Faşizm üstüne çok şey yazıldı, çizildi. Faşizm hakkında çok tartışıldı. İtalyan faşist lider Mussolini faşizm için, “faşizm şirketle devletin birleştiği bir yönetim biçimidir” demişti. Adorno ise, bir yerde “kapitalizmden söz etmeyen faşizm hakkında konuşmasın” diyordu. Adorno’nun sözünü, zamanımızda, “emperyalizmden söz etmeyen kapitalizm hakkında konuşmasın”a doğru genişletebiliriz. Ya da genişletmeliyiz… Neden mi? Çünkü, başka türlü, karşımızda […]
Faşizm üstüne çok şey yazıldı, çizildi. Faşizm hakkında çok tartışıldı. İtalyan faşist lider Mussolini faşizm için, “faşizm şirketle devletin birleştiği bir yönetim biçimidir” demişti. Adorno ise, bir yerde “kapitalizmden söz etmeyen faşizm hakkında konuşmasın” diyordu.
Adorno’nun sözünü, zamanımızda, “emperyalizmden söz etmeyen kapitalizm hakkında konuşmasın”a doğru genişletebiliriz. Ya da genişletmeliyiz…
Neden mi?
Çünkü, başka türlü, karşımızda duran bu devasa pisliği, bu pisliğin içinde serpilip geliştiği alanı ve bu pisliğin şimdilik “görünür kılınan” minik kısmını dahi, tüm boyutları ile anlama, kavrama şansımız yok.
Çünkü süreçlere, öylesine sitilize, öylesine derin, öylesine sosyolojik, öylesine sosyo-psikolojik, öylesine sosyo-tarihsel, sosyo-ekonomik analizler; öylesine derin bakış açıları ışığında bakılıyordu ki…
Sonunda, derinlik budalalığı, bir tür “komplo teorisi” alerjisi ile birleşiyor, ortaya “gerçeklikten kaçış” olarak adlandırılabilecek bir yeni, yepyeni, en yeni anlayış çıkıyordu.
Emperyalist-kapitalist dünya egemenlik sisteminin hiyerarşik olarak yapılanan ve kutuplaştırıcı bir bütünlük olduğundan mı söz ediyordunuz? Cevap hazırdı: Bunlar çok eski söylemler… Pazarların iç içe geçtiği, ulus ötesi şirketlerin temel aktörler haline geldiği, iletişim ve ulaşım olanaklarının dünyayı küresel bir köye dönüştürdüğü günlerde yeni, yepyeni, en yeni söylemlere sahip olmak gerekir…
Merkezsizleşmiş, iktidarın hem her yerde olduğu, hem hiçbir yerde olmadığı bir dünyada hangi çevreden, periferiden söz edilebilir. Dünya bir örnekleşti…
Bir örnekleşmiş dünyada, ABD sözcüsü her sabah sahnede yerini alıyor; Asya’dan Avrupa’ya, Amerika’dan Ortadoğu’ya, ABD yönetiminin gelişen olaylara nasıl yaklaştığını anlatıyor. Şu ülkedeki şu gelişmeyi dikkatle izliyoruz, bu gelişmeyi doğru bulmuyoruz, şu durumdan rahatsızız, bunun koltuğu bırakması zorunlu, diyordu…
Engels, Almanya’da burjuva devrimini analiz ederken, bu devrimin daha önceki burjuva devrimlerinden farkını belirtmek için yeni kavramlar geliştirir. Bunlardan birisi, yukarıdan devrim kavramıdır. Engels, yukarıdan devrimlerle birlikte devletin “modern burjuvazinin dini haline geldiğini” tespit eder.
Mussoli’nin faşizm dediği şu “şirket ve devlet birleşmesinden oluşan yönetim biçimi” acaba en olgun biçimlerine nerede sahiptir? Bunun özgün bir biçiminin bir kısım ABD’li tarafından “askeri-sınai kompleks” olarak adlandırıldığını biliyoruz. Belki onu da “askeri-sınai-finansal kompleks” olarak genişletebiliriz. ABD’de politik alanın ve devletin sanayi-finans şirketlerinin organik parçası olan sınırlı bir elitin dünyası haline geldiği uzun zamandır biliniyor.
Yenilerde yapılan bir araştırmaya göre, Almanya’da kabinede görev almış politikacıların % 70’i politik kariyerlerini sonlandırdıklarında finans şirketlerinde görev alıyorlarmış. Bu, şu ya da bu partiye özel bir oranı yansıtmıyor, Alman politik elitinin bütünü üzerinde yapılmış bir araştırmanın sonucu. Yani kabinede yer almış, Hıristiyan Demokrat’ından, Sosyal Demokrat’ına, ondan Yeşil Partilisine kadar geniş bir kapsama sahip.
Sözün özü şu ki, dünyamızda, tarihsel olarak, şirketlerle devletlerin, politik alanların en fazla birleştiği, iç içe geçtiği; merkezlerin büyük ölçüde kendine tabi kıldığı çevrelerin devlet ve politik alanlarında yer alan aktörlerini öyle silahlarla falan da değil, birkaç kaset servisi ile yola getirip, politik alanda düzenleme yapma gücü kazandığı zamanlarda, tüm bunların tam tersi anlatılıyordu.
AKP tarafından önce İstanbul’a emniyet şefi yapılan, yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun ardından görevden alınan şahıs basına “nasıl geldiysek, öyle gidiyoruz.” demiş. Onun için doğru olan, AKP için doğru değil mi? Nasıl geldiler?
“Milli Görüş” gömleğini çıkarıp, “Adil düzen”den vazgeçerek. Post-modern darbe tarafından uslandırılarak. İçeride, Kürt halk hareketinin geriletilemeyen direnişinin, bir ekonomik çöküşün ve ardından gelen derin bir meşruiyet bunalımının, “rüşvet ve yolsuzluk” nedeniyle hiçbir inandırıcılığı kalmayan burjuva politik düzlemin tükenmesinin yarattığı boşlukla geldiler.
“Milli görüş gömleği” zaten çıkarılmıştı, yeni gömleğin ölçüleri emperyalist merkezlerde saptandı. Başlangıçta son derece munis, ürkek ve uyumlu idiler. Derslerini çok iyi çalışmışlardı. Türkiye’nin en iri işletmelerini özelleştirme adı altında, Koç Holding’e, OYAK Holding’e ve Hariri’ye peşkeş çektiler. Sermayeye hizmette ne sınır, ne kural tanıdılar.
Sermaye ulaştığı büyüklüğe daha uygun bir ülke, emperyalizm Ortadoğu’da bir tür Protestan İslam’a denk düşebilecek alternatif bir model arıyordu. Hep birlikte epey çalıştılar. Hatta, AKP yöneticileri, neredeyse hiçbir kadro ve taraftarlarının burnunun dahi kanamadığı, kadroların karakollara sadece polisleri teftiş etmek için gittiği grotesk bir “demokratik devrim”de başrol bile aldılar.
Bir bavuldan periyodik olarak çıkarılan bir takım kağıtlarla post-modern bir “demokratik devrim” yaptılar. Bir kısım “solcu” da, yahu “devrim” yapmanın böyle yolları varken, bu eski kafalı modernist-Kemalist kırması adamlarla ne işimiz var, biz bu yenilerle birlikte yeni tipte post-modern “demokratik devrim”e ortak olalım dediler.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da halkların yılların ezilmişliğine, baskıya, sömürüye karşı ayağa kalkması pek çok kişinin vücut kimyasını bozdu. Bunların bir kısmı da AKP yönetimi idi, en yakın “devrim deneyimleri” ve “devrim”ler sonrası için gereksinim duyulan model de onlardaydı. Allah, yürü ya kulum demişti.
Müdahil olmaya çalıştıkları halk isyanlarının, onların yaptığı türden “devrim”e pek de benzemediğini anlamaları kolay olmadı. Anladıklarında ise, çok geç kalmışlardı. Bir koyup üç alma cinliği, sürekli referans verdikleri üstadları Özal’dan yadigar bir hayaldi. Hayaller dünyası gerçekliğin katı duvarlarına fena çarpmıştı.
AKP, dışarıda esas olarak, Ortadoğu’nun emperyalist merkezler tarafından yeniden dizayn edilmesi sürecinin –ki bu süreç Türkiye’yi de kapsıyordu- ihtiyaçlarına doğdu, tükenişinin başlangıç noktası ve ağırlık merkezi de Ortadoğu’nun dizayn edilmesindeki başarısızlık ve belirsizlik olacak gibi görünüyor.
Cemaat AKP kavgası olarak izlediğimiz çatışma, basit bir güç paylaşım mücadelesinin ötesinde, bölge politikası düzeyinde çatışan tercihlerin ürünü. Operasyon başladığı sabah, Zaman Gazetesi’nde Mücahit Bilici adlı Cemaatçi yazarın İngiltere’de katıldığı Suriye’yi ele alan bir uluslar arası toplantıya ilişkin gözlemleri, hükümetin politikalarına dönük eleştirileri ve nasıl bir tutum alınması gerektiğine dair önerileri bu çatışmanın temellerini Suriye bağlamında ortaya koyar niteliktedir.
Ve Gezi İsyanı… AKP’nin gerileme sürecinin başlangıç ve ağırlık noktası Ortadoğu’dur; ancak Gezi İsyanı, AKP’nin gerilemesini hem görünür kılan hem de hızlandıran asli faktördür. AKP’nin alanını daraltmış, motivasyonunu bozmuş ve bir takım avantajlarını dezavantajlara dönüştürmüştür.
Gezi İsyanı emperyalist merkezlerin karar alma süreçleri üstünde ciddi basınç yapmıştır; olası bir yeni Gezi İsyanı ile Kürt İsyanı buluşmasının doğuracağı sonuçlar bu bağlamda en belirleyici rolü oynamıştır. AKP’nin Gezi İsyanı ile açığa çıkan rıza üretme kapasitesindeki zafiyet, onun en iddialı olduğu alandaki gerilemesinin sembolü olmuştur.
Emperyalist merkezler çok güçlü bir hamle yaptı, bu hamle AKP açısından artık “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını” kesinleştirdi. Evet, ama peki nasıl olacak? Görünen o ki, ilk olarak, AKP ve Tayyip Erdoğan belirli bir noktaya çekilip, güçleri yığınak yapıp, sonuna kadar direnecek. Yeni düzenlemede, bir takım fireler vererek, merkez pozisyonda kalmanın yollarını arayacak.
Kürsülerde, faili olduğu suçların mağdurunu oynayacak. Belki bir miktarda anti-emperyalist sosa bulaştırılmış demagojik söylemler geliştirecek. Bir taraftan da, efendilerinin gönlünü almak için alttan alta hamleler yapacak, bu darbeden en az zayiatla çıkmanın çarelerini arayacak.
Emperyalist merkezlerin mutlak güdümündeki Cemaat te, muhtemelen AKP’yi bölmenin, CHP’ye güç vermenin yol ve yöntemlerine bakınıyor. AKP’ye Metropol kentlerde tattırılacak bir yerel seçim yenilgisi öncelikli hedef olmalı. ABD basını, yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna geniş yer ayırdı, yorumlarda, bu operasyonla birlikte, Türkiye’nin bir politik istikrarsızlık dönemine girebileceği vurgusu sıkça yapılıyor. Bu muhtemelen, “güçlü tek parti iktidarı”nın yerini koalisyonlar dönemine bırakması öngörüsü anlamına geliyor. Emperyalist merkezlerin bu operasyonları, aynı zamanda, hem gerileyen açısından hem güçlenen açısından emperyalizme daha fazla bağımlılık, daha fazla uşaklık sonucunu doğuracak.
Devrimci-demokratik halk güçleri açısından bu operasyon, yıllardır bıkmayıp usanmadan dile getirdikleri bir temel gerçeğin gözler önüne serilmesi anlamını taşıyor; emperyalizme uşaklık, sermayeye hizmetkarlık, emekçi halka düşmanlık her iki kanadın da, burjuva politik düzlemi oluşturan tüm aktörlerin de ortak temel nitelikleridir.
Devrimci-demokratik güçlerin yolu besbellidir: “Böylesi bir pisliği ancak Devrim temizler.” Tüm pisliklerinden temizlenmiş dünyanın garantisi dün Gezi’de, kısa zaman önce Gever’de toprağa düşen saf, temiz, onurlu gençlerimiz, iki gündür alanları “Bu pisliği devrim temizler” şiarı ile dolduran kadın erkek emekçiler değil mi?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.