Ahmet Davutoğlu’nun övgüler düzdüğü Bahreyn’in gerici-faşist kraliyet ailesinin kumanda ettiği baskıcı devlet aygıtı gerçekleştirdiği işkenceler, acımasız gözaltı ve tutuklamalar ile tanınır Bahreyn’in başkenti Manama’da Bahreyn Dış İlişkiler Bakanı Şeyh Halid bin Ahmed el-Halife ile bir basın toplantısı düzenleyen Ahmet Davutoğlu, bu ülkenin “Körfez’in öncülerinden” olduğunu, Bahreyn’in istikrarını desteklediklerini söylemiş. Bahreyn’in geleceğinin parlak olduğuna değinen Dışişleri […]
Ahmet Davutoğlu’nun övgüler düzdüğü Bahreyn’in gerici-faşist kraliyet ailesinin kumanda ettiği baskıcı devlet aygıtı gerçekleştirdiği işkenceler, acımasız gözaltı ve tutuklamalar ile tanınır
Bahreyn’in başkenti Manama’da Bahreyn Dış İlişkiler Bakanı Şeyh Halid bin Ahmed el-Halife ile bir basın toplantısı düzenleyen Ahmet Davutoğlu, bu ülkenin “Körfez’in öncülerinden” olduğunu, Bahreyn’in istikrarını desteklediklerini söylemiş. Bahreyn’in geleceğinin parlak olduğuna değinen Dışişleri Bakanı, bu ülkenin “mezhepsel ve etnik barış için iyi bir örnek olduğunu” ifade etmiş.
Davutoğlu’nun son dönem oldukça sıklaşan dış ziyaretleri, AKP üstünde oluşan son birkaç aylık yoğun basıncın ürünü olan, dış politikayı yeniden düzenleme sürecinin bir parçası. Üstünde oluşan yoğun basınç ve bölgede yaşanan gelişmeler AKP’nin dış politika demetinde belirli kaymaları, bölgenin bazı ülkeleri ile yeniden ilişkiler geliştirmesini zorunlu kıldı.
ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin İran ile ilişkilerinin yumuşama eğilimine girmesi, Ortadoğu’daki mevcut dengelerin ciddi değişimlere gebe olduğunun işaretini vermişti.
Bu işaretler, bölgede, en fazla İsrail ve Körfez Monarşileri’nde rahatsızlık yaratmış; bu ülkeler ABD kamuoyunda etkili olan bağlantıları ve ABD politik eliti içinde yer alan temsilcileri aracılığı ile bu sürecin önüne geçmek için güçlü bir kampanya başlatmıştı.
Kampanya çok fazla etki göstermedi, 5+1 ve İran görüşmeleri Cenevre’de belirli bir anlaşma zemini kazandı. Obama ulaşılan noktayı, “henüz ilk adım olarak” olarak nitelendirdi. İsrail ve Körfez gericiliğinin canhıraş feryatları ve tehditleri sahneyi doldurdu. Bu süreçte Fransa’nın agresif tutumları da dikkatlerden kaçmadı.
Fransa, Sarkozy döneminde güç kazandığı, “sosyalist” Hollande iktidarında da devam ettiği gibi, Ortadoğu’dan Afrika’ya geçmişte sömürgeci efendisi olduğu coğrafyalarda etkinliğini arttırmak amacıyla askeri-politik hamleler geliştiriyordu. Pepe Escobar, Fransa’nın agresif tutumunun nedeninin Suudi Arabistan Gizli Servis Şefi Prens Sultan Bender ve Körfez Petrol Monarşileri’nin baştan çıkarıcılığı olduğunu ifade ediyor.
Escobar, Fransa’nın tutumunun ödülünün, Suudi Arabistan’la savaş gemileri, uçaklar, füze sistemleri satışı ve nükleer güç santrali yapımına ilişkin ticari sözleşmeler olduğunu dile getiriyor. Fransız Areva şirketinin benzer bir anlaşmayı geçtiğimiz yıl Birleşik Arap Emirlikleri ile yapmış olmasına da dikkat çekiyor.
2022 yılında Katar’da düzenlenecek Dünya Kupası için Katar’ın 62 milyar dolar civarında harcama yapacağını ifade ediliyor, Doha şehir merkezini birden fazla stadyuma bağlayacak olan Doha Metrosu inşaatı ihalesini yerel ortakları ile birlikte kazanan Fransa şirketi Vinci ve yine başka Fransa şirketleri Veolia ve Total’in buradaki etkinlikleri vurgulanıyor.
David Gardner 23 Kasım tarihli Financial Times’ta, İran’ın Ortadoğu’da ana akım jeo-politiğin içine çekilmesinin Obama için, tarihsel olarak Çin’le Nixon döneminde yaşanan uzlaşma ile aynı anlamı taşıyacağını ifade ediyordu. Gardner’a göre, Ortadoğu’da diplomatik düzenlemelerin geliştirilmesi, ABD’nin Asya ve Çin’e daha dikkatle yönelmesini sağlayacak.
Gardner’e göre, uzlaşma zemininin oluşmasında en belirleyici faktörlerden birisi, bölgede Şii İran’a karşı Sünni İslam’ı domine eden Suudi Arabistan ve Türkiye’nin etkinlikleri; Suriye’den sonra Irak’ta da yükselen şiddet ve Lübnan’da yükselme eğilimi taşıyan saldırılar.
Körfez Monarşileri: İçte ve dışta gericilik
Ortadoğu’da yaşanan ABD İran yumuşaması; Suriye’de yaşanan çatışmanın bölgesel bir nitelik kazanma eğilimine girmesi ile doğrudan ilişkili. ABD’nin Ortadoğu’yu yakın ittifak güçleri ile birlikte tek başına dizayn etme kapasitesinin olmadığı Suriye’de yaşanan çatışmanın gidişatı ile açığa çıktı. Rusya-Çin bloğunun İran-Suriye-Lübnan Hizbullahı cephesinin yanında kararlı duruşu bölgesel güç dağılımını dengeledi.
Suriye ile gerçekleşen kimyasal silah anlaşması ve ardından İran’la gerçekleşen uzlaşma, İsrail ve Körfez Monarşileri’nin her türlü provokasyonuna açık bir ortam doğurdu. Basının sayfaları, İran’a yönelik bir İsrail-Suudi saldırısı haberleri ile kaplandı. İsrail ve Suudi Arabistan uzlaşma olasılıkları karşısında en yetkili ağızlardan saldırgan bir biçimde tehditler yağdırdılar.
Geçtiğimiz Çarşamba günü Lübnan’da İran Büyük Elçiliği önündeki patlamada 25 kişi öldü ve 147 kişi yaralandı. Patlamanın üstünden çok zaman geçmeden, patlamanın bir Suudi “armağanı” olduğu çeşitli kaynaklar tarafından ifade edilmeye başlandı.
24 Aralık tarihli Wall Street Journal’da Maria Abı-Habib, Lübnan ve ABD yetkililerine dayandırdığı haberinde, saldırıyı üstlenen Abdullah Azzam Tugayları gibi El-Kaide bağlantılı örgütlerin Suudi Arabistan’dan özel bağışlar olarak gelen milyon dolarlar sayesinde hızla güç kazandıklarını ifade ediyordu.
Körfez Monarşilerinin Suriye’deki faaliyetleri hakkında bilgiler York Times’ta Ben Hubbard’ın geniş kapsamlı bir haber-analizinde yer alıyordu.
Hubbard’ın haber-analizinde Suriye’deki cihatçı güçler için belirli gruplar tarafından körfez ülkelerinde oluşturulan “özel fonlar” ele alınmıştı.
Kuveyt’te “Paranızı Suriye’deki cihat için yatırın” sloganıyla düzenlenen kampanyaların birinde kişi başına 2500 dolardan toplam 12000 cihatçı için toplanan yardımların Suriye’deki gruplara nasıl ulaştırıldığı, kampanyayı düzenleyen Kuveytli iş adamları tarafından gazetecilere anlatılıyor.
Haberde, bunun gibi pek çok kampanyanın devam etmekte olduğu çeşitli söyleşilerle ortaya konulurken, Suriye’de Cenevre 2’ye karşı gerekli tavrı alamayan grup ve komutanlara Körfez şeyhleri tarafından “yol verilmeye” başlandığı da özellikle belirtiliyor. Ben Hubbard haber-analizinde, yardımların cihatçı gruplara yönlendirilmesi nedeniyle, ılımlı muhalefetin giderek güç kaybettiğini vurgulamak gereğini duyuyor.
Bir Suudi şeyhi, düzenlediği kampanyada yapılan bağışın miktarına göre, “hayırseverler”e gümüş statü, altın statü gibi statüler dağıttığını keyifle anlatıyor. Batılı gazeteciler söyleşilerde, yapılan yardımların El Kaide bağlantılı gruplara gitmesi konusunu açtıklarında; “hayır ve cihat sever” iş adamları ve şeyhler temel hedeflerinin Esad rejiminin devrilmesi olduğunu, El Kaide bağlantılı grupların da aynı hedefe sahip olduğunu dile getiriyorlar.
Ben Hubbard, Kuveyt parlamentosu mensubu bazı parlamenterlerin Körfez ülkelerinden toplanan paraları Kuveyt devletinin kör gözleri eşliğinde Suriye’ye doğrudan götürdüklerini ve bunu ABD’nin bu yaşananlardan ne kadar üzgün olduğunu bilerek yaptıklarını, özellikle ifade ediyor.
Şeyh Şafi el Azmi, paraları Nusra Cephesi için topladıklarını, çünkü Nusra Cephesi’nin Aleviler’e dönük güçlü saldırılar yaptığını anlatıyor. Azmi, “bunu yapmak zorundayız, çünkü o gün geldiğinde Tanrı o zaman ne yaptın diye soracak ve bir cevabımızın olması lazım” diyor.
Mezhep farklılığını halklar arası bir çatışma unsuru olarak yıllardır kullanmaya çalışan Körfez Monarşileri’nin bu faaliyetleri onların gerici-faşist karakterini açık bir biçimde ortaya koyuyor. Ahmet Davutoğlu’nun Bahreyn’e düzdüğü övgüler de bu bağlamda anlam kazanıyor.
Bahreyn’in gerici-faşist kraliyet ailesinin kumanda ettiği baskıcı devlet aygıtı gerçekleştirdiği işkenceler, acımasız gözaltı ve tutuklamalar ile tanınır. Özellikle, ağırlıklı olarak Bahreyn’in petrol gelirlerinden uzak düşmüş yoksullarını oluşturan Şii halkın desteklediği El-Vefak Partisi üstündeki baskılar konu ile ilgili herkes tarafından bilinir.
Bahreyn’de 2011’de İnci Meydanı’nda başlayan kitlesel protesto eylemlerine karşı yönetimin yanıtı başta Suudi Arabistan olmak üzere, diğer Körfez ülkelerinin de desteği ile yoğun baskı ve şiddet oldu. Suudi Arabistan silahları devreye girdi. Sonuç: Bahreyn İnsan Hakları Merkezi’nden Nebil Receb’in deyişi ile; yönetimin “mezhepsel temizlik seferberliği” başlatması oldu.
Bahreyn halkının eylemleri vahşice ezilirken, dünyadaki ve bölgedeki “demokrasi şampiyonları”nın hepsi suskundu. Çünkü ABD Donanması Beşinci Filo’nun bölgedeki üslenme alanı Arap Yarımadası’nın Doğu Yakası’nda bu noktada idi. Bahreyn halkının eylemlerinin bastırılması gerekiyordu, çünkü bu “bulaşıcı hastalık” tüm Körfez ülkelerine yayılabilirdi.
Ahmet Davutoğlu’nun “etnik ve mezhepsel barış” için verdiği bu örnek, onun “etnik ve mezhepsel barış”tan ne anladığını da ortaya koyar niteliktedir. Ortadoğu’da oluşan güç dengelerinin ABD’yi ittirmesiyle gelişen yumuşama süreci bıçak sırtında, bu güçlerin tehditleri ve provokasyonları altında ilerlemeye çalışıyor.
AKP tüm bu gelişmelerin ortasında, bir yandan “stratejik uşak” olduğunu kanıtlamak için çeşitli adımlar atmakta, diğer yandan da bulabileceği her boşluktan yararlanmaya çalışan uyanık tüccar olarak, Barzani ve Şivan’ı Amed’e getirerek tüm güçlere bölgesel itiş kakışta o kadar da zayıflamadığını, elinde birtakım kartlar olduğunu göstermeye çalışıyor.
AKP’nin bölgede ve ülkede en gerici güçlerle kurmuş olduğu ittifakları sembolize eden bir haber geçtiğimiz haftalarda tüm dünya basınında yer buldu. Haberlere göre, 2022 Dünya Kupasına ev sahipliği yapacağı için büyük bir şantiyeye dönüşen Katar’da, çalışmak için topraklarından kopup gelen göçmen işçiler “iş kazası” olarak adlandırılan kapitalist katliam nedeniyle haftada 12 arkadaşlarını toprağa veriyormuş.
Kölelik koşullarında çalıştırılan göçmen işçileri Körfez Monarşileri’nin tümünde görmek mümkündür. Katar’daki durum haberde, “Çoğu Nepal ve Hindistan kökenli göçmen işçilerin 50 derece sıcak altında çalıştırıldığı, maaşlarının aylarca ödenmediği, Katar’a geldikten sonra pasaportlarına zorla el konulduğu ve ücretsiz içme suyundan bile mahrum bırakıldığı belirtildi” biçiminde veriliyor.
Emperyalist merkezlerde, efendilerine uşaklık eden gazetecilerin yazı ve haberleri “göçmen işçilerin dramı” ile dolarken, efendilerinin Körfez Monarşileri ile uzun yıllara dayanan “stratejik ortaklıkları” ve sorumluluklarına dair hiç söz edilmiyor. Körfez ülkelerinin şirketleri ile kurulan ortaklıklarla alınan ihaleler dile getirilmiyor. ABD hegemonyasının kurulduğu 2. Paylaşım Savaşı’ndan beri, Emperyalist Atlantik İttifakının Körfez Monarşileri’nin iktidarlarını pekiştirmesinde oynadığı önemli rol gözlerden gizlenmeye çalışılıyor.
Cenevre’de ulaşılan uzlaşmanın önünde çok güçlü tehditler yer alıyor, Suriye konusunda ulaşılan mutabakatın somutlanması olacak Cenevre 2 de pek çok provokasyonla engellenmeye çalışılıyor. Körfez Monarşileri bu süreçteki rollerini gizlemeye gerek duymuyor, gazetecilere keyifle anlatıyorlar. AKP bir taraftan cihatçı çetelerle hiçbir ilişkisi olmadığı yalanını günde birkaç kez dile getiriyor, diğer taraftan Halep kırsalında bombalama sonucu yaralanan cihatçı Tevhit Cephesi lideri Ankara’da hastanede hayatını yitiriyor. Türkiye sınırından Suriye’ye sokulan cihatçılar ve silahlara ilişkin haberler gündelik hale geliyor.
Önümüzdeki altı ayın İran’la yürütülmeye başlayan süreç açısından çok yaşamsal olduğu konusunda herkes mutabakat halinde; bu demek oluyor ki, önümüzdeki altı ay hem Suriye hem tüm Ortadoğu açısından provokasyonlarla yüklü bir dönem olacak.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.