Bir haftadır devletin (ve paralel devletin) içindeki yolsuzluklarla yatıp kalkıyoruz. Bu ülkenin topraklarını rant hırsıyla yağmalayan, bir de üstüne vatan edebiyatı yapan siyasi zihniyet, özellikle genç kuşağı çok öfkelendiriyor. Haklılar elbette, en başta onların geleceğinden çalan dev bir hırsızlık söz konusu. Ama bu hırsızlığın kodlarını, kendi zaman dilimiyle sınırlı kalarak çözemeyiz. Tarihte geriye, analizde derinlere […]
Bir haftadır devletin (ve paralel devletin) içindeki yolsuzluklarla yatıp kalkıyoruz. Bu ülkenin topraklarını rant hırsıyla yağmalayan, bir de üstüne vatan edebiyatı yapan siyasi zihniyet, özellikle genç kuşağı çok öfkelendiriyor. Haklılar elbette, en başta onların geleceğinden çalan dev bir hırsızlık söz konusu. Ama bu hırsızlığın kodlarını, kendi zaman dilimiyle sınırlı kalarak çözemeyiz. Tarihte geriye, analizde derinlere inmek zorundayız. Bunun ilk adımı, gerçekliğin birbiriyle ilgisiz görünen yanları arasındaki bağıntıları kurmak ve tabloyu doğru bir bütünlüğe kavuşturarak neyle mücadele ettiğimizi bilmek.
Bu yüzden biraz geriye dönmek, ayakkabı kutularından uzaklaşıp, bir kutuya bile konmadan toprağın dibine atılan kemiklere yaklaşmak istiyorum. Çünkü bu toprakların üzerini kesif bir bulut gibi kaplayan bu çürümüşlük kokusu, oralara kadar uzanıyor.
Koman’ın vermeden gittiği hesap
15 Aralık’ta JİTEM’in kurucularından Teoman Koman’ın ölümü için AKP’li Hüseyin Çelik şöyle demişti: “Yaptıklarının hesabını vermeden gitti.”
Eminim, Çelik’in bu sözlerini nadide demokrasimiz için olumlu bir işaret olarak yorumlayanlar çıkmış, heyecan ve şevkle “yetmez ama evet” ya da “evet ama yetmez” nidalarıyla alkışlayanlar olmuştu. Eğer bu cümleler Çelik’in ağzından çıkmasaydı, biz bu sözleri yazarı bilinmeyen bir sözcükler dizisi olarak okumuş olsaydık, içimiz yana yana onaylayacaktık elbette. Ancak bu sözleri söyleyen herhangi biri değil, 11 yıldır bu ülkeye hükümet eden ve bundan ötesi demek olan gücü de adım adım ele geçiren bir partinin üyesi. Dolayısıyla toplumu ilgilendiren, mağdur eden sorunlar hakkında soruşturma yapmakla, hukuk süreci işletmekle, kısaca halk adına hesap sormakla yükümlü olan bir kurumun parçası olarak konuşuyor.
Çelik’in neden hayıflandığını, sözlerinin devamında okuyoruz: “…başta Yassıada’da Adnan Menderes’e reva gördüğü aşağılık muamele olmak üzere” 28 Şubat dolayısıyla kendilerine yaşattığı “mağduriyet” meselesiymiş Koman’ın veremediği hesap.
Buradan açıkça anlıyoruz ki, binlerce insanın katili olan paramiliter bir gücün kurucusu olan Teoman Koman, onlar için sadece, Menderes’e tokat atan ve devletin ele geçirilmesi kavgasında malum cepheye darbe hazırlığı yapan bir asker. Bu yüzden onlar, Koman’ı sadece bunların hesabını sormak üzere oturttular sanık sandalyesine.
Neyin hesabı soruldu?
28 Mayıs 2012’de “28 Şubat soruşturması” kapsamında gözaltına alınan Koman, 4 Haziran’da tutuklandı. Tutuklanma gerekçesi “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek” idi. İlk duruşma 2 Eylül 2013’te görüldü. “Hükümeti cebren devirmeye iştirak” suçunun anlamı şuydu: 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısı, “laikliğin Türkiye’de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu” sert biçimde vurgulamış, Başbakan Erbakan, MGK kararlarını imzalamak zorunda bırakılmış, ardından Genelkurmay “irtica tehlikesine” karşı çeşitli önlemleri yürürlüğe koymuş ve Erbakan hükümeti dağıtmak zorunda bırakılmıştı.
Bunu hiç unutmadılar. Uluslararası emperyalizmin ve Pennsylvania desteğinin hatırı sayılır katkısı olsa da, hak yemeyelim, gayet sistemli ve azimli bir çalışmayla bu yenilginin rövanşını alacak günlere gelmeyi başardılar. Adım adım devletin kilit noktalarını ele geçirip hükümetten ibaret olmayan iktidarlarını kurmaya yöneldiler. İktidarın en önemli payandası, kendinden önceki dönemin meşruiyetini imha etmekti elbette, onlar da bunu yaptılar. Dillerine doladıkları sözcükler, geçmiş dönemin defterini dürerken desteğine gerek duydukları kesimlerin ağzına çalınan bir parmak baldı. Askeri vesayet, demokrasi, özgürlük, şeffaflık, barış…
O balın bal değil, baldıran zehri olduğu kısa zamanda ortaya çıktı. Anlatmalara doyamadıkları mazlumluk masalının hedefine koyduğu hesap defterinde, ne 12 Eylül’ün gadrine uğramışların ne de topyekûn imha edilmek istenen halkın adı yazıyordu.
Teoman Koman’a faili meçhul cinayetler, Susurluk olayı, JİTEM infazları âdet yerini bulsun faslından soruldu; esas dava 28 Şubat’ın hıncı ya da rövanşıydı. 29 Mayıs 2012 günü gözaltına alındıktan sonra tutuklandı, Eylül 2013’te sağlık sorunları nedeniyle tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi. Bu süre içinde Koman’ın, kurucusu olduğu cinayet şebekesiyle ilgili bilgiler vermesi öncelikli sorun olarak görülmedi. Ne de olsa hükümet olacakken engellenmiş İslami anlayışın mağduriyeti, torbalar içinde kuyulara atılan binlerce insan bedeninden daha önemliydi!
Susurluk’tan JİTEM’e
1988′de MİT Müsteşarı olan Koman’ın dâhiyane anti-terör timi fikrini yürürlüğe sokması, 1992’den sonra Kürt bölgelerinde görev almasıyla başladı. Onun görev döneminde faili meçhul cinayetler ve binlerce JİTEM infazı, Türkiye gündemine damgasını vurdu.
1991 yılında MİT Müsteşarıyken, basın mensuplarına verdiği yemekte, gazetecilere Prof. Muammer Aksoy ile Prof. Bahriye Üçok cinayetlerini hatırlatmış, “Yakında tek tek bireyleri hedef alan bir terör dalgası yaşanabilir; bu masadaki birkaç kişi de hayatını kaybedebilir” demişti. Yemeğe katılanlardan Uğur Mumcu, yaklaşık iki yıl sonra arabasına konulan bombanın patlatılmasıyla öldürüldü.
JİTEM (Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele) 1980’lerin sonlarına doğru kuruldu. Başlangıçta Mardin, Silopi ve Batman’da, daha sonraları bütün Kürt illerinde faaliyet gösterdi. Teoman Koman’dı bu cinayet çetesinin kurucularından biri. Ama her sorulduğunda gayet lakayt biçimde “ Böyle bir örgütün varlığından haberdar değilim” dedi.
İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Diyarbakır, Samsun ve Erzurum’da örgütlenen çetenin bünyesinde çok sayıda korucu ve itirafçı bulunuyordu. Hiçbir yasal dayanağı olmayan operasyonlar, suikastler, provokatif eylemler, toplu ya da bireysel katliamlar hep devlet-vatan-millet adına yürütüldü. Kürt hareketini ve onun siyasi örgütü PKK’yi imha etmek üzere Hizbullah hareketi yaratıldı, desteklendi. Bölgede akıl almaz bir vahşet yürüten örgütün sırdı sıvazlandı.
Yüzlerce Kürt annesi, bu süreçte kaybedilen, ölü ya da diri hiçbir haber alınamayan çocuklarının hiç değilse bir mezarı olabilsin diye yıllar boyu Galatasaray Meydanı’nda oturdular, AKP’nin soramadığı hesapları sormak için halen de oturmaya devam ediyorlar. Rastgele kazılan her yerden, açılan her kuyudan kemikler çıkıyor bölgede, yanmış parçalanmış çürümüş kemikler, paramparça giysi parçaları, yanmış saçlar…
Kirli savaşın rantı
İtirafçı Abdülkadir Aygan’ın beyanına göre bölgedeki cinayetlerin yüze 80’i JİTEM tarafından işlenmişti. Ancak, kendi tarafına bile yönelmekten kaçınmayan bunca cinayetin tek sebebi, siyasi değildi. Yıllar boyu sürdürülen ve bunca ölüme, yakılıp yıkılan köylere, sistemli zulüm ve işkenceye sebep olan kirli savaş, kendi zenginlerini yaratmıştı. Görünen yüzünde süregiden “şehitler ölmez-vatan bölünmez” edebiyatı vardı; ardında ise silah ve uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen servetler, eski asker ceketleri sayesinde kaptıkları banka yönetim kurulu masalarında kazanılan milyon dolarlar, hortumlanan bankalar ve yurt dışına kaçırılan paralar.
Teoman Koman, kirli savaşın para ve itibar sahibi ettiği isimlerden yalnızca biriydi. Mehmet Ağar’ından Veli Küçük’üne bu derin devletin içinde yer alan herkes savaştan nemalandı.
Başbakan bugün, “paralel devlete izin vermemek”ten söz ediyor; sanki bu ülkede bu işler yeni çıkmış gibi, sanki sözünü ettiği “paralel güçler” olmasa herhangi bir sınıf devleti, hukuk normları içinde gemisini yürütebilirmiş gibi.
Muhalefet de köpürttükçe köpürtüyor; sanki kendi elleri çok temizmiş gibi, daha geçen hafta ABD-Cemaat ortaklığından icazet almamış gibi, bugün İslam projesi yerine Avrasya projesi iktidarda olsa, ayakkabı kutularına doldurulan paralar halk için harcanacakmış gibi.
Yolsuzluk ve çürümüşlükten yükselen bu pis kokuyu konuşalım, kişisel ahmaklıkları ti’ye alıp gülelim tabii; bu çok insani bir refleks. Ama bunu gündelik siyasetin magazin malzemesi olmaktan çıkarmak gibi bir derdimiz varsa, üzerimizdeki göğü kaplayan bu pisliğin istisnasız bütün egemenlerin ortak doğası olduğunu ve demokratik ya da otoriter hiçbir burjuva devletinin bundan muaf olamayacağını unutmamak ve unutturmamak zorundayız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.