Yaşadığımız coğrafyada, birlikte yeniden umut edebilmeyi hatırladığımız Haziran ayı sonrasında neyi, nasıl yapmak gerektiğine dair sorular kafamızı daha da kurcalıyor. Gezi’ye yönelik kısa zamanda üretilen söz, ufak çaplı bir külliyatı bulmuş durumda. Beklentilerimiz ile uyuşmasa da, hayat, elbette ki olduğu yerde kalmıyor. Bireysel olarak her birimizin belleğinde Gezi’ye dair yer edinen en ufacık kırıntılar bile […]
Yaşadığımız coğrafyada, birlikte yeniden umut edebilmeyi hatırladığımız Haziran ayı sonrasında neyi, nasıl yapmak gerektiğine dair sorular kafamızı daha da kurcalıyor. Gezi’ye yönelik kısa zamanda üretilen söz, ufak çaplı bir külliyatı bulmuş durumda. Beklentilerimiz ile uyuşmasa da, hayat, elbette ki olduğu yerde kalmıyor. Bireysel olarak her birimizin belleğinde Gezi’ye dair yer edinen en ufacık kırıntılar bile toplumsal tarihi içsel olarak şekillendirmeye devam ediyor. Peki, madem ki bir; “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”tan bahsediyoruz; Gezi’nin talebeliğinde bugünden ve birbirimizden neleri talep edeceğimizi, nasıl ve hangi araçlarla, birlikte bugünü/geleceğimizi kuracağımızı ısrarla konuşmak ve eylemekte fayda var. Üzerinde yürüyebileceğimiz siyasal zemini oluşturmak açısından, açığa çıkmış olan hangi çelişkileri iyice kanırtmamız, hangi imkânları çoğaltmamız gerek? Tek bir yazı dahilinde tüm bunlara cevap vermenin pek bir olasılığı da lüzumu da yok. O yüzden burada daha çok mekan ve siyaset ilişkisi üzerinden çerçeveyi daraltmaya, olanı biteni derleyip toparlama çabasına gireceğim.
Öncelikle tüm bu süreci anlama bağlamında sınıfsal bir bakış açısı ile yapılan değerlendirmelerden taraf olduğumu belirteyim. Meseleye sınıfsal açıdan bakmak; bizi analizin ötesinde, üretim araçlarına sahip olmayan, gerek çalışma alanında (işyerinde), gerekse özel ve kamusal yaşam alanında (evinde ve parkında) “güvencesiz” ve “memnuniyetsiz” olan bu kocaman topluluğun geleceğe dair başka bir alternatifi geliştirebilmesinin zeminini de sunuyor. Bu noktada, “sınıf”ı dar bir çıkar birlikteliği ve/veya zaman-mekandan soyutlanmış indirgemeci bir iktisadi kategori olarak ele almak son derece eksik kalacaktır. Emekçi sınıfın siyaset sahnesine geri dönüşü, onu bir toplumsal ilişki ve süreç olarak ele aldığımız, gündelik yaşamdan mücadelenin her düzeyine kadar kendi oluşumunu gerçekleştiren ve böylelikle deneyimi bilince dönüştürerek, aşağıdan yukarıya bir siyasal projeyi ortaya koyabilecek bir “özne” olarak tarif ettiğimiz ölçüde mümkündür. Gezi’deki deneyim bu oluşum açısından zamanı bir ölçüde hızlandırmıştır. Reel hak ve talepler ekseninde gelişen bu oluşum mevcut siyasal kamplaşmaların birbirlerine temas etmelerinin ve yan yana gelebilmelerinin de önünü açabilmiştir.
Mekan Meselesinin Siyasallığı ve Projeciliğin İflası
Gezi, topyekun bir genelleme yapamasak da, toplumsal muhalefetin bir ölçüde tali mücadele alanı olarak gördüğü, görmese de yeterince cevval davranmadığı birçok alana dikkat kesilmesine vesile oldu. Mekan, kent ve ekoloji meselesi, bizzat sürecin fitilinin yakıldığı alan olması hasebiyle üzerinde daha da fazla durulması gereken bir konu. Ancak meseleye dair ilgi eskiye nazaran bir parça artmış olsa dahi, ele alınış biçimi yalnızca bir toplumsal duyarlılık, mevcut siyasal iktidarı geriletme ve/veya mevcut yaşam koşullarını iyileştirme sınırlarında kaldığı taktirde bu büyük kalkışmayı ve potansiyel siyaset yapma zeminini gözden kaçırabiliriz.
Öncelikle şu tespiti yapmak gerek: mekan sınıfsal bir meseledir, iktidar mücadelesinin alanıdır ve dolayısıyla siyasal, ekonomik ve toplumsal bir bütünlük arz eder. İktidarın/sermayenin kendini yeniden ürettiği, ancak Gezi’de de gördüğümüz üzere karşı hegemonik projenin de hayat bulabileceği bir zemin. Hafızamızı tazeleyelim, biz Taksim ve Gezi Parkı’na yönelik ilk açıklamayı kimden duymuştuk: Başbakan’dan. Hem de beklentilerin aksine yerel değil bir “genel seçim” kampanyasında. Bizler mevcut siyasal iktidar tarafından, ülkeye dair genel iktisadi ve toplumsal konuları tartışmanın ötesinde, özellikle İstanbul merkezli olmak üzere Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası, 3. Köprü, Kanal İstanbul, Haydarpaşaport, Galataport vb. projelere oy vermeye davet edildik. İşte Gezi, “hizmet/icraat” söylemi altında toplumsal meşruiyeti sağlanmaya çalışılan bir projenin nasıl bir sınıfsal karşılığı olduğunu ayan beyan açık etmiştir. Ne kadar sonrasında çevrilmeye çalışılırsa çalışılsın, sermayenin AVM projesinin karşısına emeğin Parkı; yani herkesin ortak, parasız ve eşit kulanım hakkı/değeri dikilmiştir. Bir kamu arazisinin özelleştirilmesi suretiyle, sermaye birikiminin yapılı çevre üzerinden kendisini yeniden üretmesine dayalı derinleşecek eşitsizlikte ibre, en azından bu mevzide, emekten yana olmuştur.
Bu aşamadan sonra, irili ufaklı, mekanın bizzat kendisinin metalaştırılmasına dayalı her türlü projeciliğin bir politik mücadele alanı olarak görülmesi elzemdir. AKP iktidara geldiği günden bu yana hukuki altyapısını ilmek ilmek örerek, kendilerinin de açıkça belirttiği üzere inşaat sektörünü palazlandırıp kriz ertelemeyi bir strateji olarak benimsemiş, bunun da siyasal/iktisadi rantını fazlasıyla yemiş, toplumun geniş kesimlerini kaybeden konumuna iten, doğal yaşam alanlarını geri dönülmeyecek biçimde tahrip eden, kamusal alanları özelleştiren ve kamusal hizmetleri piyasalaştıran bir sürecin meşruiyeti kitlesel olarak sorgulanır hale gelmiştir. En azından buradan umut edilebilir.
Demokrasiye İtibarını Geri Kazandırmak
Gezi, AKP’nin yerel yönetimlerden doğup giderek merkezileşen iktidarının en önemli söylemlerinden biri olan ve son dönemde “ileri” olarak atfedilen demokrasiye itibarını geri kazandırmış, onu politik bir mücadele alanı olarak ön plana çıkarmıştır. Öncelikle kendi yerel yönetimlerini dahi bypass edip, hukuki denetimi ortadan kaldıran bir süreç afişe edilmiştir. Bunun ötesinde ise insanlar, kendi gündelik yaşamları ve onun gerçekleşeceği mekana dair kolektif olarak muktedir olmayı, bu alanların tümünde söz ve karar sahibi olmayı açıktan talep etmiştir. Bu büyük ölçüde sermayenin talepleri ekseninde biçimlendirilen bir kentin ve yaşamın işleyişine çomak sokmak demektir. Buna karşı iktidarın demokrasi adına sunabildiği tek şey, artık son derece arkaik kalmış olan sandığı göstermek olmuştur. Hareketi etki-tepkiye dayalı bir direnişin ötesine taşıyan, iktidarın tanımladığı oyun alanını reddederek kendisinin belirleyici olduğu kurucu bir politik mücadeleye evrilten fikri sıçramalardan biri tam da bu noktada gerçekleşmiştir.
Hepimizin bildiği üzere Gezi, şiddetle bastırılıp yok edileceği sanıldığı yerde kendisini memleketin diğer parklarında, yani ortak kamusal alanlarında yeniden var etti. Forumlarla ortaya çıkan bu süreç en temelde ilerici, yenilikçi bir doğrudan demokrasi talebidir. İnsanların kendi yaşamlarına dair alınacak kararların her birinden sorumlu olduğu, bunun için mücadele ettiği, kendi tahayyüllerini başkaları ile ortaklaştırdığı ve bu ölçüde hayata geçirebildiği doğrudan, aşağıdan ve gerçek bir demokrasi deneyimi karşısında her türlü “paket” inandırıcılıktan uzak kalacaktı ki, öyle de oldu. Meydan ve parkların geri alınarak, mevcut sistemin haricinde bir karar alma/bir araya gelme biçimi sunması açısından forumların, pratik süreç içerisinde karşılaştıkları zorlukları, olumsuzlukları bir tarafa bırakarak önümüze açtığı ufku görmek gerek. En nihayetinde ilk günden beri ortalığı kasıp kavuran mizah, duvar yazıları, sanatın hemen her halinin vuku bulması; insanların kendilerini ifade etme ihtiyacının, açıkçası gerçek bir demokrasi ihtiyacının ve ancak bu sayede gerçekleşebilecek özgürleşme isteğinin dışavurumuydu.
Başka Bir Hayatın ve Özgürleşmenin Anahtarı: Dayanışma
Hareketin ilk günlerinden itibaren her türlü yoğunlaştırılmış şiddete karşı gösterilen, ısrarla barışçıl bir çizgide yürüyen, meşru-militan-masum direniş, üzerine titrenmesi gereken bir durum. Ancak yalnızca burada kalınsa idi iktidarın göstermiş olduğu itibarsızlaştırma, dezenformasyon ve her türlü manipülasyona kurban gidilebilirdi. İşte tam bu noktada hareket yine hem moral üstünlüğünü, hem meşruiyetini, hem de gerçekliğini perçinledi. Gezi, herkese başka bir hayatın bugünden gerçekleşebileceğini, bir rol model olarak sunulan AVM-duble yol-TOKİ ve türevlerinden ibaret bir hayata karşı; dayanışmacı, paylaşımcı, eşitlikçi, doğadan ve toplumdan yana bir yaşamın mümkün ve hakkımız olduğunu ispat etti. “Başka bir alternatif yok” söyleminin şiar edinildiği bu dönemde, böylesi bir durumun İstanbul’un tam göbeğinde gerçekleşmesi, iktidarın/sermayenin tüm söylemlerini alt-üst etti. Ve hepimiz biliyoruz ki, en azından bu deneyimi bir kez yaşayanların damaklarında kalan tat silinmeyecek ve yaşadığımız yavan hayatın alternatifi olarak geri çağrılacaktır. Şayet, dördüncü-beşinci günde artık olan biteni bir şekilde göstermek durumunda kalan medya beklenilenin aksine; kendi çöpünü toplayan, yiyeceğini-bilgisini-görgüsünü paylaşan, birlikte kütüphane kuran, dans eden, birbirine saygı duyan, ülke gündemini tartışan, birbirinin yarasını saran, düştüğünde her kim olursa yanındakini yerden kaldıran, bostan ekip biçen, parasız yaşayan… bir topluluk ile karşılaşmasaydı, ne iktidarın eli ayağı böylesine birbirine dolanırdı, ne de bu hareket tüm dünyaya sirayet edecek bir etki gösterirdi. Cezbedici olan, özgürlükçü olan, insanların yüzünü güldüren hayat buradaydı ve artık geri dönülmez bir alternatif olarak gerçekti. Neoliberalizmin (dolayısıyla ilk elden AKP’nin) rıza üreterek ve görünür-görünmez şiddet uygulayarak inşa ettiği hegemonya, karşı-hegemonik proje karşısında ilk kez yenilgiye uğramıştı. Başka bir hayat, dünyevi olarak kendi mekanını bulmuştu.
Dayanışma fikrinin kendisinin, özgürlüğün bir koşulu olarak zaruri olduğu bir kez daha gün yüzüne serilmiş oldu böylelikle. Her birimizin farklı ihtiyaç ve yeteneklere sahip olduğunu ve birbirimiz için neyi, nasıl ürettiğimizi fark ettiğimiz ölçüde, bu düzenin amentüsü haline gelen rekabetçiliğin nasıl saçma olduğunu ve hayatı yaşanabilir olmaktan çıkardığını daha iyi anlayabiliyoruz. Herkesin birbirinden sorumlu olduğu böylesine bir hayat ancak yukarıda da değinilmeye çalışılan bir demokrasi anlayışı ile birlikte yürüyebilecektir. Öyle de olmuştur zaten. Burada üzerinde durulması gereken ve meşakkatli olan; ihtiyaçlarımızın karşılanmasını sermayenin tahakkümünden çıkaracak, kolektif sorumluluğumuza ait dayanışmacı pratikleri bundan sonra nasıl geliştireceğimiz.
Yenilikçi Bir Siyasetin İnşası ve Örgütlenme
Gezi’nin AKP’nin heybesinden çekip aldığı bir diğer kavram ise yenilikçilik olmuştur. 2001 yılından itibaren yenilikçi olduğunu iddia eden bir siyasal iktidar, ortaya çıkan bu olgu karşısında yeni hiçbir şey söyleyememiş, daha da muhafazakarlaşmıştır. Çünkü karşısında, belli bir forma sokma uğraşısında olduğu, ancak dili, yaşam tarzı, beklentileri, davranışı ile gerçekten yeni, daha birçok keşfedilecek yanı olan, merak uyandıran bir topluluk yer alıyordu. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte de, AKP’nin bu topluluğu ikna edebilecek bir siyasal projeyi ortaya koyması zor gözüküyor. Hemen her toplu açılış töreninde Başbakan’ın öncelikle Gezi’ye sallayıp, sonrasında da paradan kaç sıfır attıklarını veya çeşitli konut istatistiklerini uzun uzadıya anlatması toplumsal heyecan uyandıracak yenilikçi bir söylemi yitirdiğine işaret. Bu noktada Gezi’nin daha ilk günlerinden itibaren –iddiaları boşa çıksa dahi- geleneksel muhafazakar söylemine sarılması (başörtüsü, içki, cami, 28 Şubat…) önümüzdeki üç seçim öncesinde kendi kitlesini büyütmese de kutuplaştırarak sağlama alma gayesinden gelmekte idi. Darbecilik ve –burada Mısır’ın provasını yapıyorlar- şeklideki soğuk savaş dönemi komploculuğundan beslenen söylem, AKP kadroları haricinde de toplumsallaşamadı zaten.
Peki, yenilikçi bir siyasetin inşası hangi araçlarla gerçekleşecek? Hemen herkes Gezi ile birlikte, mevcut siyasi partilerin, meslek örgütlerinin, sendikaların vb. örgütlenmelerin sürecin gerisinde kaldığına, yenilenmesi gerektiğine, süregiden alışkanlıkları ile kapsayıcı olamayacaklarına dair –kendileri dahil- muhasebe yaptı. Tespitin doğruluğundan kimsenin şüphesi yok. Ancak bu durum bir “örgütsüzlüğe övgü” haline de dönüşmemeli. Hepimiz biliyoruz ki, iyi kötü Gezi’de bu örgütlenmeler mücadelenin içerisinde olmasa, birikim ve imkanları ile en basitinden bir koordinasyon faaliyeti yürütmeseydi bambaşka durumlar ile karşılaşılabilirdi. Ya da, eksik-fazla, yaklaşık iki yıldır bildiğimiz platform tarzı bir örgütlenme biçimi olarak kurulup varlığını ısrarla sürdüren ve mücadelenin organik bir parçası haline dönüşen Taksim Dayanışması’nın mevcudiyeti; gerek işleyişin sağlanması, gerek birlikte demokratik bir akıl yürütmenin sürdürülmesi, gerek kamuoyunun dikkate alıp, sözüne-eylemine baktığı bir yapının oluşması, gerekse karşı taraf ile bir muhataplık ilişkisinin kurulması açısından kritik bir rol üstlenmiştir. Bundan sonrası, sokağa çıkan veya çıkmasa da sokağa gönlü kayan, kaymasa da her ne kadar AKP’nin kendi safında kemikleştirmeye çalıştığı ancak uyguladığı politikalar itibariyle aslen Gezi’nin saflarında olan insanlarla birlikte yol yürüme sabrını ve dirayetini göstermekle alakalıdır. Yoksa ne kadar esnek olursa olsun terk edilmeyen bir rekabetçiliği içeren ve söylediği doğruya iman ederek yalnızca çağrıcı konumunda olan bir örgütlenme tarzının önümüzdeki dönemde pek bir kıymeti kalmadığı malum.
Yaşamın Tümünü Talep Etmek: Emeğin Mekanları
Ezcümle artık sorun temelli bir araya gelişlerin ve önceden planlanmış geleneksel eylem güzergahımızın ötesinde bir yerdeyiz. Hiçbir şey bir anda olmadı, bugüne kadarki onca emeğin, çabanın, mücadelenin eseri olarak ortaya serildi, o yüzden de geçmişin birikimi üzerinden kendisine yenilikçi bir mecra açtı. Kendi söylemlerini de üretti, geçmişin sloganlarını da yeniden çağırdı, siyasetin çeperlerinde kalan kuşakları yeniden aktifleştirdi, onların birbirine yakınlaşmasını sağladı.
Yukarıda anlatılanları birbiri ile irtibatlandırarak toparlamaya çalışalım: toplumun geniş kesimleri ile birlikte sınadık ki; siyasetin mekansallaşması ve yaşam alanlarının örgütlenmesi, kendi özyönetim biçimlerinin, karar alma pratiklerinin gelişebileceği sahici demokratikleşme çabalarının önünü açabilir. Dayanışmacı ilişkilerin gelişebileceği, istihdam, barınma, beslenme gibi hayati sorunların muhatapları tarafından sahiplenilebileceği yapıların, ısrarla bugünden kurulmasının hayatımızı dönüştürücü bir etkisi bulunmaktadır. Bu durum aynı zamanda, bu hizmetleri üstlenmekten elini çekmesine rağmen soluduğumuz hava dışında her şeyden vergi alıp yaşama standartlarımızı belirleyen hakim devletçiliğin sorgulanır hale gelmesine neden olacaktır. Mal ve hizmetlerin üretiminin esneklik kazandığı koşullarda, bütün üretim alanlarını, dolayısıyla parçalanan ve hizmet emeği bağlamında kentleşen tüm mekanları “işyeri” olarak gören “mekan” eksenli bir mücadele hem ortaklaşabilmenin hem de yeni bir toplumsallığın önünü açabilir. Üretimdeki temel çelişkinin yeniden üretim alanında süregittiği ve gün geçtikçe piyasalaştırılan barınma, eğitim, sağlık, kültür, ulaşım vb. alanlarda mücadelenin bütünselliğinin sağlanmasının gerekliliği son derece açık. Bu da tüm kentleşme meselesinin ve ekoloji mücadelesinin sınıfsallığını bir kez daha ortaya koyuyor. Bu çerçeve bugüne kadar şizofrenik ayrımlara tabi tutulan, herkesin sadece kendi kulvarında mücadelesini ikame ettiği, siyasal-ekonomik-toplumsal alanı birbirinden ayrıştıran, sendika, parti, meslek örgütü vb. ayrımların arasında olması gereken geçişkenlikleri ve yan yana gelmenin ötesinde hakikaten birleşik hareketi, birleşik toplumsal örgütlenmeleri, “özne”yi Gezi’de göründüğü gibi hayatımıza kazandırabilir. Ancak bu özne, vücudumuzdan ve duygularımızdan başlayıp tüm mekanları, topyekun doğayı ve nihayet yaşamın kendisini metalaştıran sermayeye karşı insanın kendisinde olanı gerçekleştirebildiği bir yıkıcı-yaratıcılığın/özgürleşmenin önünü açabilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.