Ormana giren şefler değişti, kazmalar aynı kazma… Yer Konya. Tabiri caizse dervişler divanı. Ve bir bebek, adı Ayaz. Rezilce bir ironi kurbanı olarak ayazdan ölen Ayaz Bebek. Onca ilim, onca iddia, ulviyet, onca ilahi belagat ve onca temsiliyet şehrinde zemheri bir ölüm. Ne garip, Vatikan baş rahibinin zührevi hastalıktan ölmesi gibi. Utanç, rezilce bir utanç… […]
Ormana giren şefler değişti, kazmalar aynı kazma…
Yer Konya. Tabiri caizse dervişler divanı. Ve bir bebek, adı Ayaz. Rezilce bir ironi kurbanı olarak ayazdan ölen Ayaz Bebek. Onca ilim, onca iddia, ulviyet, onca ilahi belagat ve onca temsiliyet şehrinde zemheri bir ölüm. Ne garip, Vatikan baş rahibinin zührevi hastalıktan ölmesi gibi. Utanç, rezilce bir utanç…
Utanç deyip geçme, ne diyordu büyük filozof: “Utanmak da devrimci bir eylemdir.” Yoksulluk ve mahrumiyetin zemheri ayazı gibi vurduğu bir evde 40 günlük bir bebeğin üç kuruşluk odun parasından ölmesi yalnızca pespaye bir rezilliktir. Çünkü insanız! İnsan olmaktan kaynaklı haklarımız var. Ve o haklarımız “İnsanın temel hakları pazarlık götürmez!” der. Ve o temel hakların başında “yaşam hakkı” gelmiyor mu? Açın bakalım evrensel beyannameyi: “Yoksulluktan ölme hakkı?” diye bir şey tanımlanmış mı? İnsanın mahrumiyet ayazından ölecek denli yoksunlaştırılması hiçbir lügatta, ahlakta ve etik değerde meşru/geçer akçe olarak yazmaz. Yazmaz ama yaşam, ekseri “yazısız orman kanunları”ndan ibarettir. Çünkü Ayaz’ın yoksunluğu rantiyeci orman şeflerinin “yaz”ıdır. Ve çünkü Ayaz’ın yoksunluğu, adına ucuz/kelepir işgücü denen rantiyeci kalkınmanın odunudur. Neredeyse her bir kolonuna ve her bir kirişine bir bedenin kurban gittiği orman/kent talanına dair balon ekonominin kelepir ölümüdür yalnızca Ayaz Bebek.
Kalkınman kelepir, işçiler kelepir ve ölümler kelepir olunca ahlak ve o ahlak üzere inşa edilen siyasa da kelepir olur. “Dostlar istifada görsün” Bakan azilleriyle de yürütmeniz kelepir. Ayaz Bebek, hem de rantiyenin sembolik şehrinde zemheriden ölürken “İmam Hatiplere bağış topluyorlar” demek, malumun ilanıdır yalnızca. Velev ki gerçekten bağış olsun. Zira o bebek, olsa olsa bol aksırıklı, riyakar ve pespaye ekranlarda jöleli vicdanları bir nebze ürpertmeye yarayan tekil bir örnektir. Oysa bu şehirlerin her yeri Ayaz’dır: Kıl çarık, ham çörek üç kuruş maaşa talim zaruri “kanaatkarlar ordusu” neferidir her bir emekçi çünkü.
Ormanın “kanun” olduğu bir yerde yaşamın “kelepir” olması istisna değil kuraldır.
Bir kere yaşamlarımız kelepire çıkınca ölümlerimiz de “esnek ve ucuz” olmaya mahkumdur. Esnek ve ucuz ölümler ormanında kaderimizse “zemheri.” Pek moda bu ara, “paralel devlet” diyorlar ya? Devletin asıl “paraleli” budur işte. Zira bu devletin hukuku yaşamlarımıza teğet geçmeye ayarlı “kaza” makamıdır. Yılda 10 bin işçinin ölüp her sene 30 bin çocuğun Ayaz kaldığı bir devlete rağmen hala bir hükümet ayaktaysa, bir tek istifa hacet buyurulmamışsa ve en önemlisi “dostlar yargıda görsün” kabilinden bile olsa bir teşebbüste bulunulamıyorsa orada -geçtik hukuku- herhangi bir devletimsinin olsun varlığından söz etmek mümkün müdür? Buna rağmen hukuktan, sivil ve meşru bir idareden söz edilmesi “adalet” kavramının kendisiyle tezat olup olanca “hukuksuzluğa” rağmen bırakın seçilmiş bir idarenin meşruiyetini herhangi bir kıytırık muhtarlık tüzüğünün dahi meşruiyeti tartışmalıdır. Mevcut yasalara bile teğet geçen verili durumu düşünürsek, “yasal”ın (bu durumda seçilmiş, meşru(?) idare başta olmak üzere) istisnalaştığı; yasa-dışı’nın kurallaştığı absürt bir durumla karşılaşırız. Herhangi bir “paralellik” aranıyorsa tam da bu absürt durumun kendisi olup öyle çok derinlere inmeye gerek yok.
Yasanın ve o yasanın icracısı yargının soruşturduğu adamlara “yedirtmeyiz” bestesi yapmak öncelikle yargının birilerini “yiyebileceğini” ima eder, vahimdir; zira bunca yıldır arkasında durulan bütün davalara hepten meşruiyet şüphesi düşer. “Yedirtmeyiz” bestesi, egemenliğin “millet” üzere icra eylenen bir mesele olmadığını da ikrar eder. “Biz de onu diyoruz, paralel devlet işte!” demekse kepenklerin çoktan indirilip bunca yıldır “egemenlik gaspı” adlı bir suç ortaklığının icracısı olunduğunu alenen beyan etmektir. Asgari hukukta yalnızca bu bile tüm bir hükümetin istifa sebebidir. Bunlarda yüz-surat yok ki bunca zırvalıktan bir nebze “utanç” bekleyelim. Utanmayı geçtik artık alenen yargı (ve o yargı üzerinden bir Cemaat’e) ya “sizin de temiz olmadığınızı biliyoruz” diyecek kadar da yüzsüzlüğü ele almış durumdalar. Bunca kirin içinde istifa ettirilen bir Bakan “olay bizim üstümüze yıkılıyor; oysa tüm işlerimin altında Erdoğan’ın imzası var!” diyorsa bu iktidarın -isterse % 1milyon oy alsın- artık tamamen meşruiyetini yitirdiği anlamına gelir ki bunu ancak komple Yüce Divan paklar! Yahut da sıfır barajlı doğru düzgün bir erken seçim. Dikkat buyurun: İstifa eden Çevre Bakanı’nın sözleri tamtamına bir “suç itirafıdır.” Düşünün, partisinden istifa eden İdris Naim (İNŞ) de “hükümet etmede niyeti belli olmayan politik, dar ve bürokratik bir oligarşi”den şikayet ediyor. Hatırlanırsa, Meclis’te ettiği tek ve yegane beyan istifa beyanı ve eşliğindeki “cemaat güzellemesi” olan Hakan Şükür daha soruşturma başlamadan partisinden istifa etmişti. Tüm bu köy piyesi tadında dramatik müsamerelerden “meşruiyet, adil yönetişim, liyakat ve adalet” beklemek kutuplarda hurma serabı görmekten farksızdır. Ve tüm bu pespayelikle “istifada görsünler…”den keramet beklemek de anlamsız. Bilinir ki suçüstü olmuş arsızın suç ikrarı mağdura bir özür değil, olsa olsa bir istifra (kusma) vesilesidir; zira, arsızın suçüstü ikrarı “suçtan” değil; suçüstü olmaktan duyulan pişmanlığı ifade eder…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.