Muammer Güler ile tanışıklığımız yeni değil; Taksim’in emek ve demokrasi güçlerine yasaklı olduğu 2007 ve 2008 yıllarının 1 Mayıs’ından biliyoruz “Kimyasal Muammer”i… Hakları kendince yorumlayıp, tüm bir toplumun haklarını belirleme yetkisini kendinde bulduğu ve dolayısıyla polisin talimatlı ihlalleri ile, nice işkencelerinde bir sakınca görmediği İstanbul Valiliği yıllarından tanırız Muammer Güler’i. Dolayısıyla, milletvekili olduğu gün bir […]
Muammer Güler ile tanışıklığımız yeni değil; Taksim’in emek ve demokrasi güçlerine yasaklı olduğu 2007 ve 2008 yıllarının 1 Mayıs’ından biliyoruz “Kimyasal Muammer”i… Hakları kendince yorumlayıp, tüm bir toplumun haklarını belirleme yetkisini kendinde bulduğu ve dolayısıyla polisin talimatlı ihlalleri ile, nice işkencelerinde bir sakınca görmediği İstanbul Valiliği yıllarından tanırız Muammer Güler’i. Dolayısıyla, milletvekili olduğu gün bir sonraki makamının da İçişleri Bakanlığı olduğunu tahmin etmekteydik, terfisine şaşırmadık.
25 Ağustos günü gazetelerde yer almaya başlayıp, bir aydır satır aralarına sıkışarak yinelenen bir yasal düzenlemeler girişimi, yeni bir “demokratikleşme” silsilesi gündemdeyken bizim de Haziran ayından bu yana çokça konuşulan “kolluk” ile ilgili tartışmalara bir yenisini eklememiz gerekiyor. Haberlerde yer aldığı kadarıyla polisin yetkileri genişletiliyor, gözaltı yapmak için savcılıktan talimat alma zorunluluğunun ortadan kalkması gibi bir takım haklar bahşediliyor. Bu konuda bizzat Başbakan’ın talimat verdiği ve İçişleri Bakanlığı’nın ciddi bir faaliyet içerisinde olduğunu basından takip etmekteyiz. Muammer Güler de zaten “yasa dışı gösterilere müdahalede gaz kullanımı da dahil her türlü yetkinin kullanılacağını” müjdelerken, polisine toplumsal olaylara müdahalelerde elini korkak alıştırmaması salık veriyor.
Sadakat; kolluk ile iktidarın vazgeçilmez çıkar ilişkisi
Haziran ayından bu yana ise polisimiz neler yapmadı ki; iktidarın eylemcilere yönelik “gereği neyse yapılır” lafının arkasından “kahramanlarım” hitabı, amirlerin cep telefonlarına attığı toplu mesajlarla “Çanakkale Destanı’nı yeniden yazıyorsunuz” demesi, işlenen suçlar karşısında polisi “yedirtmemeler” ile; iktidar sahibinin iktidarının biricik kollayıcısına güveni tartışılmaz kılındı. Aralarındaki “seviyeli birliktelik” aldı yürüdü.
Kolluk her daim, muktedirin koltuğunu kordu, iktidarını sağlamlaştırdı. Araçlar hep aynıydı; korku, baskı, işkence. Yeniçeri Ocağı da dahil, iktidarın koruyucusu kolluk, hizmetleri ve sadakatinin karşılığında hep kollandı. Suçlar görülmedi, cezasızlık suç işlemeye meyilli kolluğa cesaret verdi ve yeni suçların önünü açtı. Tahtı korumakla görevli Yeniçeri Ocağı’nın dağıtılmasının Hayırlı Olay (Vaka-i Hayriye, 1826) olarak nitelenmesi basit bir kelime yetersizliği değil; en az başbakanın Sivas Katliamı davasında sanıklar hakkındaki zamanaşımı kararı için “hayırlı olsun” demesi (13.03.2012) kadar derin anlamlar içeren bir tarihsel olgudur.
Polis, Haziran sürecinde de rüştünü ve iktidara sadakatini ispat etti. İktidarın çıkarlarını korumak adına hukuk, yasa, sözleşme gibi yazılı ya da ahlak, din, saygı, görgü gibi yazısız hiçbir kuralı tanımayan uygulamalar ortadayken polise güvenmemek de muktedirin haddi değildi. Amir – memur ilişkisinde polisin elini de biraz rahatlamak, denetim mekanizmalarını biraz gevşetmek gerekliydi. Polisin eline düşen ile polisin arasından savcıyı çıkartmak, en azından yapılan işlemlerin bir kısmının kağıda dökülmesini de engelleyecektir. Gözü dönmüşçesine bir canavar yaratan Doktor Frankenstein, canavarının kendisini korumak ve kollamak için sarf ettiği çabasına kayıtsız değildir, şimdi ise canavarının gönlünü hoş etme telaşında. Kim bilir, belki de ödüllendirmedir askıda kalan soruşturmalar, işleme koyulmayan dosyalar, göz ardı edilen suçlar, karartılan delilleri, bulunamayan yeri yurdu belli suçlular. Bunları ilerleyen günlerde, mesela Ethem Sarısülük’ü başından vuran katili Ahmet Şahbaz’ın 23 Eylül’deki yargılaması esnasında göreceğiz.
Esasen, bardağın dolu tarafından bakarsanız Ethem Sarısülük cinayetinin yargılaması bile büyük ilerleme olarak görülebilir. Demek ki failin tutuksuz olarak, delilleri karartılarak, Mobese’leri yok edilerek, adı ve sicili gizlenerek, kendisi korunup kollanarak dahi olsa hakim karşısına çıkabilmesi için ölmemiz gerekiyormuş. Zira Ethem’in vurulduğu yerin çok değil 60 metre ilerisinde Mayıs 2011’de 40 polis tarafından linç edilen ve hayati tehlike ile aylarca hastanede yatan Dilşat Aktaş dosyasında fail polislerden en pervasızının sayısız resmi ve emniyette görevli olduğu birim dosyaya sunulmasına karşın, ancak adı ve soyadı ile ev adresi ve cep telefonunu dosyaya verildiğinde kendisi ifadeye teşrif ettirilmiştir. Zaten bu teşrif de kendi kişisel bilgisini ihbar yoluyla duyurduğu ve ayrıca savcılığa verdiği için avukatlardan şikayetçi olmak içindir. Sahi, bunu sadece şikayetçi olduğumuz dosyalarda görüyoruz, sanık ya da şüpheli olduğumuz dosyalarda hakkımızda dava açılması için ifademize gerek dahi duyulmuyor, farkındasınız değil mi…
Bir emekli polis, yeni işyerinde kendisine “yamuk yapan” kadın patronuna karakolda, kapıları kapatmaya gerek dahi duymadan, kadın polislerin gözü önünde defalarca tecavüz edebiliyor. Yetmiyor, eski mesai arkadaşlarına da tecavüz ettirtiyor. Şikayet için gidilen amir, mağduru “üzerinden bütün bir teşkilatı geçirmekle” tehdit ediyor. Dosya işleme koyuldu diye polisler bu mağduru tekrar kaçırıp tekrar tecavüz ediyor, üstelik bu defa mağdur hamile. Cenine babalık testi yapılacak ama savcı beyler değil doku örneği, ifade için bile tecavüz faillerini çağırmaya tenezzül etmiyor. Bu kadarı da fazla değil mi… Şimdi somut olaylar üzerinden tekrar soralım, bir soruşturma sürecinde kim kimin amiri konumunda, savcı mı, kolluk mu?
Kural, yasa ve mahkeme karar tanımazlık; işkence ve cezasızlık
21.11.2004 günü henüz 12 yaşındayken 13 kurşunla öldürülen Uğur Kaymaz hafızalardan silinmedi. Daha Uğur’un toprağı soğumamışken 1,5 yıl sonra 2006 Mart’ında Diyarbakır’da gaz fişeği ile yüzünden vurulan Abdullah Yaşa, gaz fişeğinin kimyasal silah olmanın ötesinde mermi olarak kullanılmasının yargıya taşınan ilk örneklerindendir. Haziran İsyanı’nın en sıcak günlerinde, insanlar başlarından vurulurken, ölürken, gözlerini kaybederken; İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Türkiye’yi bu tüfek kullanım şekli sebebiyle mahkum etti. Bir kullanım talimatnamesi öngörülmekteydi, fişek sadece gaz saçan bir silah olarak, 45 derecelik açı ile ve hedef gözetmeden atılmalı deniliyordu. Ortada ateşli silah kategorisinde bir tüfek ve mermi sayılaması gereken fişekler varken, işlenen suç kasten öldürme, öldürmeye teşebbüs ya da kasten yaralamadır. Polisin kimi zaman kask numarasını da gizleyerek işlediği suçlar bu kapsamda değerlendirilmelidir. Plastik merminin yakın mesafeden ve yaralama kastı ile kullanımı ya da plastik mermi tüfeği ile atılan metal bilye de bu bağlamda ele alınmalıdır.
Haziranın sıcak günlerini geride bırakıp Eylül ayına geldiğimizde Temmuz 2013 tarihli İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi mahkumiyetine rağmen hiçbir şeyin değişmediğini gördük. Tabiri caiz ise iktidar “parası neyse verir, yine de kolluğuma bu silahları istediği gibi kullanma hakkı tanırım” demekteydi. Muktedir, biricik kollayıcısına dokunmuyor ya da ortalığın ısındığı bir süreçte ona olan ihtiyacı sebebiyle dokunamıyor. Yargı da cezasızlık ve soruşturmaların yürütülmemesi ile bu tavrı desteklemektedir. Eylül ayında da gaz silahlarının, plastik mermi tüfeklerinin ve içeriği belirsiz kimyasallar püskürten zırhlı araçların yasaları, mahkeme kararlarını ve en önemlisi insan hayatını hiçe sayan kullanımlarının devam ettiğini hep birlikte gördük. Anlaşılan şark cephesinde değişen bir şey yoktur ve İnsan Hakları Mahkemesi kendi kendisine çalıp söylemektedir.
Yakalama ve Gözaltı
Söz konusu yasal düzenleme girişimlerinin, yeni demokratikleşme hamlelerinin sakıncalarını aktarmak ve daha kolluğun yetkisinin genişlemesi yasalaşmadan kokusu çıkan hak ihlallerini irdelemeden önce, isyan günlerinde ısınan ve artık hayatımızın olağanı olan gözaltı ve yakalama gibi kimi kavramları biraz açmak gerek.
Öncelikle, özgürlüğünüzün geçici bir süreliğine ve fiilen kısıtlaması hukuk dilimizde yakalama kavramı ile ifade edilir. Anlaşılacağı üzere, yakalama fiili bir durumdur. Aracınızın durdurulup ruhsat kontrolü yapılması ya da yolda yürürken “genel bilgi tarama”ya maruz kaldığınızda, en basitinden bir yerden bir yere gitme özgürlüğünüz geçici olarak ve fiilen kısıtlanmıştır. İşte bu yüzden çevirmeye ya da GBT’ye, “yakalanırsınız”. Dolayısıyla polisin her kolundan tuttuğu, çevirip üst araması yaptığı, hatta yere yatırdığı (etkisiz hale getirdiği), dövdüğü (kulağının tozunu aldığı), arabaya bindirdiği (güvenliğini sağladığı) ve hatta karakola götürdüğü (merkeze davet ettiği) kişi gözaltında değildir, sadece yakalama yapılmıştır.
Gözaltı ise, hukuka uygun ya da değil, yukarıdaki gibi herhangi bir şekilde yakalanmanız sonrası hakkınızda bir “şüphe” belirmesi ve hakkınızdaki soruşturmanın yürütülebilmesi için savcılık tarafından alıkonulmanız talimatının vermesi ile başlar. Farkını açıklamak gerekirse; yakalama kolluk eli ile gerçekleşen fiili, gözaltı ise savcılığa intikal etmiş hukuki bir durumdur.
Öyleyse; polisin tuttuğu her yurttaşı keyfi şekilde yargısal işlemlere maruz bırakamayacağı, fişleyemeyeceği, özgürlüğünü kısıtlayamayacağı, “geçici” alıkoyulmanın bile sınırları olduğu, söz konusu özgürlük kısıtlamayı kalıcı hale getirmek için bir “savcı izni” gerektiği ortada. Bu yasal düzenlemenin de bir dayanağı var. Kanun koyucu, kendisi de kolluk (polis) ile ilgili şüphelere ya da kaygılara sahip. Ağzımızdaki baklayı çıkartalım; yasa yapıcı makam, yasa uygulayıcı kişilerden olan polise güvenmiyor. Öyle ya, polisin “eline düşmek” de dahil onca deyim boşa değil, hepsinin bir geri planı var.
Gözaltı yetkisi savcıdan polise henüz verilmemişken, 14.09.2013
ODTÜ’de kendi cemaatlerine ait özel yurtların tanıtımını yapmak için ODTÜ’nün yurtlarında fuhuş yapıldığı iddiası ile propaganda yapan şirketin başörtülü çalışanları ODTÜ yurtlarında yaşayan ve iftiraya uğrayan kadın öğrenciler tarafından ODTÜ’den gönderilmeye çalışılmış, bu konuda renkli pankart tutarak afişe etmek gibi yaratıcı bir yöntem de kullanılmıştı. Bu olay, tıpkı Gezi Direnişi’nin en başındaki camide seks ya da başörtülüye taciz gibi asılsız şekilde kullanılarak, ekonomi ve dış siyasette çuvallayan iktidarı kurtarma telaşı ile yeni bir türbana saldırı yaygarasına dönüştü. Başlayan linç kampanyasında ana muhalefet partisi başkanı da dahil, YÖK Başkanı, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı derken herkes üzerine düşeni layıkıyla yerine getirdi. Bu esnada iktidarın sadık kulları, polis de kampanya dışında kalmak istemedi.
Başbakan açıktan hedef gösterirken, polisin de kampanya içerisinde üzerine düşeni yapması gerekiyordu. Bu gibi iktidar kürsüsünden gelen hedef göstermelerde genelde kapınızı Terörle Mücadele Şubesi çalarken, alışık olmadığımız şekilde bu defa karakol polisiydi zile basan.
Müvekkilimiz, polisin eve geldiğini ve kızının götürülmeye çalışıldığını haber verdi. Telefonda görüştüğümüz polisler ifade alacaklarını, ifade sonrası salıverip vermeyeceklerinin belli olmadığını söylediler. Yetiştiğimizde polis, müvekkilimiz ve kızı apartman kapısındaydı. Polise, şüpheliyi kendi aracımızla karakola getireceğimizi söylememize rağmen, ısrarla kendi polis arabalarına alarak ve yanına da oturmak suretiyle “güvenliğini tesis ettikten” sonra yola çıktılar. Üstelik arabayla 2 dakika mesafede bir karakol varken, bir başka karakolun yetki bölgesinden gelmekteydiler. Karakola gelip de, müvekkilin alıkonulmasına ilişkin evrakları istediğimizde herhangi bir yakalama evrakı olmadığını, gözaltı için savcılığın talimat vermediğini gördük. Esasen polis sadece ifade vermesi gerektiği yönünde haber vermek için eve gelmişti. Hukuksuzluğun fark edilmesi ile saat 21.50 olmasına rağmen 18.30 saatli tutanaklar hazırlandı, “kendi rızası ile ve davet üzerine karakola geldiği hususu” yakalama mağduruna imzalatılmaya çalışıldı. Hiçbir hukuksal dayanak olmadan, haksız alıkoyma suçu oluşmuş, polis çoktan delilleri yok etme aşamasına geçmişti bile. Görüyoruz ki, polis “başörtüsüne saldırı” mavalı sonrası üzerime ne düşer diye kafa yorup, harekete geçmişti. Akıllarda kalan soru, sürecin avukatlarca takip edilmeseydi arabaya binmesi bile gerekmeyen bir kişinin karakola neye istinaden getirildiği ve burada ne gibi bir işlemler silsilesine tabi tutulacağındaki belirsizliktir.
Keyfi üst araması ile delil yaratma girişimi, 15.09.2013
Saatler sonra saat 00.50 sularında bir telefon daha ve gözaltına alınıyoruz haberi. Saat 22.00 sularında çıktığımız malum karakola az biraz karakol gezip müvekkilleri nihayet bulup sağlıklarından emin olduktan sonra 04.00 gibi tekrar giriyoruz. Aynı karakol, polisler farklı. Bu defa daha hazırlıklı bir çalışma var, Terörle Mücadele Şubesi de karakolda. Demek ki durum ciddi. ODTÜ’de “bağzı yollar” ile ilgili yapılan protestoya 100. Yıl kapısında polis müdahale etmiştir. Saldırıdan yaklaşık bir saat sonra Eskişehir Yolu kapısında polis “olağan olmayan” GBT kontrolü yapmaktadır. 10 kişilik bir öğrenci grubu durdurulur, üstelik protestolara da katılmışlardır. Kimliklerine ve çantalarına el konulur. Saat 00.05 sularıdır. Tüm çantalar didik didik edilir, zira içinde baret, deniz gözlüğü, flama ve hatta kitap gibi “örgütsel dokümanlar” mevcuttur. Terörle Mücadele Şubesi de bu yüzden orada olsa gerek. Saat 00.10 sularında aramaları olmadığı, bir başka deyişle “temiz oldukları” telsizden anons edilir fakat kimlikleri ve çantaları kendilerine iade edilmemekte, oradan ayrılmalarına izin verilmemektedir. Yakalama işlemi sebepsiz şekilde uzatılmaktadır. Saat 00.50 sularında bir polis memuru elinde bir çanta ile gelir ve 10 kişilik gruptan bir erkek öğrenciye bu çantanın kendisine ait olduğunu söyler. Öğrenci ilk defa gördüğü çantayı sahiplenmez, zaten kendi çantası bir saate yakın süredir kimlik kontrolünü yapan polislerdedir. Meçhul çanta açılır ve çok sayıda havai fişek bulunur. Erkek öğrenci üzerindeki baskı arttırılır, lakin çantadan bolca kadın makyaj malzemesi çıkması suçlamayı sakatlamaktadır. Havai fişekler, öğrencilerin çantalarından çıkan flamaların üzerine serilip fotoğraf çekilmek istenir. Mizansen renklendirilmeye çalışılmaktadır. Devamla 10 kişilik öğrenci grubu yoğun psikolojik baskı ve birbirlerini suçlamaları telkinleri ile karakol karakol gezdirilmeye başlanır, nihayet 04.30 sularında yetkili karakolda ifadeye geçilir. Sabah mesai başlarken öğrenciler karakoldan salıverilir.
Artık protesto hakkınızı kullanmak, eylemci olmak tutuklanmanız için yeterli bir suç teşkil etmiyorsa, bir başka deyişle fazla meşru ise eylemleriniz, suçlulaştırılmanız için eylemciliğinizin yanında örgüt üyesi de olmanız ve hatta örgüt talimatıyla havai fişek de taşımanız gerek ki tutuklandığınızda herkesin vicdanı rahat olsun.
20.09.2013 günü Büyükşehir Belediye Başkanı canlı yayında “havai fişek atan, roket de atar” diyerek muazzam kriminal analizlerde (!) bulunurken, kim bilir belki de bu mizansende çantadaki kadın makyaj malzemelerini hesaba katmayanların gözlükleri ile bakıyordu olaya. Gerçi bu mantıkla dönüp dolaşıp Ethem Sarısülük’e geliriz yine. Kızılay’ın orta yerinde 10.000 kişinin içinde 3 metreden Ethem’in kafasına sıkan zihniyet, Roboski’de halkının üzerine bomba da yağdırmaz mı?
Kimlik kontrolü ve fişleme faaliyetleri, 17.09.2013
Haziran İsyanı’nın sokak ayağı; Ankara için ölenleri, yaralananları, organ kayıpları, yani kalıcı yürek ve beden yaraları yanı sıra gözaltıları, işkenceleri, tacizleri, operasyonları, davaları, tutuklamaları ve tahliyeleri ile de geride kalmıştır. Son Haziran tutukluları 20.09.2013 gecesi tahliye olmuştur. 18.06.2013 günü tutuklanan “isyancılardan” biri de birkaç gün sonra itiraz üzerine tahliye olmuş ve hayatına kaldığı yerden devam etmiştir. Dikmen’de oturup, Ankara Üniversitesi öğrencisi olan “kolluk keyfiyeti mağduru”, çoğu Dikmenli gibi Güvenpark’ta dolmuştan iner. Esasen bu onun ilk Güvenpark talihsizliği değildir. Gezi Direnişi başladığında Ankaralı empati kurmaya çalıştı; yasaklı Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nın bu şehirdeki karşılığı yasağı çok daha katı Kızılay Meydanı ve Güvenpark’tır. Öyle katıdır ki Ankara’daki yasak, emek ve demokrasi güçleri bile Kızılay ve Güvenpark için, “aman ağzımızın tadı kaçmasın” diyerek otokontrol uygular. Haziran ayında Kızılay’ın Bakanlıklar denen muhit ile iç içe, Güvenpark’ın ise Başbakanlık ile bitişik olması yapılan eylemlerin polis tarafından “başbakanlık ve bakanlıklar ile meclis binasını işgale teşebbüs” olarak adlandırılmasına; en temel demokratik hakları için meydanda olanların da hükümeti devirme müteşebbislerine dönüşmesine yol açmış, onlarca genç sırf bu gerekçe ile ve adı bile belli olmayan örgüt üyelikleri ile F tipi cezaevlerine girmişti.
Güvenpark’ın Başbakanlık ile bitişikliği ikinci talihsizliği 17.09.2013’te yaşattı. Güvenpark’ta (son durak), Başbakanlık yanında dolmuştan inmek, “terörist” olduğu iddia edilen biri için söz konusu olamazdı. Polis yolunu kesti, kimlik sordu. Haziran ayındaki tutukluluğu GBT kaydında çıktı, dahası 11 ayrı örgüt üyeliğinden bahsediliyordu. Gidemezsin dedi kolluk. Bilinçliydi şüpheli, çantasının ve üstünün aranmasına ilişkin mahkeme kararı sordu, gösterdikleri mahkeme kararında “Ankara’da şüpheli görülen herkesin her an ve her yerde aranabileceği” yazılıydı. Başbakanlık korumaları da olay yerine geldi, fotoğraflar çekilmek istendi, keyfiyet mağduru bilinçliydi ve izin vermedi ama kimliğinden fotokopi alınmasına da engel olamadı. Gitmek istedi, durdurdular. Terörle Mücadele Şubesi amirleri yoldaydı, çok geçmeden de geldiler. Keyfiyet mağduru şüpheli aynı bilinç ile gözaltında olup olmadığını, eğer gözaltındaysa savcılık kararını istedi; soru sormak, polisçesi “sohbet etmek” istediklerini ve bir gözaltının olmadığını söylediler. Sohbetlerinden hoşlanmadığını beyan eden şüphelinin okula gittiğine ikna oldular ve çantasında suç unsuru olmadığına ilişkin tutanak tutuldu, sanki olağanüstü bir durummuşçasına. Tüm bu işlemler iki saate yakın sürdü ve gelişigüzel alınmış bir mahkeme kararı, keyfi arama, vahim bir fişleme faaliyeti ile hukuka aykırı şekilde alıkoyulma… Şu an ki pek demokratikleşmiş halimizle, en azından şimdilik savcılık kararı olmaksızın polisin kimseyi alıkoyma hakkı yok, tabii eğer bu yasalar polisleri de bağlıyorsa…
Polis, 18 yaşından küçük çocukları alıkoyuyor, 18.09.2013
Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülmesinin üstünden tam bir hafta geçmişti ama unutulmamalı, unutturulmamalıydı bu cinayet. Dikmenliler böyle düşünüyordu ve Ali İsmail için sokağa çıkıldı. O gün, 25 yaşında bir kadın ve 18 yaşından küçük bir çocuk Akrep denen zırhlı araçla gözaltına alındı, saatlerce dolaştırıldı, bu süre boyunca da elleri arkadan kelepçeli olarak dayak ve cinsel tacize maruz kaldılar. Kim oldukları belli olan o polisler hakkında yapılan suç duyuruları sonrası ne yapıldı, tabii ki hiçbir şey…
Aradan aylar geçti, ölümler bitmedi. Bu defa Ahmet Atakan öldürüldü ve ölümün üzerinden yine tam bir hafta geçti. Yine unutulmasın, unutturulmasın dedi Dikmen halkı ve sokağa çıktı. Yine polis saldırısı ve gözaltılar ile karşılık gördüler. 18 yaşından küçük çocukların gözaltına alınışını saat 23.30 sularında televizyonlardan canlı izledik. Sonra ailelerin haklı telaşı, daha çok taze Dikmen’de tecavüz ile tehdit ve elle cinsel taciz. Aileler telaşlı çünkü Dikmen Karakolu’na hiç gelmemiş çocuklar, gece ilerliyor, Emniyet’e gittiğimizde Güvenlik Şube’de yoklar, Terörle Mücadele Şubesi nezarethanelerinde değiller. Çocuk Şube bizde değil diyor. Saat 06.30’da ailelerin telefonu aranıyor ve Çocuk Şube’den ve nihayet yerleri öğreniliyor. Aileler gidiyor ama teslim alamıyor çocuklarını, sabah 09.00’da adliyeden gelin alın deniyor.
İki tanesi yiyecek almak için dışarıda, üstlerinde ev kıyafetleri, olaylara takılmışlar. Kimyasal gaz kullanımı sonrası astım krizine tutulunca kaçamamışlar. Yardım diye bağırırlarken bir diğer çocuk geliyor yanlarına, yerdeki yarı baygın kızı kaldırmak için. “Tipini beğenmedim alın bunu” lafı kelepçesiz olarak hatırladığı son cümle. Polisten yardım istemişler ve ilaç ya da doktor yerine kelepçe ve küfür almışlar. Dördüncü çocuk en şanssızları, kendi apartmanının önünde halası ile birlikte polis saldırısını izlerken almışlar, üzerinde halen pijamaları var. Bu çok tehlikeli şüpheliler ile saat 10.30 itibariyle adliyede, çocuk suçları savcılığı kapısında ifade için beklemedeyiz.
Dedik ya, yasa koyucu kendi polisine güvenmemiş zamanında; yasalarda çocukların gözaltı şartları özel olarak düzenlemiş. Tuzluçayır eylemlerinde gözaltına alınan çocuklardan bir kısmı en yakın karakola götürülüp, daha sonra savcılığa getirilmek üzere ailelerine teslim edildi. Çünkü çocuğu nezarethaneye atmak, kelepçe takmak olmaz. Oysa, bu dört çocuk neredeyse 8 saat kelepçeli olarak arabada bekletildi, dövüldü, küfürler edildi. Zaten gaz sebebiyle iki göz iki çeşme durumdaydılar, yoğun bir psikolojik işkenceden geçirildiler. Üstelik durumdan haberi bile olmayan savcı, çocukları adliyeye aileleri getirdi sanıyor. Polis, elindeki şüpheliler ile ilgili savcılığı bilgilendirmeye gerek dahi duymamış. Şimdi yazını başına dönersek; zaten gözaltı yapmak için savcının talimatı olması şartını kaldıran yasa değişikliği gündemde değil mi? Ne var on gün erken uygulamaya geçilse, ne olmuş yakalanışı televizyonlardan canlı yayınlanan dört tane çocuk birkaç saat kelepçeli kaldıysa?
Bu yazı, yakalama ve gözaltındaki farktan somut örnekleri ile bahsedip; yeni paketlerimiz ile ne kadar demokratikleşebileceğimizi değerlendirmek üzere 15.09.2013 günü yazılmaya başlandı. Her gün demokratikleşme paketi ile ilgili bir gelişme olur mu umuduyla bekletildi. Beklenen her gün yeni hak ihlali örnekleri yaşanmaya devam ediyor. Anlatılanlar sadece ilk elden kendi mesleki tanıklıklarımız. Yazamadıklarımız örtülüp gidiyor her zamanki gibi. Her yeni gün hak ihlallerine ve hukuksuzluklara, hukuk tanımazlıklara bir yenisi eklenip yazı bitirilemez bir hale geliyor. 23.09.2013 günü Ethem’in katilinin hakim karşısına çıkmasından önce yayımlanması gerektiği düşünülerek yeni hukuksuzluklar, yeni hak ihlalleri yaşanması beklenmeksizin bitirilmesi şart olmuştur.
Unutulmamalıdır ki, verilen hak yoktur. Hak verilmez, alınır. İhlal edilenler de binyıllar süren mücadelelerin nice bedeller ödenerek elde edilen kazanımlarıdır. Yazılı ve yazısız yasalar ile belirlenen haklarınız ihlal edildiği sürece onları korumak için vereceğiniz mücadele de haklıdır, meşrudur. Karşınızdaki sizi ve haklarınızı korumakla mükellef kolluk dahi olsa…
Av. Deniz Özbilgin
Toplumsal Hukuk
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.