Ekonomi bilimi; yığını manüpüle ederek beklentileri iyileştirme, adıyla çağırmama sanatıyla yapısal etmenleri gizleme şeklinde, yüzde olarak azınlık kesimin tekeli altındadır. Daha da açarsak; yığın, çoğunluk ekonomik gücün, ekonomi biliminin ve söylemlerin küçük bir bölümünün sahibiyken; gücün, bilimin ve söylemin sahibi ne yazık ki azınlık olan kapital (sermayeder) kesimdir. Günümüzün iktisat bakış açısı bu şekilde olayları […]
Ekonomi bilimi; yığını manüpüle ederek beklentileri iyileştirme, adıyla çağırmama sanatıyla yapısal etmenleri gizleme şeklinde, yüzde olarak azınlık kesimin tekeli altındadır. Daha da açarsak; yığın, çoğunluk ekonomik gücün, ekonomi biliminin ve söylemlerin küçük bir bölümünün sahibiyken; gücün, bilimin ve söylemin sahibi ne yazık ki azınlık olan kapital (sermayeder) kesimdir. Günümüzün iktisat bakış açısı bu şekilde olayları analiz eder ve teori adı altında bir söz sanatında; retorikte bulunur. Realiteden kopuş, görmezden gelinilen etmenler ve kapitalizmi adıyla çağırmadan yumuşatılan öğreti, temel çelişkileri, kapitalizmin yapısal sorunlarını ve –işçi işveren çelişkisi, fakirleşmeden zenginleşmenin imkansızlığı gibi- olguları her seferinde yığından gizler. Elimden geldiğince bu üsluptan uzak, gerçeklik içerisinde ekonomiye bir bakış açısı oluşturmaya çalışacağım, iktisat ne birkaç yüzyıllık bir akademik bilimdir ne de birilerinin kumar masalarının (finansal piyasaların) gelişmelerinden ibarettir.
Günümüz ekonomisini ve gidişatı genel olarak gözden geçirirsek, güçlü ekonomiye geçiş programıyla başlayan süreç, ne kadar toplumsal refahı arttırmış ne kadar bizi kalkındırmış, ne kadar zenginleştirmiş ve ne kadar makro-ekonomik göstergeleri istenilen bir seviyede tutmuş sorularını sormak gerekir. Fakat günümüz ekonomi bilimi, ne kadar zenginleştiğimiz (GSYİH artışı) ve makro-ekonomik göstergelerden fazla pek bir şeye değindiği yok. Maliye politikasıyla gün be gün artan vergi yükü ve verginin tabana yayılmasıyla[i] düşük gelirli kesimin gelirinin büyük bir kısmının vergiye akması, sermaye kesimine dair vergi borçlarının ve cezalarının çıkan kanunlarla her yıl silinmesi (2012’de 1 milyar tl’ye yakın[ii]), iç borca yönelme; borç ödemelerini kolaylaştırıp enflasyonu düşürürken, halkın refahını göz önünde bulunduran bir yönetim anlayışı ve bakış açısı mevcut değil. Bu da ekonominin uygulayıcılarının ve akademisyenlerinin ne denli komprador olduğunun bir göstergesi.[iii] Gerçi çoğu zaman siyasilerin söylemlerinin tutarsızlıkları ekonomisyenler tarafından eleştirilmesine karşın, RTE ve bakanı (Şimşek) yılmadan saçmalamaya devam etmektedirler.[iv] Kalkınma söylemi ile sömürgecilik anlayışı yeni şeklini teori ihraç (retorik) etmek olarak aldı ve Türkiye tarihi boyunca, basiretsiz yöneticiler ve komprador akademisyenler tarafından bu bilimsel sömürü içselleştirildi ve sorgulanmadan kalkınma teorileri, IMF politikaları uygulamaya konuldu.
Bu anlayışın güncel sorunlarını ve sürecini genel olarak değerlendirelim;
Zenginleşmedeki hızımız 15 (216 ülkede) , gelir dağılımında ki eşitlikte 78 (136’da), işsizlikte ise 108 (200’de) ve daha nice toplumsal refah indeksinde[v] sonlardayız. Büyüme kantitatif (niceliksel) olarak güzel ama bir kalitatiflik (nitelik) yok. Öğretiye geldiğimizde ise, üniversitelerde hükümete kesintisiz bir itaat söz konusu, güçlü ekonomiye geçtik geçeceğiz bakış açısı, büyümeden sonra kalkınma gelir retoriği ve sorgulanmayan ekonomi politik. Realiteyi biraz daha açalım; cari denge olarak 192 ülkeden 191. Sıradayız; ülkeye giren döviz, çıkan dövizi karşılamada ki sıralamamız sondan ikinci. İhracatımızın düşüklüğünün yanısıra dış ticaret haddimiz[vi] de oldukça düşük ve ithalatı karşılıyacak dövizi sıcak para gibi portföy yatırımlarını ülkeye çekmekten başka bir çaremiz yok[vii]. Aynı şekilde yaptığımız ihracat yabancı firmaların üretimlerinden kaynaklı olduğu için kârın büyük bir kısmı dışarıya (firmanın merkezinin bulunduğu ülkeye) aktarılmıştır. Peki döviz girdisi ve çıktısı neden önemlidir(?); bilindiği üzere ekonomi küreselleşti ve bu küresel pazarlarda işlem yapabilmek, ticaret yapabilmek döviz stoğu ve dövizin fiyatına bağlıdır. Tabi bir paranın kullanılabilirliğini de o parayla alabileceğimiz şeyler ve kullanımdaki piyasaları belirler. Döviz girdisi ve çıktısı arasındaki dengeyi sağlayabilmekte ki güç neyi belirler(?); dövizin piyasadaki talep ve arz dengesini; fiyatını (kuru). Bugünlerde kurlar yükselmekte ve bunun sebebini hükümet çarptırarak olası krizden sıyrılmayı hedeflemekte; faiz lobisi.
Kim bu faiz lobisi ?
Bizim gibi ülkelerde kuru dengelemenin kolay ve kısa dönemli kaynağı yabancı sermayederi, spekülatörleri –sıcak parayı- finansal piyasalara çekmektir. Yüksek faiz ile finansal piyasa kaynaklı döviz talebini karşılamak, faiz lobisi kaynaklı olarak ekonomiyi ayakta tutmak, büyümeye kaynak oluşturmaktır. Faiz lobisi derken yanlış bir isimlendirme ile hedef yanıltmanın altını çizmek değil, ardında ki gerçeği ortaya çıkartmak amacımız. Öncelikle bir lobi şeklinde faaliyet göstermesine gerek yoktur bu -faiz oranı üzerinden spekülatif piyasalarda para kazanan- kişilerin. Halihazırda ülkemiz bu kişilerin kazanç kapısıdır. Finansal piyasalar için bir çok serbesti ve kolaylık sağlanmış ve sağlanmaktadır. Bu lobiyi besleyen de finansal sistemin kısa vadeli kredi kullandırmakta ki bir aracı olan kredi kartları[viii] değil, küreselleşmeye entegre olmuş hükümet politikalarıdır. Dikkat edilmesi gereken nokta ise, hükümetin IMF’e borcu kapattık söylemlerine karşı iç borcunun aşırı artmasıdır. Elbetteki bu borcu kimse babasının hayrına vermez. Hazine Bonosu ve Devlet Tahvili gibi borç kağıtlarını çıkartan devlet; yaptığı harcamaları ve giderlerini faiz karşılığında iç piyasadaki bankalar ve şirketlerden aldığı borçla karşılar. Bu borcun faizi piyasa faizinden yüksektir ve piyasadaki borç kağıtlarına göre çok daha güvencelidir. 2003’den bu yana iç borç için 1.5 Trilyon TL ödendi ve bu yıl sonuyla toplam AKP dönemi boyunca iç borç ödemesi 2.1 Trilyon TL olacak. Sadece iç borç faiz ödemesi ise bu sene sonu 456 Milyar TL. Dış borçlanma da dönem içerisinde 200 milyar dolar kadar artarak 340 milyar dolara ulaşmıştır.[ix] Tüketicilerin bankalara kredi ve kredi kartı borçları toplamda 323 Milyar TL. Yani kamu iç borç stoğunun %15’i kadar.[x] Buradan anlaşılacağı üzere faiz lobisini en çok besleyen olgu denk bütçe ve devlet harcamalarıdır. Devletin gelirinin vergilerden başka bir şey olmayışı ve gider kaleminin fütursuzluğu, düzenlenmesi gereken olgunun devletin yönetim ve mali politikaları olduğunu gösterir.
Bu -faiz lobisini besleyen- para politikaları mevcut hükümetle başlamasa da, AKP dönemince sıcak para girişi ile spekülatif piyasalar beslenmiş ve bu şekilde dipten çıkan ekonominin kaymağını AKP hükümeti yemiştir. Grafikte görüldüğü gibi 1989 yılına göre sıcak para girişinde ki artış 2002 krizi sonrasında da devam etmekte, en yüksek seviyelerine ulaşmaktadır. 2003 sonrası toplam spekülatif sıcak para girişi 153 milyar doları aşmıştır ve aynı dönemde 93 milyar dolar (faiz ve faiz benzeri) portföy yatırım getirisi ülke dışına aktarılmıştır. Aynı şekilde, TCMB Döviz Rezervleri ile sıcak paranın güçlü bir ilişkisi vardır. 2011 sonu sıcak para çıkışına karşı, uluslarası spekülatörlere Erdem Başçı’nın açık davette bulunması akıllara gelecektir; “2012’de Merkez Bankası TL’nin değer kazanmasına izin verecek; TL ABD dolarını yenecek; dünyada en çok değerlenen para birimlerinden birisi olacak; TL’ye yatırım yapanlar hep kazanacak.” 2012 başında sıcak parayı çekmeye yarayan söylem kimlerin lobinin uşağı olduğunu göstermenin yanısıra bugünkü geçerliliği tartışılır. Sıcak para girişi ve döviz rezervleri 2013 de keskin bir düşüş göstermektedir. Bunun sebebi son dönemlerdeki dış değişimler (ABD’nin para politikası), faizlerin yarımşar puandan düşüren TCMB para politikası[xi] ve siyasi istikrarsızlık/tutum. Yabancı sermaye çıkışının tetiklenmesi, aşırı kırılgan ekonomimizi kriz sürecine sokacağı korkusunu doğurmuştur. Keza kurların yükselişi ve borsanın çöküşü durumları konjonktürel hareketin dışındadır. Böylece olmayan bir lobi ile hedef yöneltme, lobinin beslediği çapulcu söylemleriyle, politikaların uzan vadedeki olası başarısızlığı başkalarının üzerine atılmaktadır; dış mihraklar, faiz lobisi, bunlar Türkiye’nin gelişmesini istemiyor vs.
Aynı zamanda son dönemin politikasıyla tüketim çılgınlığının yerleşmesi, kredi kartı furyası, cari dengeyi daha da baskı altına almıştır. Peki bizim gibi ülkeler için kurun ve kuru belirleyen döviz girişinin ne önemi vardır; kura bağlı olarak GSYİH’mızın %70,1’ni oluşturan tüketim mallarının talebinin büyük bir yüzdesini dışarıdan ithal ederiz. Doğrudan ithal etmesekte, hammadde, enerji ve teknoloji gibi yüksek maliyetli girdileri kurun belirleyeceği fiyattan alırız. Kur yükselirse, ithalatın fiyatıda yükselir. Yükselen ithal mal ve girdi fiyatı ile çıkarım basittir; enflasyon. Düşük gelirli kesimin -tüketim malları fiyatının artmasıyla- harcanabilir gelirinin daha da azalması olası durum. Alınan önlem ise; paralı kesimin, parayla para kazanması duraksamasın, sermaye çıkışı yavaşlasın diye; düşürülen faiz oranlarının[xiii] tekrardan yükseltilmesi, kısa vadeli çözüm döviz talebini TCMB rezervlerinden karşılama, tüketimin kontrol altına alınması konusunda birkaç düzenleme; kredi kartı düzenlemesi gibi. Tabi burada önemli nokta enflasyondan çok enflasyonun beklentisidir. Çağdaş ekonomi beklentilere oldukça önem verir ve bu beklentileri olabildiğince manüpüle eder. Bu sebeple güçlü ekonomiye geçiş; önce örtük enflasyon hedeflemesi sonra açık enflasyon hedeflemesiyle her zaman enflasyonun düşüşte olduğunu, iyiye gidildiğini ulusa serzendi durdu. Günümüzde olan da budur, medyanın bu denli yumuşak başlı ve penguentif olmasının ardındaki “beklentilerin önemi” azımsanmayacak boyuttadır. Keza ekonomi yazarları ve akademisyenler itaatkar tavırlarından ödün vermeden, dövizin bu dalgalanmasını normal olduğunu ve TCMB’nın politikaları bir enflasyon süreci doğurmayacağını söylemektedirler.
Şimdi bir sonuca varalım, ekonomimizin büyümesinin kaynağı üretim artışı değil, daha çok dış sermaye (faiz lobisi) ve üretime katkı sağlamayan sektörler (inşaat vs.). Tabi birde GSYİH’nın %70,1’ni oluşturan bir tüketim var dedik, son dönemlerde özellikle 2008 sonrası -faiz lobisinin yorgun düştüğü yıllar- büyümedeki tüketimin payı artmaya başladı, ekonomiyi kurtarma politikaları bu yöndeydi.
Politikaların uzun vadede ki başarısızlığı başkalarının üzerine atılmaktadır dedik. Manüpülatif söylemlerden uzak bir bakış açısı bize aşşağıdaki durumları göstermiştir;
-Gezi eylemleriyle aynı zamanda meydana gelen bu sıcak para çıkışının tesadüften öte bir sebep olabileceği doğrudur, fakat ne tek etkendir ne de ana etmendir.
-Halkın iradesinin arkasında olmayan bir lobi aramak anlamsızdır. Bu hedef şaşırtmaca ile kast edilen faize dayalı getiri sağlayan kişilerin ne denli ekonomi politik ile içli dışlı olduğu ortadadır.
-Sıcak para riski sevmez ve siyasi istikrarsızlık büyük bir risktir. Fakat insanların zulme karşı hukuki haklarını kullanması bir siyasi istikrarsızlık değil, siyasilerin despotik tavırları ve baskıcı tutumları bir siyasi bunalım doğurmuştur[xiv].
-Suriye’ye karşı savaş çığırtkanlığının yapılması ve olası savaşta ki Türkiye’nin üst olma hevesi asıl siyasi konjonktürü bunalıma ve ülkeyi riskli bir bölge haline getirecektir. Bu söylemlerin sahipleri, para çıkışlarını doğuran ortamı hazırladıklarından bahsettikleri lobiye hizmet ederek ülkenin gelişmesini istemedikleri de söylenebilir.
-Ekonominin resesyona girmesinin sebebi ve sorumlusu demokratik haklarını kullanan halk değil, ekonomiyi bu denli kırılgan yapan ve süreci destekleyen politikalardır.
-Gezi eylemleri olmasa da sıcak paranın yeri yurdu yoktur ve elbet bir gün bu süreç yaşanıp aynı sonuçlar meydana gelecektir.
Ekonomi Politik ve Komprador Tavır
Bu büyümenin içeriğine ve kırılgan yapıya neden bir itiraz yok, göstergeler bu durumdayken, toplumsal refah sürekli düşmekteyken bunca zamandır neden serzenişler miting alanlarında hala devam ediyor, neden bu işin bilir kişileri, muhattapları gerekli cevabı vermiyor ? Burada öğreti şunu öğütlüyor; ekonomik büyüme olmadan ekonomik kalkınma olmaz (!). Retoriği biraz açalım; gelişmiş ülkelerin hepsi ilk olarak ekonomik büyümeyi sağlamış daha sonrasında toplumsal refah artışını, kalkınmışlığı göstermiştir. Sanayi devriminin yenilikleriyle, kabaca bir tabirle 19. ve 20. YY. da ekonomik olarak gelişen bu ülkeler 20. YY’ın sonlarıyla 21. YY’da da kalkınmışlığını tamamlamış ve hala büyümeye devam etmektedir. Fakat tarihleri irdelemek önemlidir; gelişmenin altyapısını yaparken ve gelişirlerken bu ülkeler; günde 18 saat, kadın, çocuk işçiler çalıştırarak, kıyasıya bir emek sömürüsünü gerçekleştirerek, sömürgecilik faaliyetleriyle ve ticarette açık ara bir teknolojik üstünlükle bu hale gelmişlerdir. Bizde bu evreleri şimdi yaşayamayacağımıza göre, elimizden geldiğince toplumsal gelişmişliği göz ardı ederek ekonomik büyümeye yöneliyoruz; asgari ücreti reel olarak arttırmadan asgari yaşam ihtiyaçlarını karşılamayacak bir seviyede tutarak, eğitim ve sağlık harcamalarını olabildiğince kısarak, niteliksiz bir eğitim ve nüfus politikasıyla iş gücünü ucuzlatarak, bizden mucit çıkmaz, ara eleman olmaya yönelelim diyerek, kayıt dışı ekonomiyi göz yuman politikalar güderek, kıdem tazminatını kaldırarak, kısacası ücretli ve geçimlik kesimi baskı altında tutarak, vb. Her krizin düşük gelirli kesimi derinden etkilemesi ve yüksek gelirli için fırsata çevrilmesi misali, bu süreçte de bu para ve mali politikaların yükünü bir kez daha düşük gelirli kesim yüklenecektir. Lobileşmese de faiz kazancını asıl destekleyenin hükümet ve politikaları olduğu ortadadır. Burada ne kadar siyasi manüpülasyon ile dindar kesimin gözünde faiz karşıtı gibi görünmeye çalışılsa da, ekonomik olarak kapitalist bir sistemde faize karşı bir tutum takınmak mümkün değildir.
Ekonomi biliminin kompradorlaşması böyle bir çizgi izler ve büyüme olmadan kalkınma olmaz retoriğiyle akademik camiayı mest eder. Öğretideki ve politikadaki bu içselleştirme furyasını kıracak olan ise yığındır, uygulayıcıların ve akademisyenlerin yıllar yılı batı ihracı teorilerini içselleştirmesiyle ekonomi emperyalist ülkelerin sömürüsüne maruz kaldı, açık bir pazar haline geldi. Bunların karşısında gerçeklikten kopmadan, ekonomi politiği eleştirmek oldukça önemlidir. İktisat anlaşılmayacak bir bilim değil, toplumsal bir gerçeklik sinsilesidir. Bunu toplumdan uzaklaştıran, gün geçtikçe karmaşık ve parası olanların bilimi yapanlara karşı hayatımızın temelindeki iktisadı öğrenmemiz ve sorgulamamız oldukça önemlidir…
Kaynaklar ve Açıklamalar
Tüketimin GSYİH’ya oranı Uluslararası Yönetim Geliştirme Enstitüsü (IMD) verileri (2012) TİSK tarafından açıklandı
Türkiye’nin makroekonomik göstergelerdeki sıralamaları (2012) World Economic Forum
KİBRİTÇİOĞLU A., Türkiye’ye “Sıcak Para” Girişleri (1989-2013) ve “Gezi Parkı Olayları”
Türkiye’nin Ekonomik Görünüm Raporu -2 KESK-AR Yayınları –Kasım 2013
[i] Verginin tabana yayılması; tüketim üzerinden alınan dolaylı vergilerin arttırılmasıyla, gelir ve kazanca bağlı olarak artan oranlı vergi yerine, her kesimin tüketmekte olduğu mallar üzerinden vergileri yükseltme politikasıdır. Keza akaryakıt, doğalgaz gibi temel ihtiyaçlar üzerinde ki vergi oranı sürekli artmaktayken, gelir vergisi ve şirketler üzerinden alınan ticari vergilerde bir artış söz konusu değil. Bunun sebebi ise, üretim artışının önüne geçecek bir vergi politikası liberal ekonomiye uygun değildir. Verginin tabana yayılmasıylada kişiler ödedikleri vergi yükünün farkına varmaz ve vergi hasılatında kısa vadede bir artış meydana gelir.
[ii] Silinen vergi borçlarının iktidara yakın şirket ve grupların olması, “yatırımların kalkınmanın motorudur ve teşvik edilmelidir” söylemiyle bile açıklanamayacak bir usulsüzlük ve yolsuzluktur.
[iii] Tabi ki bunun karşısında duran hocalarımız vardır fakat azınlıkta olmanın yanısıra, çalışmaları kabul edilmemekte, litaratüre girmemekte, ekonomi politik karşısında ki eleştirilen gündeme gelmemekte ve bir çoğu üniversitelerden ihraç edilmektedirler.
[iv] Bkz. Rodrik – Şimşek tartışması
[v] EĞİLMEZ M. ; Küresel Sistemde Türkiye’nin Yeri (http://www.mahfiegilmez.com/2012/09/kuresel-sistemde-turkiyenin-yeri_5.html)
[vi] Kabaca örneklendirirsek bir ülke 1g ağırlığındaki bir mikroçip karşılığında 1ton buğday alabiliyorsa, ticarette üstünlüğe sahip ve döviz girdisi, çıktısına göre (buğday karşılığında, cetirus paribus yaptık yani dar bir bakış açısı) oldukça yüksek ve sağlıklıdır yani dış ticaret haddi yüksektir. İhraç malının fiyatı ithal malına göre yüksektir.
[vii] 2011 sonu sıcak para çıkışına karşı, uluslarası spekülatörlere Erdem Başçı’nın açık davette bulunması akıllara gelecektir; “2012’de Merkez Bankası TL’nin değer kazanmasına izin verecek; TL ABD dolarını yenecek; dünyada en çok değerlenen para birimlerinden birisi olacak; TL’ye yatırım yapanlar hep kazanacak.” 2012 başında sıcak parayı çekmeye yarayan söylemin bugünkü geçerliliği tartışılır.
[viii] Aslında kredi kartları; tüketim çılgınlığının bir aracı, deregüle edilmiş (serbestleştirilmiş) bankacılık sisteminin son zamanlarda önüne gelene dağıttığı bir ürünüdür.
[ix] Bu borçlanmanın büyük bir bölümü özel şirket ve bankalara aittir. Bunun sebebi ise, yurtiçi reel kredi faiz oranının yüksek olması ile ucuzlayan döviz ilişkisidir.
[x] Buradaki oran aslında oldukça yüksektir, kredi kartı kullanım oranının ve kredilerin düşüklüğünü değil, devletin kredi ve faiz ile ilişkisini vurgulamak amaçtır. Aksi halde devletin başının kendi portföyünden habersiz söylemleri pekte rasyonel değildir.
[xi] Burada; faiz ve para politikalarının karar mercii olan Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının (TCMB) bağımsızlığı sorunsalı da vardır ki; ne derece bağımsız, bağımsız olsa dahi kimin çıkarını kollayacak soruları akla gelir. Fazla ayrıntıya girmeden söyleyebiliriz ki, sonuçlar yığının çıkarını göz etmediğini ve tamamen hükümet politikalarından bağımsız olmadığını gösterir. Mali politika ile para politikasının uyumsuzluğu gözlenmemektedir.
[xii] Tablo kaynak ve konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için; KİBRİTÇİOĞLU A. Türkiye’ye “Sıcak Para” Girişleri (1989-2013) ve “Gezi Parkı Olayları” (http://kibritcioglu.com/iktisat/blog/?p=3649)
[xiii] Burada faiz oranlarının yüksekliğinden dolayı hükümet ile TCMB arasında ki çatışma akla gelecektir. Faiz oranı düştüğünde biz düşürdük, yükseldiğinde faiz lobisi diyen yönetim anlayışı, kamoyuna danışıklı dövüş sergilemekten çok uzun vadede iç borç yükünü hafifletecek bir faiz oranı istemektedir. Tabi bunun yükü –hem tüketim artışı hemde sıcak para çıkışı gibi- oldukça ağır olduğundan atılan adım geri alınmıştır.
[xiv] Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın olaylar sürerken farklı zamanlarda yaptığı sert tondaki basın açıklamaları, borsa endeksinde çok ciddi düşüşleri de beraberinde getirdi. Örneğin 3 ve 6 Haziran 2013 günleri yaptığı konuşmaların her biri daha ilk 5-10 dakikada, BIST100 (XU100) endeksinde %4-10 gibi çarpıcı düşüşler yarattı. (KİBRİTÇİOĞLU A. “Gezi Parkı Direnişi”, Türkiye Ekonomisi ve “Erken Genel Seçim” İhtiyacı)