Mücadelenin bir “hattı müdafa değil sathı müdafa” çizgisinde olması kaçınılmaz. Özellikle bu konuda 70’li yılların ikinci yarısında faşist işgale karşı gerçekleştirilen 6 aylık ve 9 aylık boykotlara göz atmak öğretici olacaktır Basında bugüne kadar ODTÜ’nün başına gelenlere dair epey bir değerlendirme yer aldı. Karşımıza çıkan durum sorunun ODTÜ’den ibaret olmadığını gözler önüne seriyor. Yine de […]
Mücadelenin bir “hattı müdafa değil sathı müdafa” çizgisinde olması kaçınılmaz. Özellikle bu konuda 70’li yılların ikinci yarısında faşist işgale karşı gerçekleştirilen 6 aylık ve 9 aylık boykotlara göz atmak öğretici olacaktır
Basında bugüne kadar ODTÜ’nün başına gelenlere dair epey bir değerlendirme yer aldı. Karşımıza çıkan durum sorunun ODTÜ’den ibaret olmadığını gözler önüne seriyor. Yine de kısaca olan bitenin taraflarına bir göz atalım.
Melih Gökçek, bu kişinin olumsuzluklarla anılan tarihi daha eskilere dayanmakla birlikte 80’li yıllarda başında bulunduğu Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan çocuk satışı yapmak ithamlarıyla muhatap olduğunda ufak ufak tanınır olmuştu. Keçiören ve Ankara Büyük Şehir Belediyesi’nde ise daha ilk dönemden itibaren yolsuzluk suçlamaları arşı alaya ulaşmıştı. Nitekim o dönem tahammül edilememiş olacak ki Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndaki ilk döneminde gözaltına alındı. Sağa sola efelenen bu şahıs o zaman karakolda bayılmış, yine o zamanlar Morison kısmı unutulmuş fakat hala memleketin birtakım koltuklarını göçertmekle meşgul olan “Süleyman hep başbakan” bunu kurtarmıştı. Suçlama konusu bu “değerli” şahsın yaptığı 90 ihaleden 89’unun usulsüz çıkmasıydı. Ondan sonra tabii bir hayli “ilerleme” kaydetti, ilk icraatlarından birinin mesela, Batıkent metro son durakta tamamlanmış bir siteyi yargı mensuplarına hediye etmek olduğu söylendi. Onlar da hediye geri çevrilmez deyip alıp başlarının üstüne koymuşlardı. Lafı fazla uzatmayayım, kendi döneminde (aşağı yukarı 20 yıl) imara açılmış, bundan sonra açılabilecek olan bütün arazilerin tapusunun bu muhtereme ait olduğundan emin olabilirsiniz. Tabii bunu kanıtlayamazsınız, çünkü tapu kayıtları genelde odacısından, korumasına kadar parsellenmiş vaziyettedir. Gerektiğinde uygun bir biçimde değerlendirilmek üzere. Öte yandan ordu-polis-yargı yani bilumum bürokrasi ve milletvekilleriyle kurduğu “iyi ilişkiler”i ise hiç yabana atılamayacak ölçüde gelişkin olduğu görünür bir durum.
Belki merak edenleriniz olmuştur niye göçmen kuşlar artık Ankara’nın üstünden uçmaz diye. Nedeni basit malum şahısa verecek haraç paraları kalmamış.
Neticede demem o ki Melih Gökçek’in saldırganlığının arkasında yatan en önemli motivasyonlardan biri para para para. Bu yönüyle Melih Gökçek, Turgut Özal’ın daha bir alaturka yorumu olarak değerlendirilebilir.
Melih Gökçek’in bir diğer motivasyon kaynağını ise ezeli ve ebedi anti-komünistliğinde aramakta yarar var. Bunun ne kadar “derin” bir düşmanlık olduğunu “Yeniden Milli Mücadele” ekibinden arkadaşı olan Altan Tan’ın yeni kurulan Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) karşı söylediği sözlerden okuyabilirsiniz.
Olayın bir diğer boyutu ise belki de hepsinden önemlisi, Türkiye’nin içinde bulunduğu politik konjonktürde bazı uluslararası ve yerel aktörlerin oynadığı rol. Melih Gökçek’in de çeşitli ilişkileri itibarıyla buralar tarafından motive edilebileceğinin işaretleri var. Nitekim kendisi Başbakan Erdoğan tarafından dahi dokunulamayan bir konumda.
Bir diğer odak ise Fethullah Gülen cemaati. Sürecin başından beri provokatif rol oynadılar. Özellikle “Gezi doğruydu, ODTÜ yanlış” diyerek “sol” dan işaret fişeğini çaktılar. ODTÜ’de yaptıkları provokasyon ve sonrası ise kamuoyu oyu oluşturma çabaları,* ayrıca aynı günlerde cami-cemevi asimilasyon projesini gündeme getirerek çatışmaları körüklemeleri gözden kaçmadı. ABD’nin Türkiye’ye dönük siyasetini tartışma konusu yapmasının paralelinde ihaleye çıkmış bir grup görünümü veriyorlar.
AKP hükümeti, önemli ölçüde özellikle uluslararası politikadaki iflasının bir yansıması olarak bocalama sürecine girdi uzun zamandır. Ve belki de kendisine rağmen oluşturulmuş bu istikrarsızlık sürecini, derinleştirerek sürdürmekte kararlı, çünkü en azından kendisinin temsil ettiğini düşündüğü kesimleri seçim sürecinde olsun bir arada tutma ihtiyacı hissediyor. Ve iktidarını korumak içinde her türlü baskı, hile vb işlere başvurabileceğini saklamıyor. İktidar ve bağlaşıkları içerisindeki çatışma sürecinin (sorunu çözmenin/çözememenin bir yansıması olarak) kendisini düzene isyan eden kesimlere karşı daha fazla şiddet ve katliam olarak da gösterme olasılığı yüksek.
ODTÜ Rektörlüğü’ne gelince 80 sonrası süreçte okul yönetimine hakim olan anlayış işlerin bu noktaya gelmesinde önemli ölçüde sorumludur. Önce cuntacılarla, arkasından gelen her hükümetle, jandarma ve polisle işbirliği yaparak öğrencilerin örgütlenme çabalarını ısrarla bastırdılar. Birçok devrimci demokrat öğrenci sayelerinde öğrenim haklarını kaybetti.**
ODTÜ yönetimi son gelişen süreçte de yeter ki koltuklarında kalmak kaydıyla her türlü uzlaşmaya açık olduğunu gösterdi. Arada gaz alma mahiyetinde “eylem programı” “mahkemeye başvurmak” vb sayıklamaları ise havanda su dövme etkinliğinden ibaretti.
Bu süreci değiştirebilecek ana dinamik olan ODTÜ öğrenci hareketi ise henüz bütünlüklü bir politik irade göstermekten uzak. Fakat bundan sonraki mücadele sürecinin odağına bir bütün olarak üniversiteyi (bütün öğrenciler, öğretim üyeleri, çalışanlar, mezunlar ve veliler) örgütleme ve kendi özerkliklerini kurmayı koyacak olurlarsa bu süreç sağlıklı bir tarzda çözülür. Başta da belirtmiştim, sorunun kaynağı ODTÜ’de değil, mesele önemli ölçüde bu saldırgan talancı neo-liberal diktatörlüğe destek veren halkımızda.*** Bu yüzden mücadelenin bir “hattı müdafa değil sathı müdafa” çizgisinde olması kaçınılmaz. Özellikle bu konuda 70’li yılların ikinci yarısında faşist işgale karşı gerçekleştirilen 6 aylık ve 9 aylık boykotlara göz atmak öğretici olacaktır. Burada örnek alınabilecek kısım boykottan çok, ODTÜ öğrencilerinin okullarındaki faşist işgali bütün ülkede yaptıkları etkinliklerle memleketin meselesi haline getirerek, bir taraftan da faşistleri sokağa çıkamaz duruma sokarak işgalleri kırmalarıdır.
Benzer bir süreç özellikle yaklaşan yerel seçimlerin zemini de değerlendirilerek, meşruiyet zemini kaybetmeden belki öncelikle de “kapı kapı dolaşarak” ODTÜ’yü Dünya’nın meselesi haline getirerek yaşanabilir.
*Demokrat ve sol kamuoyunu saldırganlıklarına ikna edebilmek için bazı solcu eskilerini tv tv dolaştırmaları buna örnek. Bu solcu eskisi, geviş getirme üstatları şimdi pek ortalıkta gözükmüyorlar, umarım utandıkları içindir. Gerçi hiç belli olmaz yaşlarına başlarına bakmadan Gökçek ve hempalarıyla ellerinde birer balta “kültürel ırkçılar”ın kökünü kazıma derdine düşmüş olabilirler.
** Bu satırların yazarı da bizzat şu an rektör olan Ahmet Acar (bu iş olduğunda İİBF Dekan yardımcısı idi) ve o zamanlar ODTÜ’de deli danalar gibi dolanan “rambo” lakaplı astsubay çavuşunun özel gayretleri sayesinde bir yıl okuldan uzaklaştırma almıştı. Şimdi elbette aranızda bu meseleleri açmanın zamanı mı diyecekler olacaktır, fakat rektörlüğün suyuna giderek bundan sonra kaybedilebilecekleri düşününce bu uyarı kaçınılmazlaşıyor.
*** Özellikle Gökçek döneminde Ankara’da “adamlar yiyor ama yapıyor da” sözlerinde ifadesini bulan, herhangi ahlaki kaygı taşımayan, arada yağmadan kırıntılardan acaba bize de düşer mi diye, mevcut iktidara destek veren epey bir insan türedi, dolayısıyla asıl olarak bir ikna çabasının odağında bu insanlar olmalı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.