Bu kavga ülkeyi kimin, nasıl yöneteceğinin kavgası. O zaman bu kavgada biz de olacağız. Çünkü şekil verilmeye çalışılan gelecek bizim geleceğimiz, halkın geleceği. Tayyip Erdoğan bu kumpastan, bu “operasyon”dan nasıl kurtulacak? Biliyor ki artık uzlaşma yok, geri dönüş yok. Mutlaka galip çıkmak zorunda. Ya diktatoryasını güçlendirerek çıkacak ya da Yüce Divan’a kadar yolu var. Kendince […]
Bu kavga ülkeyi kimin, nasıl yöneteceğinin kavgası. O zaman bu kavgada biz de olacağız. Çünkü şekil verilmeye çalışılan gelecek bizim geleceğimiz, halkın geleceği.
Tayyip Erdoğan bu kumpastan, bu “operasyon”dan nasıl kurtulacak? Biliyor ki artık uzlaşma yok, geri dönüş yok. Mutlaka galip çıkmak zorunda. Ya diktatoryasını güçlendirerek çıkacak ya da Yüce Divan’a kadar yolu var. Kendince tek bir yolu var; yerel seçimlerden başarı ile çıkmak. Yani milli irade tecelli edecek ve herkes bu milli iradeyi kabul etmek zorunda kalacak!
Seçim kazanma konusunda AKP’nin hakkını teslim etmek gerek. Daha 15 aylık bir parti iken, 3 Kasım 2002’deki genel seçimlerden başarı ile çıkmış, on yıldan daha fazla süren bir koalisyon hükümetleri döneminin ardından ilk çoğunluk hükümetini oluşturma olanağı kazanmıştı. Bu ve sonraki seçimlerde belirgin bir biçimde ayırt edici (örgütlenme, politika belirleme, kaynak yaratma teknikleri, reklam ve kampanya) strateji ve taktikleri kullanmıştı. Özellikle ABD’de ve çeşitli Avrupa ülkelerinde geliştirilmiş ve seçimlerde başarı yakalama aracı olarak kendisini ispatlamış “seçimsel profesyonel parti” olarak tanımlanan bir modeli uyguluyordu. Parti liderliği (Erdoğan, Gül, Arınç) ve bu liderlik ile yakın ilişki içerisinde çalışan küçük bir teknokratik parti yöneticileri grubu (Cüneyt Zapsu,Yalçın Akdoğan, Mücahit Aslan…) çekirdeği oluşturuyordu. Bunlar, bilgisayar destekli veri tabanlarını kullanarak modern pazarlama ve kaynak bulma, lider ve parti imaj yönetimi ve cazibelerini en üst seviyeye çıkarmak için kampanya mesajları ve stratejileri geliştirme tekniklerine sahip, seçim kampanyaları düzenleme konusunda uzman olan şahısları seçim dönemlerinde işe koşuyorlardı.
Tayyip Erdoğan, bu modele kendi “keşfettiği” bir taktik ekledi; siyasi rakiplerini “besleme yöntemleriyle” bünyesine katma. Bu bazen Türkeş ailesinden biri (Kutalmış Türkeş) oldu, bazen sosyal demokrat camiadan biri (Ertuğrul Günay). Daha sonra taktiğini geliştirdi, eski-yeni parti başkanlarını transfer etti; Süleyman Soylu’yu, Numan Kurtulmuş’u. Kısacası Tayyip Erdoğan seçimlere çok güveniyor.
Bu yerel seçimlerde de başında İstanbul milletvekili Mustafa Ataş’ın olduğu, gençlik ve kadın kollarından birer kişinin bulunduğu 10 kişilik bir ekip, sabah namazıyla başlayıp gece yarısına kadar çalışacakmış. Tayyip Erdoğan herhangi bir belediyeye aday değil ama bu seçimlerin ana sloganı da “Yeni Türkiye’nin İstiklal Mücadelesi Lideri” olacakmış! (Artık dünya liderliğini bırakmış olmalı)
Ancak… Bu sefer işler biraz çetrefilli. Seçim süreci, hiç de Tayyip Erdoğan’ın tahayyül ettiği gibi yürümüyor. Malum Cemaat ve bu Cemaat’le aynı amacı paylaşan, yani iktidarı paylaşmak isteyen iç ve dış güçler Erdoğan’a rahat vermiyor. Ne olursa olsun seçime kadar dayanmak zorunda. Bir taraftan saldırıları bertaraf etmek, aynı zamanda saldırı kanallarını tıkamak zorunda. Yolsuzlukla mı saldırdılar, hemen karşı yolsuzluk iddialarıyla yanıt veriyor. Bakan çocuklarının yolsuzluklarına karşı Cemaat’in Uganda’daki rafineri ihale yolsuzluğu (ananas mevzuu), Sarıgül’ün 10 yıl önceki yolsuzluk dosyaları vs… Kısacası “bunlar da yolsuz” diyor.
Burhanettin Kuzu daha doğrudan söylemekte: “Sol iktidara az geldiği için az hırsızlık yapıyor, iktidar olduklarında onları da görürsünüz. Çünkü bir adamın elinde para yoksa makam yoksa neyi çalacak.”
Savcılarla, polislerle tek tek uğraşmaktan yıldılar, toplu çözüm arıyorlar. O yüzden yeni HSYK yasa tasarısını hazırladılar. Gelen tepkiler üzerine şimdilik tasarıyı bekletiyorlar ama herkes tetikte. Bu yasa çıkarsa tam bir kaos yaşanacak. Yeni yasaya çıkar çıkmaz HSYK’daki üyeler dışında kalan genel sekreter, genel sekreter yardımcıları, Teftiş Kurulu başkan ve yardımcıları, tüm kurul müfettişleri, tetkik hakimleri ve idari personelin görevlerine son veriliyor. HSYK’nın yönetmelik çıkarma ve genelge düzenleme yetkisi Adalet Bakanı’na yani Bekir Bozdağ’a veriliyor. Anayasa Mahkemesi, bu yasayı iptal edecek olsa, bu süreçteki icraatların geri dönüşü nasıl olacak belli değil. Kaosu şimdilik göze alamayan AKP, bu kez de yeni bir formül üretti; Özel Yetkili Mahkemeleri kaldırmak. Böylece Cemaat’in elindeki savcı ve hakimlerinin “özel” konumlarını kaldırarak kendi başlarına operasyon yapmalarını engelleyecek!
AKP’nin bir başka acil önlemi interneti denetim altına almak oldu. Bunun da adı yasaklamak değil, alışıldığı üzere “düzenlemek” oldu. AKP, “yasak” sözcüğünü hiç kullanmıyor, yasaklama olarak yapılan her şey aslında bir “düzenleme.” “Aile ve çocukları internetin karanlık yüzünden koruma” adı altında artık tüm kişisel ve kurumsal internet hesaplarının her türlü hareketinin iki yıl boyunca kayıt altına alınarak saklanması zorunlu olacak. Ayrıca istenmeyen bir yayını dört saat gibi kısa sürede engellemek mümkün olacak. Bu engelleme kararını ise bir mahkeme değil, AKP’nin atadığı Telekomünikasyon İletişim Başkanı verecek. Böylece AKP, interneti kullanan herkesin “ne haltlar karıştırdığını” geçmişe dönük olarak da öğreneceği gibi Pensilvanya’dan yüklenen her türlü video ve ses kaydını kimse erişemeden engelleyebilecek.
Bu yasa karşısında en büyük yaygara tekelci sermayeden geldi. Türkiye Bilişim Vakfı Başkanı Faruk Eczacıbaşı, “Hiç kimse veri akışının bu derece aşırı denetlendiği ortamda yatırım yapmak istediği ülkeyi risksiz olarak kabul etmez” dedi. Bilişim Sanayicileri Derneği Başkanı Kemal Cılız da benzer bir kaygıda: “Uluslararası iş yapış şekillerine uygun olmayan yasal bir ortamda girişimciliğin ve yatırımların yeşeremeyeceği bir gerçektir.” Bunların derdi de başka, toplumsal yarar, bireysel ve kamusal hak ve özgürlükler sadece “kâr gözlüğü”nden değerlendiriliyor. Koyun can derdinde bunlar (kasap) et derdinde…
Tekelci sermayenin bu dönemki tek derdi internet değil elbette, asıl derdi doların yükselmiş olması. Özel şirketlerin 165 milyar dolar dış borcu mevcut. Doların her 1 kuruş yükselmesi bu borcun Türk Lirası karşılığını büyütüyor. Bunlar ülke içinden para kazanacak ki (sömürecek ki) dış borcunu ödeyebilsin. Tekelci burjuvazinin bu konuda da taktiği aynı, kendi çıkarını toplumun bütününün çıkarı gibi gösterebilmek.
TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz, ekonomik ve stratejik olarak dünyanın yeni çerçevesinin çizildiği bir ortamda Türkiye’nin kendisini tüketen, şiddetli, yıkıcı ve kazanımı olmayacak bir kavga ile enerjisini harcadığını söylüyor. “Böyle giderse ülkeye yabancı sermayenin gelmesi mümkün değildir” diye ekliyor. Tayyip Erdoğan’ı can evinden yani AKP’yi var eden ve AKP’lilerin ceplerini doldurmalarını sağlayan yabancı sermaye ile korkutuyor. Yer mi Koca Tayyip?
Erdoğan’ın yanıtı çok net oldu: “Bunlar vatan haini!” Neden? Çünkü Erdoğan’ın yanında yer almadılar, üstelik en ihtiyaç duyduğu yerde yabancı sermayeyi kaçırtacaklar. Bu arada, kim daha fazla vatan haini tercih yapmak güç. Tarım ve kamu dışı çalışanların yüzde 50’sini sömürerek (çalıştırarak) milyar dolarlık servetler yapan TÜSİAD’a üye kuruluşlar mı, yoksa aldığı komisyonlarla dünyanın en zengin başbakanı (8 milyar doların üzerinde olduğu iddia ediliyor) ünvanına sahip olan Kasımpaşa çocuğu Tayyip Erdoğan mı?
Ne derse desin artık Erdoğan’dan umut kesilmiş durumda. Başta ABD’li yayın kuruluşları (Washington Post, Ekonomist) ve akil adamlar (Abramowitz, Edelman, Misztal) olmak üzere cephe açmış, uluslararası aktörler neredeyse bir bütün olarak Erdoğan’dan umudunu kesmiş durumda. Erdoğan’ın yapabileceği tek atak, kapitülasyon dağıtarak karşı cephede müttefik yaratabilmek. Fırsattan istifade etmeye çalışan müşteriler var elbette, Almanya gibi, Fransa gibi, İran gibi. Avrupa Birliği’ni bir bütün olarak yanına alma girişimi fiyaskoyla sonuçlandı. Oysa bu dönem AB ile ilişkileri biraz daha geliştirebilse, örneğin bir iki fasıl daha açtırabilseydi, seçim öncesi ne çok işine yarardı!
Ancak uluslararası ilişkilerde mutlak çıkar ortaklıkları (ittifaklar) hala mevcut, özellikle Kürtler söz konusu olduğunda. Suriye’nin geleceğinin karara bağlanacağı Cenevre’deki görüşmelere aralarında Kanada’nın, Danimarka’nın, Hindistan’ın olduğu 40’a yakın ülke (taraf) katılırken Suriye’deki en büyük muhalif siyasi güç PYD çağrılmıyor. Barzaniciler ise Suriye muhalefetinin arasına iliştiriliyor. İçinde PYD’nin de olduğu 10 Kürt partisinin davetliler içinde olmaması konusunda ise herkes hemfikir, ne uzlaşma ama! BM Genel Sekteri Ban Ki-Moon “Cenevre-2 konferansının ardından Suriye’de geçiş hükümetinin kurulması gerekiyor” diyor. Oysa Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı da “Şu anda, Esad’tan başka hiç kimse Suriye’yi yönetemez” demekte. Rojava halkı ise onların icazetine gerek duymadan özerklik ilan edip, kendi hükümetlerini kurdu, kurmaya da devam ediyor. Cezire’den sonra Kobani ve Efrin’de de hükümet kurulup bakanlar işbaşı yapacak. Öcalan’ın Leyla Zana ile Barzani’ye gönderdiği mektup, Rojava’da Kürtler arasında daha uyumlu bir süreci başlatabilir. Erdoğan-Davutoğlu ikilisine ise illegal MİT’e, illegal yollarla, illegal İslamcılara silah ticareti yapmaktan başka yol kalmadı. Yoksa bu kadar riski, yani 7 tır dolusu silah nakliyatının taşıdığı riski, Cemaat’in savcıları tetikte beklerken niye alsınlar?
Erdoğan’ın güvenebileceği kimse de kalmadı. Nasıl ki minibüsçüler, taksi şoförleri, bakkallar Melih Gökçek’i terk ettiyse Erdoğan’ı da has elemanları birer birer terk edecek. Bu tehlikeyi gören Erdoğan, emir erlerini en yetkili makamlara getirmeye başladı. Müsteşarı Efkan Ala’yı milletvekili olmamasına rağmen İçişleri Bakanı yaptı. O da işlevini yerine getirip AKP’nin seçim kampanyasında il il dolaşarak propaganda yapmakta. Özel Kalem Müdürü yardımcısı Akif Çağatay Kılıç’ı spor bakanı, Ortadoğu danışmanlığını ve tercümanlığını yapan Emrullah İşler’i Başbakan Yardımcısı yaptı.
Başa dönersek Tayyip Erdoğan’ın iktidarını korumaktan başka bir çıkış yolu yok ve iktidarını korumak için elinden ne geliyorsa yapacak. Yani İstanbul ve Ankara’yı kaybetmemek, Türkiye genelinde başarısız görünmemek için her yolu deneyecek. (Aslında bu yakın hedefleri başarsa bile bu dalaş bitmez, çünkü ekonomik hedefler daha şimdiden göçtü, yolsuzluk yaftası boynuna asıldı, kendi kitlesi içinde bile büyük bir güvensizlik oluştu ve daha da önemlisi cumhurbaşkanlığı daha büyük bir kavga demek). Ve elbette iktidardan dışlananlar ve yeni iktidarı paylaşmak isteyenler de her yolu deneyecek. Gerilimi tırmandıracak yöntemleri de devreye sokacak.
Daha şimdiden bu seçim döneminin sadece pankartlarla ve afişlerle geçirilmeyeceği belli oldu. Ankara Keçiören, Tokat, Van, Esenyurt ve Şişli ilk çatışma alanları. Daha da artacak!
Solun bu çatışma taraflarından biri olmayacağı açık, ancak bu çatışma alanlarında kendisine ait bir çatışma konusu ve barikatı kurabilecek mi?
Bu dönemde yaşanan çatışmaların halkın doğrudan çıkarları ekseninde geliştiğini (şimdilik) söylemek imkansız. Tayyip-Cemaat dalaşı ya da siyasi grupların yerel ölçekli iktidar kapma dalaşı bu süreci kaplayacak, bunun önüne geçilemez (İçinde olunmasa bile her türlü çatışmaya hazırlıklı olmak kaçınılmaz). Unutulmamalı ki yerel seçim öncesi artarak yayılacak olan bu çatışmalar, seyirci kalındığı sürece halk yararına yeni bir düzlem oluşturmayacak. Ancak toplumsal muhalefetin yerel ölçekte (il, ilçe, mahalle) halkın hakları (çıkarları) ekseninde güçlü cepheler oluşturması ve kazanımları için mücadele etmesi ile bu sahte çatışmaya doğru noktadan müdahil olması mümkün. Bunun çeşitli örnekleri, (bu toz duman içerisinde fark edilmesi güç olsa da) mevcut; muhtarlık çalışmaları, Hopa ve Kemalpaşa’da sosyalistlerin meclislerle seçimlere girişi, Ankara’daki bağımsız aday çalışması gibi. Ve üstelik bu adımlar sadece seçim sandığına yönelik olarak değerlendirilmemeli. Doğrudan sandığa yönelik gibi görünmeyen Gaziosmanpaşa’daki barınma hakkı mücadelesi, İstanbul 22 Aralık Kent Mitingi bileşenlerinin birlikteliklerini sürdürerek kent gündemlerine müdahil olması, DİSK’in örgütlenme atağı, Karadeniz’de HES karşıtı mücadelenin yeniden canlanma eğilimleri… gibi çalışmalar bu süreçte cephenin nereden kurulması gerektiğine dönük önemli işaret noktaları olarak görülmeli.
Devrimciler için bu dönem, her zamankinden daha belirgin olarak, gündem yaratmanın, o gündem doğrultusunda harekete geçmenin ve çatışmaya kendi barikatından katılmanın zorunlu olduğu bir dönem. Çünkü şekil verilmeye çalışılan gelecek bizim geleceğimiz, halkın geleceği.
Bu kavga ülkeyi kimin, nasıl yöneteceğinin kavgası. O zaman bu kavgada biz de olacağız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.