HDP’nin 26-27 Ekim’deki Olağan Genel Kongresi öncelikle sosyalist muhalefet açısından önemli bir dönüm noktası olacağı artık kesin. Kongre, Gezi İsyanları ile 2014 Yerel Seçimi’nin tam ortasında ve etkileri önümüzdeki yakın yılları kapsayacak önemli bir süreçte gerçekleşiyor. Kongre sonrasında ortaya çıkacak manzara başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere, Türkiyeli sosyalistleri ve çeşitli biçimlerdeki iktidar karşıtlarının yüz […]
HDP’nin 26-27 Ekim’deki Olağan Genel Kongresi öncelikle sosyalist muhalefet açısından önemli bir dönüm noktası olacağı artık kesin.
Kongre, Gezi İsyanları ile 2014 Yerel Seçimi’nin tam ortasında ve etkileri önümüzdeki yakın yılları kapsayacak önemli bir süreçte gerçekleşiyor. Kongre sonrasında ortaya çıkacak manzara başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere, Türkiyeli sosyalistleri ve çeşitli biçimlerdeki iktidar karşıtlarının yüz yüze geleceği tüm gerilim ve olanakları da içinde barındıracak.
İsyandan radikal katılımcıya
“Ben Mahir Çayan’ın çizgisiyle, onun sempatizanlığıyla başladım bu mücadeleye. 40 yıldır Mahir’in çizgisinin kavgasını yürütüyorum. Mahir’in bana verdiği bir emanettir ve ben 40 yıllık süre içerisinde bu emaneti kavga boyutu ile en iyi şekilde yerine getirmek için uğraştım. Şu anda da bu emaneti teslim ediyorum. İsyanı 40 yıldır yaptık biz ve şu an barış ve müzakere sürecini yürütüyoruz. Dolayısıyla HDP bu isyanı yaptığımız için barış ve müzakere sürecini güçlendirecek şekilde bir tavır ortaya koymalı. Halkın tüm sorunlarına çözüm üreten yeni bir ruhla ortaya çıkmalı. Devlete isyanı biz yaptık ve o isyan aşamasından halklara çözüm getirecek bir aşamaya geldik. Dolayısıyla HDP’nin, ekolojiden, kadın sorunlarına, işsizlikten, yoksulluğa kadar bütün Türkiye halkının beklentisini karşılayacak radikal, katılımcı bir demokratik mücadelenin etrafında şekillenmesi gerekir.” (Abdullah Öcalan, İmralı’ya ziyarete giden heyetin aktardıkları, basından, boldlar bana ait)
Öcalan’ın HDP’ye verdiği mesaja dair zorlama ve spekülatif bir çok yorum yapılabilir.[1] Ancak mesajdaki isyan ve radikal katılımcılık vurgusu özellikle Kürt Özgürlük Hareketi ekseninde Türkiye’de gelinen ilişkiler noktasında çok anlamlıdır.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin 40 yıllık isyanın geldiği nokta birçok açıdan muazzamdır: “Kürt diye bir şey” yoktan “Kürt asıllı vatandaşlarımız” söylemine geriletilen faşist devlet; Fatsa deneyimlerini kazandığı her belediyede daha üst aşamalara götüren, götürmeye çalışan belediyelere kadar. Bunlar ne yeterlidir, ama ne de eksiktir.
Ancak Öcalan’ın sadece Kürt halkı için bile 40 yıllık isyan ile ancak yaratılanların sürdürülmesi ve daha üst düzleme sıçrayabilmesi için biçtiği siyasal biçim olan radikal katılımcılık ne kadar doğru bir saptamadır? Hele ki son bir yıllık süreçte barış için ipe un sermek deyimine rahmet okutan bir iktidara karşı radikal katılımcılık ekolojiden kadın sorunlarına, işsizlikten yoksulluğa kadar tüm toplumu ve yaşamı kapsayan alanlarda tek başına nasıl olanaklar sağlayabilir? İsyan ve radikal katılımcılık birbirinin yerine geçen, geçmesi gereken siyasal tutumlar mıdır? Biri diğerine nasıl ve ne şekilde tercih edilebilir? Hele ki, Öcalan’ın kendisinin de selamladığı Gezi’nin isyan damarı bu kadar somut biçimde ortadayken?
Bu tür sorgulamaların ışığında Öcalan’ın mesajında radikal katılımcılığa isyandan daha fazla önem ve öncelik verdiğini söylemek zorlama bir yorum olmasa gerek. Elbette her durumda isyan ya da her durumda radikal katılımcılığı savunmak baştan hatalıdır. Ancak hangisinin hangi koşullarda var olabileceğine bakmadan isyan gerekirken radikal katılım önermek ya da radikal katılım şatları varken isyan demek de bir o kadar hatalı olmayacak mıdır?
Gezi, en başta isyan edenler için ciddi dönüşümler, sıçramalar vd. potansiyelleri ortaya çıkardı. Ancak mevcut iktidar ile ilgili bakıldığında Gezi İsyanları’nın devletteki yansıması ise “NATO kafa NATO mermer”dir. Devlet Türkiye’deki bu muazzam isyan karşısında dahi hala bu haldeyken radikal katılımın hangi olanakları ile devlet dönüştürülebilir, geri adım attırılabilir durumdadır.
Ayrı bir tartışma konusu olmasına rağmen eklemek gerekir ki isyan ve radikal katılımcılık arasındaki fark devrim ve reformizm arasındaki farktır aynı zamanda.
Kiminle ittifak?
“Bu işi yürüten arkadaşlarımız sadece marjinal solla sınırlı kaldılar Türkiye’de. Bu marjinal solun önemli bir kısmı da dinle, İslam’la barışık değil. Kürt İslamcılar da bunlara sıcak bakmıyor, Türkiyeli Müslümanlar da sıcak bakmıyor. Hatta liberal çevrelerle bile bu marjinal solun arası iyi değil. Dolayısıyla, HDP projesi bütün liberal demokratları, Müslüman demokratları, Kürt halkının büyük bir kısmını içine alması gereken bir projeyken, maalesef sadece marjinal Türk soluyla sınırlı kalan, kadük, dar bir proje haline geldi.” (Altan Tan, Radikal, 23 Ekim 2013, http://goo.gl/xC7WXf , bold bana ait)
Altan Tan, HDP üzerinden Türkiye’deki muhalefet dinamiklerini iki ana grubu ayırıyor: Bir tarafta “liberal demokratlar, Müslüman demokratlar, Kürt halkının büyük bir kısmı”; diğer tarafta “marjinal Türk Solu.” Altan Tan yaptığı bu kategorileştirmenin verdiği el çabukluğu ile Kürt halkının büyük çoğunluğunu liberal demokratlarla Müslüman demokratlar şemsiyesi altına sokarken, her şeyden önce Kürt halkının “büyük çoğunluğu”nun sınıfsal yapısı (yoksul kent ve kır emekçileri) olduğu gerçeğini ortadan kaldırıyor. İkincisi tam da devlet ağzıyla işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi saflarında yer alanları “marjinal” olarak tanımlıyor. Kendi karşıtına dönmek bu olsa gerek.
Kürt hareketinin geldiği varlık aşaması tek bir isyanın sonucu değil, tam da bu isyana bağlı şekilde çok çetrefilli ve zaman zaman çok ciddi sakatlıklar barındıran ittifakların sonucudur. Ancak gelinen aşamada ilk görünen şudur ki, ulus kimliği etrafında birleşen Kürt siyaseti, bugün sınıfsal olarak çatırdama eğilimindedir. Ulusal bir birlik olarak faşist Türk devletini birçok alanda, eksik-gedik fark etmez, gerileten Kürt ulusunun egemen sınıflarının olarak Türk devleti ile girdiği yeni sınıfsal ilişkiler bu çatırdamanın ana fay hattıdır.
Bu nedenle Kürt hareketinde ulusal zeminli geniş ittifak alanı, Kürt burjuvazisi ve küçük burjuvazisinin Türk burjuvazisiyle girdiği, girmekte olduğu ilişkilerle, ittifaklarla Kürt ulusunu sınıfsal olarak bölmeye başlamıştır.[2] Keza Altan Tan’ın, Öcalan’ın çağrısını yaptığı “Demokratik İslam Kongresi”ne Fethullah Gülen Hareketi’nden Hizbullah çizgisine kadar tüm İslami gruplara açık olmaması halinde kongreye katılmayacağını açıklaması çok anlamlıdır. Herkes sadece ulusu kadar değil sınıfı kadar da konuşur.
Adil Zozani (Kurt) 2011 yılında katıldığı Karaburun Bilim Kongresi’nde, özetle, “Kürtler bize ‘bu dinsiz, ateistlerle ne işiniz var’ diye sorduklarında ‘yüzümüzü Türkiyeli sosyalistlere dönersek ancak bu işin olabileceğini ısrarla anlatıyorduk” demişti. Adil Zozani’nin “ısrarı” ulusal soruna yaklaşımın en temel ayırımlarından birisini vermektedir. Bir ulus sorunu neresinden bakarsanız bakın sınıfsaldır. Ve ona bakış açısı hangi sınıftan, hangi sınıfın lehine bakıldığının da göstergesidir.
HDP ve BDP yerel seçimlerde seçim bölgesi ayrışmasına dayalı bir ittifak içinde olacak. Yani genel olarak Kürdistan’da BDP, Türkiye’de HDP belediye seçimlerine girecek. Tüm indirgemeci risklere rağmen, görünen o ki Kürdistan’da belediye seçimlerinde ulusal düzeyde muhalefet; Türkiye’de ise sınıfsal düzeydeki muhalefet ittifakları belirleyici olacak.
BDP Kürdistan’daki ulusal düzlemdeki ittifaka dair deneyimleri, birikimleri daha fazla olduğu için, çatlaması bugün daha mümkün hale gelen tüm gerilimlerine rağmen, bu ittifakı hala sağlayabilecek konumdadır. HDP ise Türkiye’deki Kürtler’in varlığı, Gezi’nin getirdiği yeni dalga ile, sınıfın ne olduğuna dair tüm tartışmalar ve risklere rağmen, ittifak potansiyeline sahip gözükmektedir. Ancak şunu da not düşelim, bu HDP’nin bu ittifak potansiyeli, örneğin bir İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerini belirleyecek ama seçimi alacak bir güçte gözükmüyor.
Sendika.Org’da Gezi’den önce birkaç defa Türkiye’deki -özellikle sosyalist- muhalefetin birleşmese de bir araya gelmesine dair ciddi potansiyellinin olduğunu dile getirmiştim. Sosyalist hareketlerin-iradelerin hayata karşı ayak diremesine karşılık hayat Gezi ile ters yüz etti ve birleşme değilse bile bir araya gelme imkanı bugün dünden çok daha fazla durumda. Ki HDP de bu bir araya gelişin bir ürünü.
Kişisel olarak sosyalist cenahta yer alanların bir araya gelmesi için iki temel ilkeyi şart görmekteyim. Birincisi Kemalizm’e, ikincisi liberalizme kalın ama kapkalın bir çizgi çekebilmek. Kemalizm, sınıfsal yanını göz ardı etmeden, ulusal sorunla; liberalizm ise sınıfsal konumla ilgilidir.
Sırrı Sürreya Önder’in 21 Ekim 2013’dteki IMC TV’deki son konuşması ekseninde, HDP’nin CHP içindeki “sosyal demokratları” uyandırmak, şartlar oluşursa da ittifaka “göz kırpmak” eğilimi olduğu açık. Ancak bu basit bir hemen kucaklaşalım söylemi değildir. Sırrı Süreyya Önder’in de döne döne CHP içindeki “sosyal demokratların” Kürtler ile ilgili ulusal sorun konusunda en temel evrensel ilkelerde (anadilde eğitim hakkı gibi) ciddi bir tutarlılık talep etmesi yerinde ve doğrudur. Ancak tarihine baktığımızda “ittifakla” meclise soktuğu Kürt milletvekilleri rezil biçimde faşizme teslim etmesi ile ilgili bugüne kadar CHP’nin “sosyal demokratları”ndan tek kelime çıkmamış olması, bu ilkenin tartışmasız biçimde neden korunması gerektiğini göstermektedir.
İkinci olarak ise HDP’nin “katılımcı” anlayışında anti-kapitalist bir yan olmakla beraber, “özgürlük” ekseninde liberallere de göz kırptığı yanlar da yok değildir. Ancak Türkiye’deki liberallerin devlet ‘höt’ dediği anda faşizm karşısında sıraya girdiği; ülke içi ve dışı sınıfsal ilişkilere göre devletin “ılımlılaştığı” sanılan devirlerde liberallerin devlete akıl vermeye çalıştığı gerçeği de ortadadır. Nasıl ki HDP, CHP içindeki “sosyal demokratlar” için kesin ve kalın ilkeler belirliyorsa; aynı şekilde “liberaller” için de açık ve kesin biçimde ilkelerini ortaya çıkarmak durumundadır.
Tam da burada eklemek lazım ki, son yazdıklarım tamamen reel politika üzerinden ve kesinlikle reformist önerilerdir. Zaten tam da oraya geliyorum.
HDP: İsyan ve olanaklar
Sırrı Sürreya Önder aynı konuşmasında, CHP’ye atfen, “ittifak istiyorlarsa dönüşmek zorundalar” vurgusunu birçok kez tekrarladı. Aslında dönüşmek vurgusu sorunun tam da özünü oluşturan bir vurgu. Kim dönüşecek ve kim dönüştürecek?
Dönüşüm son yılların moda ifadelerinden birisi oldu. Ancak ifadenin kendinden menkul “olumlu” gözüken anlamı ile gerçekte ortaya çıkardığı “yıkım” artık göz ardı edilemez noktadadır. Yani her dönüşüm hayırlı değildir.
Bu noktada kendisine sosyalistim diyenin kendisinden başlayarak koca bir topluma kadar neyi, ne kadar, hangi biçimlerde, kime karşı, kiminle dönüştürüleceğine dair temel yaklaşımlarını masada göstermesi gerekir.
Kendisine sosyalistim diyen bir kişinin, hareketin kendi zıttını dönüştürmek gibi görevi yoktur. Sosyalizm fikrine bulaşmış birisinin aklının bir yerinde değil tam ortasında DEVRİM fikri yoksa, onun sosyalistliğinden bahsetmek anlamsızdır. Devrim en büyük değiştirici, dönüştürücüdür. Ancak reformizmden farklı olarak devrim dönüşmekte direnenin tarihsel olarak iknasını değil, gerekirse tasfiyesini zorunlu kılar.
Gezi direnişleri iktidara bir şekilde karşı olanların o güne kadarki tüm algılarını, tutumlarını, eylediklerini ters yüz etti. Gezi en başta, aslında kendilerinin çok uzun zaman önce yapması gereken, devrimcilerin silkelenmesini sağladı. Bu silkelenme ile de birçok olanak ortaya çıktı.
Ancak Gezi’nin dinamizminin daha az görünür olduğu bugünlerde, tartışmalar (ki 2014 yerel seçimlerin de güçlü etkisi ile) var olan politik alanlar üzerinden çözüm üretmeye doğru kaymaya başladı.
Yazının başına dönersek politika yapmanın ekseni tek yönlü biçimde isyandan radikal katılımcılığa doğru daralma eğiliminde. Tekrar olacak ama sorun isyan ya da radikal katılımcılığın tek biçim olarak algılanmasıdır. Neresinden bakılırsa bakılsın böyle bir algılama ne diyalektiktir ne de sosyalist.
Bu bağlamda HDP’yi yakın zamanda isyan ve olanaklar ekseninde bir gerilim beklemektedir. Ancak bu gerilim sadece ikisinden birisini iradi olarak tercihi ile çözülemez. Ki böyle bir bakış açısı da baş aşağı durmak olacaktır. Bu gerilim tarihin ortaya çıkardığı durumlara uygunluk ile ancak çözülebilir olacaktır.
Tam da bu nedenle HDP bugün “parlayan” bir yıldız olarak birçok olanakları bağrında taşıyan bir oluşum olmakla beraber, ama zamanda tarihin ileride dayatacağı koşulların ne tek çözümü ne de tek biçimi olacaktır. Ancak tarihsel ilişkilerin meydana getirdiği hem esneklikleri hem zorunlulukları göz ardı ederek HDP’yi “göklere çıkarmak” ya da “yerin dibine batırmak” şimdinin en hatalı tutumu olacaktır.
[1] Örneğin, 40 yıldır Türkler isyan etmiyor muydu, gibi bir soru çok zorlayıcı olacaktır. Çünkü öncülerin isyan etmesi ile halkın bu isyana katılımı arasındaki ilişkiye baktığımızda, 80 öncesi ve Gezi hariç, Türkiye’de 33 yıldır ülkeyi tamamen kapsayan kitlesel bir isyan düzlemi var olmadı.
[2] Tarih yeniden göstermektedir ki, nasıl Fransa’da, Almanya’da ve pek çok ülkede, burjuvazi kendisini iktidara götüren işçi sınıfına, aristokrasi ile uzlaşarak ya da bizzat işçi sınıfını tasfiye ederek, ihanet etmişse, bugün de Kürt ulusunda ihaneti bayrağını Kürt Özgürlük Hareketi’nin ana daması olan Kürt yoksul ve emekçilerine karşı Kürt burjuvazisi taşımaya başlamıştır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.