Cezaevi koridorlarında aç susuz ve çıplak 2 gün bekletmişler. Sincan Cezaevi’nde tekrar işkence yapılarak Şakran Cezaevi’ne çıplak halde sürgün etmişler. Cezaevine oğlumun ziyaretine gittiğimde oğlum ve diğer arkadaşları yara bere içindeydi. Kimisinin burnu, kimisinin eli ve dişleri kırılmıştı.” dedi.
Biraz daha yakın zaman: Afyon İl Yetiştirme Yurdu’nda kalan kız çocuklarını sistematik biçimde fuhuşa sürükledikleri gerekçesiyle 30 kişi tutuklanıyor. Kızlar, ifadelerinde kendilerine verilen maddeleri, teklif edilen paraları, uğradıkları tecavüzleri ayrıntılarıyla anlatıyorlar. Bir yurt dolusu kıza, 30 kişilik bir çete dadanıyor. Afyon gardiyanının (vali de denebilir) bu konudaki ifadeleri, devletin bakmaktan sorumlu olduğu çocuklardan esirgemediği o sevecen yüzünü bir kez daha gösteriyor: “İddia edildiği gibi 30 kişi yok. ‘Devletin koruması altında kalan çocuklar böyle çok fazla istismara uğruyorlar, fuhuş çetelerinin tezgahına düşüyorlar’ diye bir şey yok. Bu haberlerin tamamı 3 ay öncesine ait. 3 kızımızın başına gelen hadisede bir anda olmuş değil, 2013 yılı boyunca olan hadise.Buralar bizin göz bebeğimiz kurumlarımız. Buralar hakkında, şaibeler, olumsuz yargı oluşturacak haberler yaparken çok dikkat etmek lazım.”
Aynı devlet, 16 yaşında tecavüze uğrayan ve karnı büyüyene kadar ailesine söylemeyen bir insanın hamile olduğunu kendine başvurtarak açıklamak zorunda bırakıyor. Çünkü devlet, tecavüz bebeğinin doğrulmasını kendi rızasına bağlamış. Çünkü devlet, bir çocuğun, tecavüzle anne olmasına karar verecek kadar vahşi bir erk. Ve karar veriyor da; mahkeme aracılığıyla “Anne yönünden sorun yaratmadığı ve başka bir zorunluluk hali olmadığı sürece gebeliği sonlandırmak ceninin yaşam hakkının ihlali sayılır.” diyor. Açın bakın onlarca tecavüz davasına, 13-14 yaşında olup da, isminin yanına parantezle ‘ancak oldukça gelişmiş hatlara sahip’ açıklamaları dolu dosyaları var devletin. Malzemesi bu, devletin: ”Çocuksa, vücut hatlarına kadar hak benim.” “Gardiyanlarımla işkence de ederim, çocuğunu da doğurturum, zekasını beğenmezsem öldürürüm de.”
Öldürür de. Her zaman kendi elini de bulamaz ama kana. Öyle bir sistemin en tepesidir ki o şiddetten oluşmuş yapı, hayatın her alanında görünür kılmıştır o şiddetin tohumlarını. Uygular. Geçerli kılar. Öğretir. Tek gerçek kılar. Kimseye, başka bir şey olmaya yer bırakmamacasına gerçek kılar. 14 yaşında ikinci çocuğunu doğurduktan sonra öldürülen Kader’in babası, ‘aslında 16 yaşında’ diye açıkladığında, içi bir nebze rahatlayan ancak babası gibi adamlardır, o devletin o hanede gardiyanı. Aynı adam, karnından 14 saçma çıkan kız ölü bulunduğunda ‘İkinci çocuğu doğurduktan sonra bunalıma girip, intihar etti’ diye açıklama yapınca, devlet sevinir, gardiyanlar sevinir, baba sevinir, ana ne yapar, bilmiyorum. Çok da mühim değil. Bu ülkede, çocuğa güç bindirme ve onun yaşamını belirleme yetkisi zaten, önce büyüğümüz devletin, sonra kendilerinin evelallah. Çocuğun yaşamı üzerindeki hakkı? Bunlar bir takım gereksiz kanun maddelerinden ibaret. En büyük erkimizden en küçük erkimize, çocukları yaşatmakla değil, ezmekle, ezemediklerimizi yavaştan öldürmekle yükümlüyüz yoksa. Yani, yaşadığımız hayata baktığımızda.
Bak bu akşam sadece 10 günden baktım ben ülkeye. 3 ay önce, 13 yaşında Beyoğlu’nda çalıştığı tekstil atölyesinde çıkan silahlı çatışmadan isabet eden kurşunla ölen Emine’den bahsetmedim. 4 ay önce, oynarken patlayan mühimmattan ölen Behzat’ı anlatmadım. Anasının parçalarını eteklerinde topladığı Ceylan’ı da, 12 yaşında, terörist diye vurulan, bedeninden 13 kurşun çıkmış Uğur’u demedim daha. Roboski’de bomba yağdırılan çocukları, Van’da soğuktan donmaya bıraktıkları çocukları, 4+4+4 ile sermayeye peşkeş çektikleri çocukları yazmadım uzun uzun. Sadece son 10 günün, bir şekilde duyulabilir olmuş eziyetlerine bir baktım.
Sonra, bir de, tanıdığım tüm çocuklara.
Epey var. Hepsinin üzerinden geçenleri üst üste koyduğumuzda, yaşam diye ittire ittire var etmeye çalıştığımızda nefes alacak yer kalmıyor. Onlarınsa bambaşka bakış açıları. Çok zor koşullarda yüzleri gülebiliyor. Bir parça direnmeyi bilerek büyüyorsa, her durumun içerisinde tutunacak bir şey bulabiliyor. Senden benden iradeli bir çoğu, birileri gelip ellerinden alana kadar. Birileri eninde sonunda o iradeyi onlardan alıyor, çünkü ülkecek tüm varlıksal amacımız, çocukları bir hale sokmaktan geçiyor gibi. O biçimlendirmenin daha yalın bir anlatımı yok: Yetişkinlik yasakla geliyor. Yetişkinlik şiddetle geliyor. Ve bir ülkenin tüm toplumsal sistemi, tepesinden aşağısına, kendinden güçsüz olarak konumladığı her kimse, ondan aldığı kuvvet üzerinden kurgulanmışsa, iş eninde sonunda herkesin gücünün yeteceği çocuğa geliyor, geleceğin ‘erk’i, bugünün çocuğundan yeşermeye başlıyor.
Devletimizin sağlık sisteminin ‘hafif düzeyde zihinsel engelli’ diye raporladığı bir grup çocukla sohbet ediyorduk geçenlerde. Bu çocuklar, sosyo ekonomik yönden İstanbul’un en ağır düzeyde yaşam koşullarına sahip mahallelerde yaşayan, çocukken ve büyürken, toplumlarının onlara ‘diğerleri’ ile asla eşit şans vermeyeceği, bir çoğunu ömrü boyunca ‘öteki’ kabul edeceği çocuklar aynı zamanda. Devletin onları zihinsel engelli ‘sanması’ biraz da bundan zaten. Onların olanaksız hayatları, belirli şeyleri öğrenmelerine müsade etmiyor ve öğrenemedikleri belirli şeyler yüzünden sistemimiz onları yaftalıyor. Yaftaladıkça idare etmesi daha kolay olduğundan herhalde.
Sohbet ederken, konu ilginç bir şekilde, yaşadıkları mahallelere son zamanlarda yerleşen Suriye’lilere geldi. Bu ‘garip kişi’lerin de çocukları vardı. Anladığım kadarıyla benim çocuklarımla bu çocuklar arasında amansız bir mücadele başlamıştı. Her birine teker teker sorduğumda, Suriye’li çocuklarla oynamadıklarını, onları kovaladıklarını söylediler. Onlarla arkadaş olup olmadıklarını, onların kötü insanlar olup olmadıklarını sorduğumda, aslında onları tanımadıklarını, çünkü babalarının evde onlar hakkında kötü şeyler söylediğini ve annelerinin de oynamalarını yasakladıklarını anlattılar. Öyle gözüküyordu ki bir toplum daha, birilerini ötekileştirmeye fırsat bulduğunda, bunu önce çocuklara ektikleri düşmanlık tohumlarından gerçekleştirmeye çalışıyordu. Bir kısmı aslında onların başka dil konuşmalarının eğlenceli geldiğini, başta oynamak istediklerini, ama bir boy büyüklerinin (abilerinin, ablalarının) ve annelerinin -tüm gardiyanların- çok kızdığını anlattılar. Gerektiğinde taş atıyorlarmış. Onlar da bunların toplarını çalıyor, oyunlarını bozuyorlarmış. Sistem halkların arasında yine adeta çiçek açar gibi zehrini başarıyla akıtmış.
Yeni mahalledaşlarının neden birden bire ve bu kadar çok biçimde buralara taşındıkları hakkındaki fikirlerini sorduğumda, ‘Babalarımızın işlerini ellerinden almak istiyorlar’ gibi cevaplarla karşılaştım. Buradan, savaş hakkında konuşmaya başladık. Bu çocukların savaş hakkında bildikleri hiç de az değildi. Bir çoğu zafer işareti yapmaya, mahallede her gol attıktan sonra dahi gerçekleştirmek üzere, günlük yaşamının bir parçası gibi alışmıştı. Bir sürü ölümden bahsettiler. Savaşı tanıyorlardı. Suriyeli’lerin kendi ülkelerindeki savaştan kaçtığını duyduklarında çok şaşırdılar. Kimse bu zamana kadar işin bu kısmından bahsetmemiş. Bir süre kendi bildikleri savaşla, Suriye’deki savaşı anlamlandırmaya çalıştılar. Buradan, barışı konuşmaya başladık. Onlara barışın nasıl bir şey olduğunu sordum. ‘Barış, savaşmamaktır.’ diyen oldu. ‘Barış, savaşın sonrasıdır.’ diyen oldu. ‘Barış, silah yokken olmak’ dedi biri. Suriye’li çocuklarla yaşadıklarını barışa mı savaşa mı benzettiklerini sorduğumda, bir tanesi, sohbeti zirvede bırakmamızı sağlayan o noktaya getirdi her şeyi:
’Aslında onlarla oynasak, barış olurdu.’
Bir kere daha, bir çocuğu tanırken, önce hayata, sonra kendime, sonra kendimden hayata bakabilmiş oldum. Masa başında siyasi debelenmelerin sanallığından anlamadığımı, devletin ‘zihinsel engelli’ dediği o çocuktan bir kez daha anladım: Basitçe, çocukların, yanlarında sen, ben, annesi, babası, gardiyanları ve devleti olmadan, birlikte oynayabileceği bir ülkede, evet, barış olmuş olurdu.
O vakit, sınırsız nefretinizi, elinize düşse, doğrudan şiddetinizle, elinize düşmese, önce kendinize benzettiğiniz ailelerinden, komşularından, öğretmenlerinden öğrenen, adaletten kaçırmak için ülkeyi yaktığınız çocuklarınıza nedense bir türlü benzetemediğiniz, geleceğinden çaldığınız tüm çocuklar adın bırakmaya çalıştığımız iki satır izimizi, yine onlar adına birkaç kelamla bitirelim: Biz ezmeyeceğiz, öldürmeyeceğiz, yaşatacağız onları. O ülkeyi kurana kadar aramızdan aldıklarınızın, yaşamlarını kararttıklarınızın tüm hayallerini yaşatacağımız bir dünyayı beraber öreceğiz, bizim çocuklarımızla. Ve o hayaller, o dünyaya kavuşmaya, önce Berkin’den başlayacak.