(Ön not: Bu yazı 17 Aralık operasyonundan 12 gün önce kaleme alınmıştır) Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmişken AKP hükümeti ve Cemaat arasındaki bu “kardeş kavgası” da nereden çıktı? Peş peşe üç seçim kapıya dayanmış ve hükümet pek çok sorunla boğuşurken AKP’nin ve Cemaat’in birlikte nemalandıkları iktidarı riske atacak bir kavgaya girişmenin iki taraf açısından da akıl […]
(Ön not: Bu yazı 17 Aralık operasyonundan 12 gün önce kaleme alınmıştır)
Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmişken AKP hükümeti ve Cemaat arasındaki bu “kardeş kavgası” da nereden çıktı? Peş peşe üç seçim kapıya dayanmış ve hükümet pek çok sorunla boğuşurken AKP’nin ve Cemaat’in birlikte nemalandıkları iktidarı riske atacak bir kavgaya girişmenin iki taraf açısından da akıl karı olmadığı bilinmiyor mu? Elbette biliniyor. Peki iktidar zaten riskteyse?
İktidar içi gerilimler siyasal iktidarı yıkacak krizler doğurmaz. Aksine bu gerilimlerin taraflarının amacı mevcut krizler karşısında iktidarı sağlamlaştıracak bir yeniden yapılanma ve paylaşım süreci işletmektir. Hatta iktidar içi kavganın tarafları, yer yer muhalefetin söylemlerini de kullanarak halkı kendilerine yedeklemek, en azından beklenti içine sokarak pasifize etmek ister. AKP-Cemaat dalaşında yaşanan da budur. Halkın çıkarına dayalı bir siyaset ise iktidar içi kavgadan medet ummaz, iktidarın krizini derinleştirecek devrimci müdahalelerde bulunur.
Hele de Haziran İsyanı’yla birlikte halk siyasetin seyircisi değil öznesi olmayı öğrenmişken, AKP-Cemaat dalaşının seyrine dalıp iktidarın kendi kendini bitireceği beklentisine kapılmak, iki tarafın da ayyuka çıkan halk düşmanı politikaları karşısında aktif bir mücadele yürütmemek kabul edilebilir değildir.
ERDOĞAN EFSANESİNİN SONU
İktidara gelişinden bu yana sürekli iç ve dış kriz dinamiklerinin basıncı altında ilerleyen AKP, 10 yıllık süreçte bir hedef doğrultusunda hareket etti ve pek çok sorun biriktirdi. Kriz yönetiminde (idare-i maslahat) ustaydı. Ekonomik ve politik katılım mekanizmalarından dışlanan, baskı altında tutulan kitleler seslerini yükseltmedikçe bir sorun yoktu. Ne var ki bu “Gezi’den önce” idi. “Gezi’den önce” güçlü bir toplumsal desteğe sahip tek adam yönetimiyle sistemin krizine bir çözüm olarak iktidarını pekiştiren Erdoğan, “Gezi’den sonra” bizzat sistemin krizine dönüşerek artık idare edemez hale geldi. Tayyip Erdoğan “efsanesi” de böyle bitti.
Kriz ertelemeye dayalı pragmatik siyaset dış politikada da, Kürt sorununda da, ekonomide de, iktidar içi dengelerde de sınıra dayandı. 11 yılın ardından ertelenemeyecek faturalar ve beklentiler şimdi hep birlikte Erdoğan’ın kucağında.
AKP dış politikada eski sayfaları silmek mümkünmüş gibi yepyeni bir sayfa açıldığını iddia ederken Türkiye’nin Mısır Büyükelçisi istenmeyen adam ilan edildi. Barzani’yle imzalanan gizli petrol anlaşmalarının ifşa edilmesinin ardından Bağdat ve ABD’den “bizden izinsiz yapamazsın” ayarı geldi. NATO üyesi ülkenin başbakanı Tayyip’in ikinci kez Rusya’ya “Bizi Şangay İşbirliği Örgütü’ne alın” demesi ciddiye alınmadı ama kenara not edildi.
Bu esnada 37 yıl aradan sonra ilk kez bir CHP genel başkanı ABD’ye gitti, üst düzeyde ağırlandı ve ABD Kongresi, Yahudi Lobisi, Brookings Enstitüsü ve Gülen Hareketi temsilcileri ile görüştü. ABD, CHP’ye ne kadar güvenebileceğini sorarak aslında Erdoğan’ın güvenilmez tavırlarından duyduğu rahatsızlığı iletmiş oldu.
Kürt hareketi ise bahara kadar “çözüm” yolunda adım atılmazsa savaşın başlayacağını söyleyerek, AKP’nin seçim öncesi elini rahatlatmaya yönelik oyalama siyasetine kanmayacaklarını gösterdi.
ERDOĞAN’IN AKP’Sİ ERDOĞAN’SIZ AKP’YE KARŞI
AKP’nin dışından tırmanışa geçen basınçlar ve “dershanelerin kapatılması” tartışması üzerinden yürütülen AKP-Cemaat dalaşı, devletin bütün kurumlarını etkisi altına alan krizin ortasında gündeme geldi. Gezi’yle birlikte herkes açısından açık hale geldiği gibi, AKP yeni Anayasa yapamıyor, başkanlık sistemi gelemiyor ve böylece Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından yine Tayyip Erdoğan’ın asıl aktör olduğu bir iktidar içi güç dağılımı güvence altına alınamıyor. Hal böyle olunca egemenler açısından da Erdoğan’sız AKP seçenekleri de hesaba katılıyor. Üstelik bu planlar Erdoğan’ın mutlak belirleyiciliğindeki koltuk paylaşımının yarattığı gerilimlerle iç içe ilerliyor. Kendisini etkisizleştirmeye çalışanlara karşı iktidarın kaderini kendisine bağlayan Erdoğan, böylece krizin düğüm noktasına da dönüşüyor.
Meclis Başkanı Cemil Çiçek bu Meclis’in Anayasa yapamayacağını söyleyip çekilerek yeni Anayasa çalışmalarını sonlandırdı. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç “Kenan Evren’den farkları yok. Evlilik vaadiyle kandırılmış gibiyiz” gibi ilginç bir çıkış sergileyerek Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından Köşk ile Meclis arasında gerilimin kaçınılmaz olduğunu ilan etti. Erdoğan’ın “kum torbası”na çevirdiği Bülent Arınç, siyaset beni bıraktı deyip kenara çekildi. Sesi fazla çıkan AKP’li Kütahya Milletvekili İdris Bal, disipline sevk edildikten sonra hakkında verilecek kararı beklemeden istifa etti. Memleketinde binlerce kişi tarafından karşılandı. Belediye başkan adaylıkları açıklanırken dışarıda bırakılanlar Erdoğan’ın “görülecek hesabınızı 30 Mart akşamına bırakın” tavsiyesine uymadı. Bingöl’de Belediye Başkanı ve il yönetimi istifa etti. İstifa ve tasfiye Elazığ’ın ilçelerine de uzandı. Urfa’da 2009’da AKP’den aday gösterilmeyince bağımsız adaylığını koyup seçilen, sonra tekrar AKP’ye geçen Eşref Fakıbaba bu kez yine aday gösterilmeyince kendisi sustu ama taraftarları protesto eylemleri düzenledi. Rize’de il dışından Reşat Kasap’ın aday olarak belirlenmesi üzerine, Rizeli AKP’liler rahatsızlıklarını gizlemedi: “Teşkilat koyun olursa, Başkan Adayı kasap olur.” Adaylıklar açıklanmaya devam ettikçe, sineye çekilmeyen iç huzursuzluğun daha da büyümesi işten değil.
BAVULLAR KİMİN İÇİN AÇILIYOR?
Cemaat’in, dershanelerin kapatılmasını öngören yasa taslağını, AKP’nin iddiasına göre aslında gündemde değilken ifşa etmesinin ardından iki taraf arasında kavga artık açıktan yürütülüyor. Devlet iktidarını paylaşan iki düşman kardeş arasındaki gerilim artık açık bir kavga şeklinde ilerliyor ama mutlak bir kopuşa da evrilmiyor. Çünkü Cemaat ve AKP hem hasım hem hısım. İktidar paylaşımında yani birbirlerine karşı hasımlar; gericilikte, neoliberalizmde, işbirlikçilikte yani halka karşı hısımlar.
Yine de kavga ederken toplumsal meşruiyet için yer yer muhalefetin diline başvuran taraflar yıllar süren ortaklıkları boyunca, iktidar içi hasımlarına ve muhalefete karşı kullandıkları taktikleri şimdi birbirlerine karşı kullanıyor. İki tarafın kirli çamaşırlarının yer aldığı bavullardan belgeler çıkarılarak adım adım ifşa ediliyor.
Cemaat AKP’yi ve asıl olarak da Tayyip Erdoğan’ı otoriterleşmekle ve yolsuzluklarla suçlarken, AKP de Cemaat’i “paralel devlet” kurmaya çalışmakla, hatta kontrgerilla uzantısı olmakla suçluyor. İkisi de daha önce kol kola yürüttükleri saldırılarda diğer tarafın suçlu olduğunu savunuyor ve toplumsal muhalefetin söylemlerini kullanarak kendini meşrulaştırmaya çalışıyor. Bir yandan da İslamcı tabana seslenerek karşı tarafın fitneci (bölücü) olduğunu, kendi taraflarının ise İslamcıların genel çıkarlarını koruduğunu savunuyorlar.
MUHALEFETİ AYAĞA KALDIRACAK İFŞAATLAR
Hal böyle olunca her biri toplumsal muhalefeti yüz kere ayağa kaldıracak pek çok gizli-açık bilgi de ortaya dökülüyor. Cemaat AKP’nin, MGK’nın fişleme siyasetini bugüne kadar kesintisiz sürdürdüğünü söylüyor, AKP’liler ise şöyle yanıtlıyor: “Cemaat üyelerinin listesi varsa bu ancak kayırma listesidir.” (Akif Beki) “Ne istediler de vermedik.” (Tayyip Erdoğan) “2004’ten bugüne valileri, bürokratları, bakanları, vekilleri, okulları, üniversiteleri, ekonomik kapasiteleri kat kat arttı.” (Abdülkadir Selvi)
Üniversitelerin, etüt merkezlerinin, okulların, ihalelerin, koltukların herhangi bir hukuki dayanağı olmaksızın, karanlık hesaplar ve gizli pazarlıklarla Cemaat’e verildiği itiraf ediliyor. Üniversitelerin, gençlik hareketinin, velilerin AKP’yi alkışlayacak hali yok ama her iki tarafa da “Kimin malını kime verdiniz” diye soracaktır elbet.
Sonra AKP’ye yakın bir İslamcı gazeteci Ergenekon, Balyoz ve Oda TV davalarında hükümeti zorda bırakmak için “masumların” da içeri alındığını iddia ederek Cemaat’i “Yeni Ergenekon ve onun yargıdaki uzantıları” olmakla suçluyor. Bugüne kadar KCK’den Hopa davasına, tutuklu gazetecilerden milletvekillerine adalet mücadelesi yürüten pek çok kesimin Cemaat’ten de, “istemem yan cebime koy” diyerek ona yol veren AKP’den de soracak hesabı vardır.
Direnişçiler karşısında AKP’yle tek vücut olan Cemaat’in şimdi reklam afişlerine taşıdığı Gezi direnişçilerinin, ikiyüzlü muktedirlerin maskesini düşürecek hak, adalet, saygı, özgürlük ve demokrasi talebi hala sokaklardadır.
Hala diri olan bu potansiyelin doğru zamanda doğru yerde harekete geçmesi ise devrimcilerin taktik becerisine ve ataklığına bağlıdır. Aksi takdirde sistem içi siyaset hesapları ile bu sistem karşıtı potansiyelin etkisizleştirilmesi de mümkündür.
İKTİDAR DALAŞININ NESNESİ Mİ, MÜCADELENİN ÖZNESİ Mİ?
Dershane kavgası, iktidar mücadelesinin bir yansıması olmakla birlikte; öğrencisi, öğretmeni ve velisiyle halkın eğitim sistemine dair tepki ve beklentilerinin siyasi malzeme haline getirildiği bir dalaş biçiminde ilerlemektedir. Dershaneleri kapatıp özel okula dönüştürmek isteyen AKP haftasonları çalınıp yarış atına dönüştürülen öğrencileri, dershaneye para ödemek zorunda kalan velileri, güvencesiz koşullarda çalıştırılan öğretmenleri savunduğunu iddia etmektedir. “Dershaneler kapatılmasın” diyen Cemaat ise özel okulların daha da pahalı olduğunu, okulların yeterli eğitim veremediğini, dershane öğretmenlerinin işsiz kalacağını savunarak kendince öğretmen, veli ve öğrencilerden yana çıkmaktadır.
Ne var ki halkın eğitim alanındaki sorunlarını çözmek gibi bir derdi olmayan iktidar bileşenleri bu kavgayı kendi aralarında sonuca bağlandıklarında eğitimdeki gericileşme ve paralılaşma uygulamalarının daha da ilerleyeceği ortadadır. Çünkü öğretmenlerin, öğrencilerin, velilerin değil dershanelerin, özel okulların, kendilerine biat eden kadro ve dindar nesil yetiştirme peşindeki Cemaat’in ve AKP’nin beklentileri karşılanacaktır.
Öğrencilerin, velilerin, öğretmenlerin “ne dershane ne özel okul; eşit, parasız, bilimsel ve anadilde eğitim” ve “güvenceli iş” talepleri ise ancak bu mücadelenin asli örgütlerince yürütülebilir ve yürütülmelidir. Bu konuda ciddi bir birikim ve potansiyel vardır. Şimdilik temel eksik potansiyeli harekete geçirecek iradi müdahalelerdir.
Halk güçlerinin “AKP’nin yalanına, talanına ve zorbalığına artık yeter” diyerek mücadele edeceği yerel seçim süreci de benzer bir müdahale imkanı ve gereksinimi sunmaktadır. AKP’nin hem oy oranı ve belediye başkanlıkları sayısıyla hem de politik çizgisiyle geriletilmesi küskün AKP’lilerle, sağa yanaşıp ABD’ye ve sermayeye güven vermeye çalışan bir CHP çizgisiyle mümkün değildir. Temelde sandık siyasetinin eleştirisi olan Haziran İsyanı’ndan sandığa siyasi rant devşirme çabaları da nafiledir. Yerel seçimler süreci, halkın yerel somut gündemleri üzerinden sürece daha dolaysız müdahale etme imkanları sunmaktadır. Koltuk kavgalarının ve siyasi-ekonomik rant hesaplarının egemenliğinde yürüyen sürece karşı, sokakta halkın yerel sorunlarını ve hak taleplerini öne çıkaran, yanlışı teşhir, olumlu girişimleri de teşvik eden bir çizgi yalnızca seçime değil seçim sonrasına da kazanımlar devredecektir. AKP’nin Erdoğan’a biat eden, MİT onaylı, yerel AKP teşkilatlarıyla bile uyumsuz, ihaleci, gerici isimlerden oluşturduğu yerel seçim listesi oldukça elverişli bir hedeftir. Muhalefet belediyelerinin icraatlarını “biz yaptık” diye kendi reklamları için kullanan, İstanbul’daki raylı sistem projeleri gibi kendi icraatlarını yalanla büyütmeye çalışan, adayları kendi profillerine uydurmak için bile yalan söyleyen (çocuğu olmayan Samsun adayı 3 çocuk babası diye tanıtıldı) AKP’nin pespaye propagandaları teşhir edilerek tersine çevrilmelidir. Ankara’da Erdoğan AKP karşıtı muhalefetin karşısına en uygun hedef olarak Melih Gökçek kılığında kendi suretini çıkarmıştır. Üç evladını AKP’nin polis şiddetine kurban veren Hatay’da aday “Adalet” bakanı Sadullah Ergin’dir. Ankaralıların, Antakyalıların söyleyecek çok sözü, soracak çok hesabı var Ancak yalnızca onlar değil, AKP’ye karşı AKP’ye benzeyerek muhalefet etme “dehasını” sergileyen, Adana ve Hatay’da sol düşmanı, yolsuz, faşist adaylar çıkarmaya hazırlanan CHP de, Haziran İsyanı’nın ortak değerlerini kişisel, örgütsel çıkarları için kullanmak isteyen girişimler de sineye çekilemez.
Ve kadınlar. Krizi derinleştikçe tabanını bir arada tutmak için gerici politikalarını tırmandıran AKP kadın düşmanlığında tam gaz ilerliyor. Kadınların 25 Kasım eylemlerinde sokağa çıkan öfkesi ise kadın hareketinin dinamizmini koruduğunu ortaya koyuyor. Yerel siyasette özellikle etkili bir özne olan kadınların, kadın düşmanlığına, gericiliğe ve yağma politikalarına karşı mücadelesi yerel seçim sürecinde de kritik bir yer tutacak.
Haziran İsyanı’nın ardından iktidar içi dalaş ile iyiden iyiye açığa çıkan krizden halkın payına bir zafer çıkması, halkı siyasetin seyircisi değil oyuncusu kılan, AKP’nin neoliberal ve gerici politikalarını durduran çizginin sürdürülüp sürdürülmemesine bağlı.
Başta dendiği gibi halkın çıkarına dayalı bir siyaset iktidar içi kavgadan medet ummaz, iktidarın krizini derinleştirecek devrimci müdahalelerde bulunur. Hele de Haziran İsyanı’yla birlikte halk siyasetin seyircisi değil öznesi olmayı öğrenmişken…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.